Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu üyesi ve gazeteci Necati Abay'ın 9 yıldır süren "örgüt üyeliği" davasından aldığı 18 yıl 9 ay hapis cezası Yargıtay tarafından yeniden yargılamanın yapılması için bozuldu. Aynı davada yargılandığı Atılım Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Hatice Duman ve deri işçisi Gülizar Erman'ın da müebbet hapis cezası kesinleşti.

Bir gazeteci hakkında ilk kez müebbet hapis cezasının onandığı kararda gazeteci Abay da 15 yıla kadar hapis cezası istemiyle yeniden yargılanacak olmasına karşı Almanya'ya iltica talebinde bulundu ve sürgüne tabi olmak zorunda bırakıldı.

Almanya’nın Dingolfing kentindeki mülteci kampından sorularımızı yanıtlayan Abay, gazetecilik faaliyetini ve ifade özgürlüğü mücadelesini sürgün koşullarında sürdürmeye çalıştığını ifade ederek yaşadıklarını şöyle özetledi: "Devlet bana ya F tipi cezaevinin ya da sürgünün yolunu gösterdi. Her iki durumda da amaçları Türkiye topraklarında beni susturmaktı. Nitekim beni sürgüne mahkum ederek amaçlarına ulaşmış oldular."

Hakkında beraat kararı beklerken yeniden hapis cezası istenmesine şaşkınlığını anlatan, artan baskılara karşı "halkın tepkisi önemli" diyen gazeteci Abay'la gerçekleştirdiğimiz röportaj:

Yıllardır birçok habere imza atan, yargılamalara maruz kalan bir gazetecisiniz. Biraz sizi tanıyalım. Kimdir Necati Abay?

Türkmen yörüklerine mensup bir ailenin çocuğu olarak 1956 yılında Denizli’de doğdum. İlk okulu, Denizli’ye bağlı Acıpayam ilçesinin Gireniz Çiftlik köyünde okudum. Ortaokul, lise ve yüksek öğrenimimi Denizli’de tamamladım. İlk mesleğim öğretmenliktir. Asıl mesleğim ise gazeteciliktir. Ve editörlük de yapıyorum. Atılım gazetesinde editör-yazar olarak çalıştım. Uzun yıllar Ceylan Yayınlarının editörlüğünü yaptım.

Türkiye’de Şubat 2004’te kurulan Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu (TGDP)’nin sözcülüğünü Almanya’ya iltica ettiğim tarih olan 23 Ekim 2012 tarihine kadar sürdürdüm. Artık Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu (TGDP)’nun sürgündeki temsilcisiyim. Gazeteci ve yazar kimliğimle kalemimi 35 yıldır ezilenlerden yana kullandım, kullanıyorum. Özgürlük ve demokrasiyi, sosyalizmi, ezilenlerin çıkarlarını savunduğum için çeşitli bedeller ödedim, ödüyorum.

Düşünce suçlusu olarak Türkiye’de üç kez cezaevine girdim. 12 Eylül 1980 faşist darbesi döneminde ağır işkencelerden geçirildim ve Metris askeri cezaevinde tutuklu kaldım. 1997 postmodern darbe döneminde de ağır işkencelerden geçirildim ve Gebze Cezaevi'nde tutuklu kaldım. Bu davadan beraat ettim.

Aralarında Sedat Selim Ay’ın da bulunduğu (şimdi İstanbul Emniyet Müdür yardımcısıdır) işkenceci polisleri mahkum ettirdim. AİHM’de de bu davadan dolayı Türkiye Cumhuriyeti devletini mahkum ettirenlerden birisi de benim. 2003 yılında da, sürmekte olan komplo davası nedeniyle Tekirdağ F Tipi Cezaevinde kaldım. Bu komplonun kurulmasında işkenceci polisleri mahkum ettirmiş olmamın da bir rolünün bulunduğunu düşünüyorum.

2004 yerel seçimlerinde Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanlığına ve 2007 Milletvekili seçimlerinde de İzmir 1. Bölgeden bağımsız sosyalist aday oldum.

2003 yılından bu yana süren "örgüt üyeliği" davasında hakkınızda verilen hapis cezasını bozan Yargıtay’ın kararıyla yeniden bir yargılama süreci yapılacak. Öncelikle bu süreç nasıl başladı? Hangi gerekçelerle yargılandınız ve hangi dayanaklarla hapis cezası kesinleşti?

