Perşembe itibariyle yurt dışı temsilcilikleri ve gümrüklerde oy kullanan seçmen sayısının yaklaşık 1,9 milyon olduğu açıklandı. Muhtemelen Erdoğan tekrar oyların çoğunluğunu almış olacak. Ancak Kılıçdaroğlu’nun da 14 Mayıstakinden fazla oy alması olası görülüyor. Sonuçları bu akşam göreceğiz. Özellikle Almanya’da oy kullanan seçmen sayısındaki artışın önemli bir nedeninin Kürdistanlı ve Türkiyeli demokratik-devrimci güçlerin gösterdiği özverili çalışma olduğunun altını çizebiliriz. Teşekkürü hak ediyorlar doğrusu.

Seçim sonuçları açıklandığında gene Almanya’daki seçmenlere yönelik eleştiriler dile getirilecektir şüphesiz. 14 Mayıs sorasında dijital medyada “Almancılara” dair son derece sert söylemler sarf edilmişti. Hatta yurt dışında yaşayanlara “oy hakkı verilmesin” diyenler de hayli fazlaydı. Bu kesinlikle kabul etmememiz gereken bir tavırdır. Vatandaşlıkla elde edilmiş olan bir temel hak, görüşleri hoşumuza gitmiyor gerekçesiyle geri alınamaz. Bert Brecht ile yanıt verelim: “Halkı feshedip, yeni halk seçmek şüphesiz daha kolay olurdu”.

16 Nisan’da bu köşede Almanya’da yaşayan Türkiyelilerin AKP-Saray-Rejimini desteklemelerinin nedenlerini ve muhafazakâr-milliyetçi Türkiyelilerin nasıl rejimin kıskacı altına alındığını açıklamaya çalışmıştık. Yalnız bir noktayı yeterince açmamışız, yani Erdoğan’a oy verenleri suçlamak yerine, neden bu gelişmeyi engelleyemediğimizi.

Almanya’daki Kürdistanlı ve Türkiyeli demokratik-devrimci örgütlenmelerin bu gelişmede büyük payı var. Bunu bir göçmenin “yahu neden bizim derneğe gelmiyorsun?” sorusuna verdiği yanıtla açıklayalım: “Alışverişimi caminin marketinde yapıyorum. Evrak işlerim olduğunda caminin yeminli tercümanına gidiyor, vergi denkleştirmesini de oradaki uzmana yaptırıyorum. Çocuklarım ya caminin kurslarında ya da spor kulübündeler. Konsolos oraya gelip, dertlerimizi dinliyor. Öğretmenler de oraya geliyor. Yardımcı ders veriyorlar. Sosyal çevrem orada. Bana sahip çıkılıyor. Hem cami lokalinin çayı daha iyi. Ne yani, sizin derneğe gelip, devrim dersi mi dinleyeyim?”

Belki münferit bir örnek, ama aynı zamanda can alıcı bir noktaya işaret ediyor: Göçmen işçiler sadece seçim zamanlarında hatırlanan, bağış kampanyaları için ziyaret edilen veya kendilerine “akıl” verilen toplantılara çağrılan kitle olmak istemiyorlar. Yaşadıkları mahallelerde, çalıştıkları yerlerde bire bir ilişki kurulmaz, dertleri sahiplenilmez, karşılıksız destek almazlarsa, neden bizim derneğimize gelsinler, önerdiğimiz adaylara oy versinler ki?

1990 öncesi sol göçmen örgütlerinin kitle gücü toplumun içinde, yaşamında, fabrikalarda olunmasından, sorunlarının çözümü için gerçek çabalar sarf edilmesinden kaynaklanıyordu. “Onlar komünist, ama tuttuklarını koparır, işini hallederler” söylemini camilerde dahi duymak mümkündü. Sonuç itibariyle son 30 yılda bu güven kaybedildi, meydan devlet güçlerine bırakıldı. Göçmen işçi kitlesiyle doğrudan ilişki kurmaktan vazgeçildi, örgütler kendi kendilerini izole ederek, atomize oldular. Seçim dönemlerinde ise kendi kitlesine ajitasyon çekmekle yetinildi, göçmenlikten kaynaklanan sorunlar dikkate alınmadı.

Nihâyetinde göçmen işçiler, aynı her coğrafyadaki halkların yaptığı gibi, pragmatist davranıp, çıkarlarını kollayanlara yöneldiler, asli çıkarlarına aykırı olmasına rağmen, milliyetçilik ve muhafazakârlık rüzgârından etkilendiler. Yani “koyunun olmadığı yerde, keçi Abdurrahman Çelebi” oldu. Oy tercihlerine “tu kaka” diyerek bu gerçek değiştirilemez.

Tekrar olacak, ama izninizle 16 Nisan’daki yazımınızın son tespitini bir kez daha not düşelim: Kısa süreli eylem birlikleri, “projecilik” anlayışı ve kendi “uzayında” kendine yetme yaklaşımı bu olumsuz gelişmeyi tersine çevirecek basireti gösterme olanaklarını kısıtlamaktadır. Göç gerçeğini çalışmalarının merkezine alan, enternasyonalist, antifaşist, antiemperyalist ve devrimci-demokrat anlayışlı bir göçmen örgütlenmesi ile sürece müdahale edilemediği müddetçe meydan “kurtlara” bırakılmaya ve AKP desteği artmaya devam edecektir. Sözümüz Kürdistanlı ve Türkiyeli demokratik-devrimci göçmen örgütlerinedir.