“Özgürlüğü hatırlayabilen

yazarlara ihtiyacımız olacak.

Şairlere, hayalperestlere, daha büyük

bir gerçekliğin gerçekçilerine.”[1]

Attila İlhan’ın “Hayat Bilgisi”ne dahil ettiği bir sanat dalı olarak edebiyat hüneridir, başka türlü söylemektir, itiraftır, meydan okumadır.

Edebiyat, bir şeye bakmak değil, onu görmektir. Görmekle de kalmayıp gördüğüne dokunabilmektir. Dokunmaktan da öteye geçip dokunduğun şeye hayat vermektir. Hayat verdikten sonra da hayatı paylaşmak, onunla bir bütün olmak, onu yaşamaktır.

Edebiyat insan(lık)ı anlatma, insan(lık)a anlatma sanatıdır; insan(lık)a ayna tutmadır.

Hayatın ta kendisidir edebiyat; insan(lık)ı anlama ve anlamlandırmadır; Susan Sontag’ın ifadesiyle “Edebiyat özgürlüktür!” ya da Fernando Pessoa’nun, “Edebiyat denen şey, hayatı mümkün olduğu kadar gerçek kılmak için çaba sarf etmenin bir adıdır,” diye betimlediği şeydir…

* * * * *

Bunların böyle ve daha da fazlası olduğuna Süleyman Kuş’un, ‘Kendi Yurdunda Sürgün’[2] yapıtında bir kez daha tanık oluyoruz.

“Ferit”ten (s.8-12), “Kenan”dan (s.13-45) vd’lerinden söz ediyor; hepsi bizden ve hayatın içinden; elbette soru(n)larıyla…

“Neden mavi gökyüzü” (s.63) meselesini yanıtlarken; “Kayıp günlüklerden kalan sayfalar” (s.73) çıkıveriyor karşımıza…

Ve O hep “Yollarda”… (s.97-113)

Yolda olmak, yolculuk, edebiyatın ana izleklerinden biri. Çok eski çağlardan beri edebiyatın ilgi alanlarından.

İtalyan edebiyatından Dante Alighieri’nin ‘İlahi Komedya’sında “Cehennem’e, Araf’a ve Cennet’e yaptığı düşsel yolculuk”...

Nâzım Hikmet Ran’ın ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’, Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın ‘Mavi Sürgün’ü, Demir Özlü’nün ‘İthaka’ya Yolculuk’u…

Ya da Truva Savaşı’nda kan revanı içinde her bunaldığında evinde olmanın hayalini kuran Odisseus için Ithake’nin hasretiyle yanıp tutuşmak…

Bunların tümünü şöyle özetleyen Konstantinos Kavafis’in dizeleri:

“İthaka’ya doğru yola çıktığın zaman,/ dile ki uzun sürsün yolculuğun,/ serüven dolu, bilgi dolu olsun.//

Dile ki uzun sürsün yolun./ Nice yaz sabahları olsun//

Hiç aklından çıkarma İthaka’yı./ Oraya varmak senin başlıca yazgın./ ama yolculuğu tez bitirmeye de kalkma sakın./ Varsın yıllarca sürsün, daha iyi;/ sonunda kocamış biri olarak demir at adana//

Geçtiğin bunca deneyden sonra/ öyle bilgeleştin ki,/ artık elbet biliyorsundur/ ne anlama geldiğini İthakaların..[3]

* * * * *

Coğrafyamızda İthaka’ya yolculuğun tüm alt üst oluşlarını yaşamış Süleyman Kuş.

Çukurova tarlalarında tarım işçiliği yapan ailesinin kollarına 1967 baharında doğmuş. Çocukluğu 1970’li yılların, gençliği 12 Eylül döneminin koşulları altında geçmiş.

Üniversitede, 1987’de baskılara karşı gençliğin özerk, demokratik üniversite mücadelesine katılmış. Baskı ve işkence görüp, fişlenmiş. Aranır duruma düşüp, üniversiteden de atılmış.