Yargıtay 9. Ceza dairesi hakkımda hapis cezası vermedi. İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 4 Mayıs 2011 tarihinde “örgüt yöneticisi” olduğum iddiasıyla verdiği 18 yıl 9 aylık cezayı fazla bularak örgüt yöneticiliğinden değil örgüt üyeliğinden yargılanmam gerektiğini, yani 10 yıl ile 15 yıl arasında cezalandırılmam gerektiğini belirterek, mahkumiyet kararını onaylamayarak yeniden yargılanmamı istedi. Yeniden yargılanma süreci başlayacak. Görünürde lehime bozulan bir karardı. Ancak esasen aleyhime bir karardır. Benim için devletin yaptığı tartışmanın özeti şu: Necati Abay’ı 18 yıl 9 ayla mı cezalandıralım yoksa 10 yıl ile 15 yıl arasında bir ceza mı verelim!

2003 yılında Atılım gazetesinde yazar-editör olarak çalışıyordum. Komplo kurulmadan 2 ay önce 4 Şubat 2003’te çalışma arkadaşlarımla birlikte gazeteden gözaltına alınmış ve serbest bırakılmıştım. Gözaltındayken bir polis şefi beni “Atılım gazetesinde bombalama eylemlerinin haberini yaparsanız başınız beladan kurtulmaz. Seni her an tutuklatabiliriz. Ne zaman tutuklatacağımıza biz karar vereceğiz” şeklinde tehdit etmişti. Bu aynı zamanda otosansür dayatmasıydı. Ben de, “basın özgürlüğünü savunduğumuzu, haber değeri taşıyan her haberi diğer medya organları gibi yayımlayacağımızı” söylemiştim. Nitekim 2 ay sonra 13 Nisan 2003 tarihinde evimden bilgisayarımla birlikte gözaltına alındım. Evimdeki aramada hiçbir “suç unsuru”na rastlanmadı. İstanbul Terörle Mücadele Şubesi’ne götürüldüğümde, gazetemde bombalama eylemlerinin haberi yapıldığı için “İstanbul’daki bombalama eylemlerinin koordinatörü olmak”la suçlandım.

4 günlük gözaltından sonra Savcılık tutuklanma istemiyle sorgu hakimliğine sevk etti. Sorgu hakimi “bombalama eylemlerinin koordinatörü” suçlamasını ciddiye almamış olacak ki beni serbest bıraktı. O zaman, “oh be, komplo 4 günde açığa çıktı” diye sevinmiştim. Ama yanılmışım. Birkaç saat sonra savcılığın yaptığı itiraz üzerine tutuklanıp Tekirdağ F Tipi Cezaevi’ne konuldum.

Hazırlanan iddianameden “yasadışı örgüt” temasıyla tutuklandığım anlaşılıyordu. Bu klasik bir devlet politikasıydı. Hedefe konulan gazetecilerin, yazarların, aydınların “illegal örgüt üyeliği veya yöneticiliği” iddiasıyla gözaltına alınmasının, ağır cezalara mahkum edilmesinin sayısız örneği vardı. Nazım Hikmet, Hikmet Kıvılcımlı, Kemal Tahir, Emil Galip Sandalcı, Erdal Öz, Altan Öymen, Ahmet Şık, Nedim Şener, Soner Yalçın, Ragıp Zarakolu...

Ben de MLKP’nin bombalama eylemleri yapan 3 hücresinden sorumlu ilan edilmiştim. 4 Şubat 2003’te gözaltında yapılan “bombalama eylemlerinin haberini yaparsanız seni tutuklatırız” tehdidi açık bir komployla gerçekliğe dönüşmüştü. Tutuklanmamdan yaklaşık 6 ay sonra, 3 Ekim 2003 tarihinde 4 Nolu Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde ilk duruşmam görüldü. Savunmamı yaptım ve mahkeme beni tutuksuz yargılanmak üzere serbest bıraktı. Sorgu hakimliğinde serbest bırakıldığımda sevindiğim gibi ilk duruşmamdaki tahliyeme de sevinmiştim. “Oh be, 6 ay sonra da olsa komplo açığa çıktı” diye düşünmüştüm. Mahkeme heyeti, ağırlaştırılmış müebbet hapis istemiyle yargılanmama rağmen “bombalama eylemlerinin koordinatörü” olduğum iddiasını anlaşılan ciddiye almamıştı. Ama yanılmışım.

