Avrupa’da partili olmakla Türkiye gibi ülkelerde partili olmak aynı şey değil. Avrupa’da bir partinin üyesi olan kişi gerektiğinde partisini ulu orta eleştirebilir. Yapılan yanlışa karşı çıkar. Ve yine gerekirse partiye karşı parti içinde fraksiyon kurmaya bile kalkışabilir. Ona “Hizipçi, hain, dönek” diye saldırılamaz, “Öldürülmesi” için karar çıkarılamaz. En fazlasından öteki üyeler “Evet” derlerse “Partiden ihraç edilir”.

Tayip Erdoğan Almanya’ya geldi, salonda karşısında toplanan partililerin ve parti sempatizanlarının gözlerine bakarak dedi ki:

“Yolsuzluktan söz ediyorlar. Yolsuzluk olsaydı Türkiye ekonomisi böyle gelişir miydi?” Dinleyenler “Hüloooğ, dik dur, arkandayız, seninle gurur duyuyoruz” dediler!

Sorun kapandı. Hiç kimse çıkıp da birkaç soru yöneltemedi:

“Diyorsun ki; Paralel devlet kurdular!

Kim bunu kuranlar?

Bir teki tutuklandı mı?

Mahkemeye çıkarılan var mı?”


“Diyorsun ki; Darbe yaptılar!

Kim bunlar?

Niye tutuklanmadılar?

Niye haklarında dava açılmadı?”


“Diyorsun ki; Bizim çocuklar temiz!

Onları camiden mi gözaltına aldılar?

Kasalar onların evinden çıkmadı mı?

Ayakkabı kutusunu kim koydu o evlere?”


Sormadılar, soramadılar. Çünkü “Partili olmak sormamak demektir!”

Sorunca adamı oyarlar!

Bu sadece AKP için geçerli bir kural değil. Sağıyla, soluyla tüm partiler için geçerli bir kural. “Ağam bilir!”

“Ağanın bokunun üzerine bok konulmaz!”


Tayip Erdoğan’ın partisinde durum böyle de öteki partilerde çok mu farklı?

Geçmişte üyesi olduğum komünist partisi içinde yaşadığım iki olayı özetleyeyim burada.

Bir zamanlar Mao’yu savunduk, Mao ile Enver Hoca kapışınca Mao’ya rest çektik. Bu kez “Mao’yu ret” konferansları, seminerleri vermeye giriştik. Sonra parti merkezi bir genelge yayınladı: “Biz Mao’yu hiçbir zaman savunmadık!”

Genelgeyi İzmir-Gültepe’de parti hücresinde okuyordum. Ev sahibi, parti aday üyesi arkadaş “Yoldaş bir dakika” dedi, gitti bir Halkın Kurtuluşu Gazetesi getirdi. 72 puntoluk, kapkara manşeti gözüme soktu ve “Madem biz Mao’yu hiç savunmadık, bu ne peki” dedi.

Mao ölmüştü, Halkın Kurtuluşu Gazetesi onun ölümüne çok üzülmüştü, özetle: “Senin kızıl yolundan ayrılırsak lanet olsun bize” diyordu.

Ne diyebilirdim? Önümde koskoca bir belge duruyordu. Genelgeyi sonuna kadar okuyamadım, katladım, cebime koydum, “Bu konuyu daha sonra yeniden ele alacağız” diyerek manevra yapıp başka bir konuya geçtim. İl komitesi toplantısında “Ben bu genelgeyi hücrelerde okumayacağım” dedim, neredeyse kıyamet kopacaktı. Davranışım parti ilkelerine aykırıydı. “Aslında biz savunmadık, ama siyasetimize Mao’dan sızan noktalar oldu. Onları da örgütten ayrılan Aktancı hizipçiler sokmuşlardı…” falan filan.

O genelgeyi başka hiçbir hücrede okumadım. Bana verilen görev ne oldu biliyor musunuz? Ege bölgesinde Mao’yu ret seminerlerini vermek! Çünkü bende “Revizyonist” işaretler görülmüştü.

İkinci olayı ise Almanya’da yaşadım. Avrupa’da yayınlanan “Emeğin Sesi” gazetesinin yazı kurulu üyesiydim. O günlerde Arnavutluk kaynıyordu. Yurtdışı Komitesi Üyesi arkadaş bir yazı getirdi. “Sosyalist Arnavutluk dimdik ayakta” başlığını taşıyordu yazı. Bu yazının gazetede yayınlanmasına karşı çıktım. Sorumlu arkadaş “Merkez Komitesi’nin yazısı, gazeteye girecek” dedi. Kimin yazısı olduğu umurumda değildi, yazı tepeden tırnağa ajitasyondu ve yanlıştı. Düşüncemde direttim, bir arkadaş da beni destekledi, ama yazı gazeteye girdi. Ne oldu biliyor musunuz?

Gazetenin okurlara “Sosyalist Arnavutluk dimdik ayakta” manşetiyle sunulduğu gün Arnavutluk’ta sistem yıkıldı! Elbette sonradan yazılı hiçbir özeleştiri yayınlanmadı. Sistemin çöküşü de bir iki kişi suçlanarak açıklanmaya çalışıldı. Bizim karşı çıkışımız ise yine “Revizyonist belirtiler” olarak değerlendirildi. Ben yazı kurulundan istifa ettim, öteki arkadaş da görevinden alındı.

12 Eylül cuntası ile Arnavutluk yönetiminin “Dostane” ilişkiler kurmasını cezaevinden eleştirdiğimizde bizlere verilen yanıt; “Arnavutluk emperyalist sargı altında olduğundan, ekonomisini yürütebilmek için…bunu eleştirenler revizyonistler, sosyal emperyalistler …” falan filan.

Özetliyorum:

Türkiye’de sağ partilerde “Parti başkanı” son sözü söyler. Sol örgüt ve partilerde ise Leninist Parti Örgütlenmesi kuralı olarak “Demokratik merkeziyetçilik” adı altında örgütlerde Merkez komitesinin, partilerde de parti başkanının sözleri geçerlidir. Karşı çıkan kendini anında “Hizipçi, bölücü, karşı devrimci, hain, en iyi halde ‘Yorgun demokrat” olarak bulur.

Yukarıdaki sözlere elbette katılmayanlar olacaktır. Onlara Türkiye’deki tüm partileri incelemelerini öneririm.

Türkiye’de politika özetle her alanda “Ağam bilir” politikasıdır. Hepsi bu. Bizim gibi müzmin muhaliflere de hariçten gazel okumak kalır.



Herkes duydu, herkes yaşadı…

Avrupalılar, Amerikalılar tepkilerini gösterdiler..

Türkiye’de “Hüloğğğ” çekiliyor.


Yeni “İnternet yasası”ndan söz ediyorum.

Tayip dedi ve diyor ki:

“Biz kimin özel yaşamına karıştık?”


Karışmadı elbette.

İnternet özel yaşam mı?

Devlet interneti kontrol etmeyecek de Tayyip’i mi kontrol edecek?

Sevgiler hepinize.


[email protected]