Pazarcılık, seyyar satıcılık yapıp, ardından da muhtelif inşaatlarda çalışmış.

Çeşitli mahlaslar kullanarak yazmış.

Coğrafyasındaki “gurbetçiliğin sonunda”, 2019 Nevroz’unda “Sevgili, üzgün yurdundan” ayrıldığında, “İç sürgünlük, dış sürgünlüğe evril”miş.

Bu serüveni anlatıyor Süleyman Kuş’un, ‘Kendi Yurdunda Sürgün’ü…

* * * * *

İlk kez Erdal Atabek’in kitabında rastlamıştım “kendi yurdunda sürgünsün” sözüne;[4] O da, Süleyman Kuş’un altını çizdiği insan(lık) hâl(ler)inden söz ediyordu.

“Nasıl” mı?

Sürgün, insanın isteği, iradesi dışında arzulamadığı bir iklimde yaşamaya mecbur edilmesidir.

Sürgünlük dayatılmış bir yaşam biçimiyken; kimileri için de “İnsan kendi yurdunda sürgün olabilir”di.

Aslında kavramı genişlettiğiniz de kendi içimizde bile sürgün olabilirsiniz; “Hayattan yalıtılmış, duygulardan yoksun bırakılmış insanlar aslında ‘sürgün’ değil miydi?” diyerek!

Sürgünlük sadece doğup büyüdüğümüz yerden uzakta mı yaşanır? Kişi kendi memleketinde, kendi insanlarının içinde, sevdiklerinin arasında da sürgün olamaz mı? Sürgünlüklerin içinde aslında en kötüsü “Kendine sürgün olmak” değil midir?

Bu hâli şöyle tasvir eder Milan Kundera:

“Göçmenlik yalnızca kişisel açıdan bile güç bir iş: Her zaman özlem acısı düşünülüyor; ama en kötüsü yabancılaşmanın verdiği acıdır; Almanca die Entfremdung sözcüğü söylemek istediğimi daha iyi açıklıyor: Bize yakın olan şeyin yabancıya dönüştüğü süreç. Göçülen ülkeye karşı Entfremdung çekilmez: Orada tersinedir süreç: Yabancı olan yavaş yavaş yakın ve önemli olur... Yalnızca uzun bir ayrılıktan sonra anayurda geri dönüş dünyanın ve varoluşun özdeksel özgünlüğünü ortaya çıkarabilir.”[5]

En öğretici, en hakiki ama aynı zamanda en acıtıcı sürgün budur Edward Said’in deyişiyle, “Sürgün, bir insanla doğup büyüdüğü yer arasında, benlik ile benliğin gerçek yuvası arasında açılan onulmaz gediktir. Özündeki kederin üstesinden gelmek mümkün değildir.”[6]

“Sürgünlük özünde kıskanç bir hâldir. Sahip olduğunuz çok az şey olunca, elinizdekilere saldırgan bir korumacılıkla tutunursunuz.”[7]

“Sürgün hakkında düşünmek tuhaf bir biçimde davetkâr hatta kışkırtıcı bir şeydir de, sürgünü yaşamak korkunçtur. Sürgün, bir insan ile doğup büyüdüğü yer arasında, benlik ile benliğin gerçek yuvası arasında zorla açılmış olan onulmaz gediktir: özündeki kederin üstesinden gelmek mümkün değildir. Tarihin ve edebiyatın, sürgünü insanın hayatında kahramanca, romantik, şanlı ve hatta muzafferane sayfalar açan bir durum olarak betimleyen hikâyeler barındırdıkları doğrudur. Ama bunlar hikâyeden, yabancılaşmanın kötürümleştirici hüznünü alt etme çabasından ibarettir. Sürgünde elde edilen kazanımlar sonsuza dek arkada bırakılmış bir şeyin kaybedilmesiyle sürekli olarak baltalanır.”[8]

Kolay mı? “Hiç kimse sürgünde huzur içinde olmaz. Bir kere hiç kimse sürgüne kendi seçimiyle gitmez. İkincisi hiç kimse, üzerinde kuvvetle iz bırakmayan bir sürgün dönemi geçiremez. Sürgün sizi var oluşsal biçimde etkiler. Bir varlık olarak sizi kuşatır. Sizi fiziksel ve zihinsel olarak sarsar. Sürgün, erdemlerinizi ve hatalarınızı büyütür,”[9] diye ekler Paulo Freire.