8 yıldır adalet arayışımı sürdürmüştüm. Ve doğal olarak aleyhime hiçbir delil bulunamadı. Çünkü asılsız iddiayla suçlanıyordum ve olmayan delil bulunamazdı. 8 yıl sonra 12. Ağır Ceza Mahkemesinin 4 Mayıs 2011 tarihli karar duruşmasında hakkımda “kanıt yok ama kanaatten” 18 yıl 9 ay hapis cezası verildi. Beraatten adeta eminken böyle bir kararla karşılaşmak doğaldır ki, beni, avukatım Gülizar Tuncer ve davayı izleyen insanları çok şaşırttı. Bu karar hukuki değil, siyasi bir karardı. Yukarıda da belirttiğim gibi Yargıtay 9. Ceza Dairesi 15 Ekim 2012 tarihinde esasen aleyhime verdiği kararla polis komplosunun hukukileştirilmesini perçinlemiş oldu.

Hapis cezası kararını nasıl değerlendiriyorsunuz, bu kararı bekliyor muydunuz? Hapis cezasının gazeteci kimliğinizi baskı altında tutmak için verildiğini düşünüyor musunuz?

4 Mayıs 2011 tarihli yerel mahkemenin verdiği karar, 15 Ekim 2012 tarihinde Yargıtay’ın verdiği karar, benim şahsımda esasen çalıştığım Atılım gazetesine, sözcülüğünü yaptığım TGDP’ye, basın özgürlüğü, düşünce ve ifade özgürlüğü mücadelesine karşı verilmiş bir karardır diye düşünüyorum.

Avukatım Gülizar Tuncer ve ben, aleyhime hiçbir hukuki kanıt olmadığından dolayı beraat bekliyorduk.
Elbette hem yerel mahkemenin hem de Yargıtayın aleyhime verdiği karar, gazeteci kimliğimi baskı altında tutmak, susturulmam için verilmiş bir karardır. Devlet bana ya F Tipi Cezaevinin ya da sürgünün yolunu gösterdi. Her iki durumda da amaçları Türkiye topraklarında beni susturmaktı. Nitekim beni sürgüne mahkum ederek amaçlarına ulaşmış oldular.

necati-abay2.jpg
Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu’nu oluşturarak tutuklanan, susturulmak istenen gazetecilerle ilgili çalışmalar yürüttünüz. Tutuklu olan meslektaşlarınızla aynı neticeyi paylaşır olmak sizin için ne ifade ediyor?

Bizler bedel ödüyoruz. Bu, basın özgürlüğünün bedelidir, düşünce ve ifade özgürlüğünün bedelidir. Bazı meslektaşlarımız Musa Anter, Metin Göktepe, Hrant Dink örneğinde görüldüğü gibi yaşamları sonlandırılarak bu bedeli ödediler. Doğan Özgüden, İnci Tugsavul ve benim örneğimde görüldüğü gibi sürgünde yaşamaya mahkum edilmemiz de bir bedeldir.

Tutuklu olan gazeteci sayısının AKP iktidarıyla birlikte 100’ü aştığı biliniyor. Operasyonel davalar eliyle tutuklanan gazetecilerin yayınlanan haberleri, haber kaynaklarıyla yaptıkları görüşmeleri “suç delili” olarak gösteriliyor. İktidarın gazeteciler üzerinde artırdığı baskıları nasıl değerlendiriyorsunuz?

AKP iktidarı döneminde gazetecilere, düşünce ve ifade özgürlüğü savunucularına, söz, eylem ve örgütlenme özgürlüğü savunucularına, 10 bin civarında BDP’li Kürt siyasetçiye, yüzlerce sosyalist siyasetçiye yönelik kitlesel tutuklama terörü sistematik olarak sürüyor. Halen Türkiye cezaevlerinde 80 civarında gazeteci tutukludur. Bu sayıyla Türkiye tutuklu gazeteci sayısı bakımından dünya birincisidir. Sorunuzda da belirttiğiniz gibi aslında 6-7 ay önce tutuklu gazeteci sayısı 100’ü aşmıştı. Türkiye ve dünya kamuoyunda gelişen tepkinin, bu alanda yürütülen mücadelenin bir sonucu olarak Ahmet Şık, Nedim Şener, Ragıp Zarakolu gibi öne çıkmış gazeteci ve yazarlar serbest bırakıldı.

