Sevgili İlhami Yazgan ve sevgili Adil Yiğit birlikte “Sayfamıza yazar mısın” dediklerinde “Siz yazılacak sayfa verdikten sonra ben neden yazmayayım” dedim. Yazarsam kalemim mi biter?


Felsefemizde “Davete icabet” yatar. Ve de denilir ki: “Davet edildiğin yere gidip ar etme, davet edilmediğin yere gidip yerini dar etme!”


Gençlik yıllarımdan beri arkadaşlarım beni “Huysuz” diye çağırırlar. “Arsız” biri olduğumu da biliyorum, ama yine de konuk olduğum yerde arsızlık yapmam. Becerebildiğim ölçüde oturur, beceremediğim aşamada söyleyebilecek bütün sözlerimi bir çırpıda söyler, ayakkabılarımı giyer giderim.


Öncelikle belirteyim, sonradan çıngar çıkmasın:  “Dedikodu”yu, ama “Yüze karşı” yapılan dedikoduyu çok severim. “Yüze karşı dedikodu nasıl yapılıyor” diye soranlar olabilir. Bir zamanlar idam hücrelerinde yatarken canımız sıkılınca öteki hücrelerden birinde yatan bir arkadaşı dilimize dolar, onun hakkında ağzımıza geleni yüzüne karşı söyler, neşemizi bulurduk. Hakkında dedikodu yapılan kişi de oyun bozanlık yapmaz, uzunca dinler, sonra “He yav, aynen öyle o kelek” diyerek kendine karşı dedikodu yapardı. “Yüze karşı dedikodu” sözü de oralardan kalma işte.


Feqi Hüseyin Sağnıç amcam “Dedikodu” konusunda en güzel fıkrayı yıllar önce anlatmıştı bana:  Van’ın bir köyünde çalışan imamı köylüler “Dedikodu yapıyor, milleti birbirine karşı kışkırtıyor” diyerek valiye şikayet etmişler. Vali imamı çağırmış, “Orada burada dedikodu yapıyormuşsun” diye azarlamış. İmam “Dedi”yi anlamış da “Kodu”yu pek anlayamamış, “Valla vali paşam, Xeci dedi ben dedi, ne dedi onu dedi, ama vallah ben kimseye gomadı” demiş.


Sevgili Adil bana dedi ki; “Sayfamızda seksist yazılara izin vermiyoruz.” Sanıyorum imamın sözleri bu sınıflamaya girmiyor.


Victor Hugo dedikoduyu “Dil kaşımak” olarak isimlendirmiş. Bu söz çok hoşuma gitti. Alınan, darılan olsa da arada bir “Dil kaşımak” iyidir diye düşünüyorum.


Neler yazabilirim?


Çok zorunlu kalmadıkça uzun yazı yazmayı sevmiyorum. Gazetecilik yaptığım yıllarda da öyleydim; güncel konularda daha çok aklıma gelenleri kısaca yazıyorum. Düşünüp de söyleyememek benim için korkunç bir duygu. İşçi babam “Düşündüğünü söylemeyen şerefsizdir” diyerek yetiştirdi bizleri. O nedenle yaşam boyunca çektiğimiz hep dilimizin belası oldu. Ama tatlı bir bela bu. En azından söylüyorsun, içine dert olmuyor.


Efendim vatandaşın biri arkadaşından yüz lira borç almış, Pazartesi günü kesin veririm demiş. Pazar günü evde kıçına nişadır sürülmüş gibi oturamaz hale gelmiş. Odadan odaya, odadan balkona dolanıp durmuş. En sonunda eşi; “Ne iş, ne bu telaş” diye sormuş. Adam durumu açıklamış, “Parayı veremeyeceğim, utanıyorum” demiş. Meğer alacaklı adam karşı apartmanda oturuyormuş ve o sırada balkondaymış. Kadın hemen çıkmış balkona “Komşuuu” diye bağırmış, “Haberin olsun, bizim adam senin parayı yarın veremeyecek!” Sonra gelmiş kocasına “Şimdi sen git otur, biraz da o düşünsün” demiş.


Dilime geldiklerinde hemen söylediğim bütün düşüncelerimin kesin doğru olduğunu elbette iddia etmiyorum. Hatamı anlayınca çok kolay özür dileyebilen biriyim. En azından bu alanda iyice yontularak odunluktan masa yapılabilecek tahtalığa geçmiş bulunuyorum.


Hepimiz savunuyoruz “Düşünce özgürlüğünü” değil mi? Özgürce söylenmeyen, söylenemeyen düşünce nasıl özgür olabilir?


Kısacası böyle yazıyorum işte. Dilime geldiği gibi. Aklımdan geçtiği gibi. Elbette seven de olur, söven de…Hepsi sağ olsun!


Kısaca tanışmış olduk. Umarım şu “Zam, zulüm, işte faşizm” dünyasında yüzlerinize birazcık gülümseme getirebilirim.  Övgülerinizi yöneticilere, eleştirilerinizi bana (Yüzüme karşı) bildirirseniz sevinirim:


[email protected]
 Hepinize sevgiler.