* * * * *

Özetle Aysel Gürel’e, “Sürgün her nefeste yalnızdır”; Nâzım Hikmet’e, “ben bir ceviz ağacıyım gülhane parkında/ ne sen bunun farkındasın/ ne polis farkında”; Ingeborg Bachmann’a, “bir ölüyüm ben, dolaşıp duran/ artık hiçbir yerde kaydım yok,” dedirten sürgün hâli ne mutlaktır ne de muğlak.

O bir cezalandırma, bir mahkûmiyet, bir uzaklaştırılma/ kopartılmadır.

Ya da ekmeğinin tuzlu, merdivenlerinden tırmanmanın zor olduğu hâldir.

Veya gidebildiğin kadar yol sürgünündür; ev(in)e dönene dek yolcudur her sürgün.

Ancak sürgün, “orada olmamak”ın, “yabancı olmak”ın acısını taşırken; zaman özleneni -kentleri, coğrafyayı ve insanları- da değiştirir.

Ayrıca geriye de dönülemez. Dönülen yer gidilen yer değildir çünkü.

* * * * *

Toparlarsak; sürgünde her yer loş karanlık olsa da; sürgün(lük), kimi zaman sürgün vermek, filizlerini kınından çekip, baharı bile müjdelemektir; Bertolt Brecht’in, “ne işe yarar çivi çakmak duvara/ as gitsin iskemleye elbiseni/ nasıl olsa döneceksin//seni çağıran mektup/ ana dilinde yazılmış olmayacak mı?” dizelerindeki üzere…

Bir çürüme ya da bir yaratıcılık imkânı olarak sürgünde, “İnsanın kendisi, bir ülkü uğrunda ıstırap çekmez ve ölmezse korkun, çünkü bu tek nitelik, insanın temelidir ve bu tek nitelik, insanı evrendeki bütün öteki şeylerden ayırır”ken;[10] “Sürgündeki kişi, ütopik insanın mükemmel hâlidir: Daima geleceğin nostaljisinde yaşar,” der Ricardo Puglia…

Süleyman Kuş’un, ‘Kendi Yurdunda Sürgün’ünde gelecek umuduyla yoğrulmuş bir İthaka yolcusunun mükemmel hâlini görecek, bulacaksınız…

12 Ağustos 2023 13:29:41, Çeşme Köyü.

N O T L A R

[*] Avrupa Demokrat, Ağustos 2023…

[1] Ursula K. Le Guin.

[2] Süleyman Kuş, Kendi Yurdunda Sürgün, Ubuntu Yay., 2022.

[3] Konstantinos  Kavafis, Çağdaş Yunan Şiiri Antolojisi, çev: Cevat Çapan, Adam Yay., 1982, s.20-21.

[4] Erdal Atabek, Kendi Yurdunda Sürgünsün, Altın Kitaplar, 1989.

[5] Milan Kundera, Saptırılmış Vasiyetler, çev: Özdemir İnce, Can Yay., 1995, s.78-79.

[6] Edward Said, Kış Ruhu,  çev: Tuncay Birkan, Metis Yay., 2000, s.28.

[7] yage, s.33.

[8] yage, s.28.

[9] Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev: Erol Özbek-Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yay., Ocak 1991.

[10] John Steinbeck, Gazap Üzümleri, çev: Gülen Fındıklı, Remzi Kitabevi, 2014.