Esasen AKP hükümeti nezdinde basın özgürlüğü alanında bir ilerlemenin ifadesi değildi bu tahliyeler. Hükümet için bir manevra anlamı taşıyordu. 12 Eylül faşist cuntası döneminde 33 gazeteci tutuklanmıştı. Tutuklu gazeteci sayısı bakımından AKP iktidarı Türkiye Cumhuriyeti tarihinin rekorunu da elinde bulunduruyor.

Hapis cezası kararından ötürü Almanya’ya iltica talebinde bulundunuz. Bu kararı nasıl verdiniz, sizin için zor oldu mu? Kararınız nasıl karşılandı? Yakınlarınızın ve meslektaşlarınızın tepkileri nasıl oldu? Biraz bahsedebilir misiniz?

Elbette bu kararı vermem çok zor oldu. Beni sevenlerin, meslektaşlarımın ısrarları, Türkiye’de F Tipi cezaevi yerine sürgün koşullarında yaşama kararını almamda etkili oldu. 25 Kasım 2012 tarihli “Türkiye’de susturuldum. Artık sürgündeki bir gazeteciyim” başlıklı Türkçe, İngilizce ve Almanca olarak yaptığım açıklamadan sonra beklentilerimin çok çok ötesinde kararımın doğru olduğu yönünde olumlu tepkiler aldım.

AKP eliyle basının bir yandan yandaşlaştırılması, öteki yandan kimliğini koruyan gazetecilere baskılar uygulamasını ele alırsak sizce gazeteciler bu sürece karşı nasıl mücadele edebilir? Meslektaşlarınıza ne söylemek istersiniz?

Basın özgürlüğü, düşünce ve ifade özgürlüğü düşmanlarına karşı meslektaşlarımın en anlamlı yanıtı, örgütlü mücadeleyi, birleşik mücadeleyi daha fazla yükseltmek olmalıdır. Basın özgürlüğüne yönelik her saldırıya anında kitlesel tepki gösterilmeli. Bu alanda Ahmet Şık, Nedim Şener nezdinde yürütülen kampanya, Özgür Gündem gazetesinin kapatılmasını protesto için yapılan kitlesel protesto gösterileri ve refleks, anlamlı örneklerdir. Bu sorun aslında sadece gazetecilerin sorunu değildir. Çünkü basına yönelik saldırılar, gazetecilerden daha çok doğrudan halkın haber alma hakkına yönelik olduğundan halkın tepkisi çok ama çok önemlidir.

Tüm yaşananlara bakarsak; AKP’nin yandaşı olmayan gazetecilere ya mezarı, ya sürgünü ya da cezaevini işaret ettiğini söyleyebilir miyiz?

Elbette söyleyebiliriz. Yaşananlar tam da budur. Şu gerçeği de belirtmek gerekir ki, basın özgürlüğü düşmanları eninde sonunda kaybedecektir. Basın özgürlüğü karşıtları kaybetmeye mahkumdur. Tarihsel bir olgu olarak görülmüştür ki, basın özgürlüğü karşıtlarının iki yakası bir araya gelmemiştir. Basına saldırdıkça kendi sonlarını daha çok yakınlaştırırlar.

Sürgüne tabi tutulan bir gazeteci olarak önünüzde belirlediğiniz hedefler nedir?

Sürgündeki bir gazeteci olarak, aynı zamanda Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu’nun sürgündeki bir temsilcisi olarak gazetecilik faaliyetimi, Türkiye ve dünya kamuoyu nezdinde basın özgürlüğü, düşünce ve ifade özgürlüğü mücadelemi sürgün koşullarında sürdürmeye çalışıyorum. Sizinle de yaptığımız gibi gelen röportaj önerilerini zamanım ve koşullarım elverdikçe yerine getirmeye çalışıyorum. Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü (RSF)’nün de üyesiyim. Bu örgüt nezdinde de yeni sorumluluklar taşıdığımın bilincindeyim.

Son olarak eklemek istedikleriniz...
Bu röportajı, Almanya’nın Dingolfing kentindeki mülteci kampının ve iletişim olanaklarının sınırlı olduğu koşullarda gerçekleştirmiş oluyoruz.

soL Haber Portalı aracılığıyla sürgünden tüm basın özgürlüğü, düşünce ve ifade özgürlüğü savunucularına kucak dolusu sevgi ve selamlarımı gönderiyorum. Selin Asker - soL