Öykü yazamıyorum!
Yok, öyle işin içinde korku falan yok!
Yazmak istesem de yazamıyorum.

Bilenler bilir, bu güne kadar yığınla öykü yazdım. Bir çoğuna katıla katıla güldü insanlar.
Bazı öykülerime ağlayanlar bile oldu.
Birkaç tane de öykü kitabım var.

Yeni öykü yazamıyorum işte.
Oysa şu “Zam-Zulüm-İşkence=İşte Faşizm” günlerinde insanları birazcık güldürebilecek bir öykü yazabilmek için aylarca uykusuz kalmaya bile razıyım.
Ama ne zaman yazılacak bir konu seçsem, azıcık düşününce bakıyorum, “Aha, yazmışlar!”
Hem de ne yazış.

Efendim, bilirsiniz eskiden kim “HIRSIZLIK” üzerine bir öykü yazmaya kalkışsa, aklına önce Nasrettin Hoca’nın fıkrası gelir, “Baba eve hırsız girdi/Tut getir/Gelmiyor/Bırak gitsin/Gitmiyor” sözleri öykünün bir yerlerine yerleşirdi.

Ben de bir hırsızlık öyküsü yazayım, insanlar biraz gülsünler istedim, yazamadım.
Baktım TC. diktatörü bu konudaki öykülerin en acısından en komiğine kadar hepsini yazmış.

Diktatörün yazdığı öykülerin içinde neler yok…:
Banka var, ayakkabı kutusu var, Bilal var, Zarrab var, Bakan var, başbakan var, devlet var, paralel var..Emine var.. En arka fonda da koruyucu Allah var.

Öykünün eksik kalan kısmını da mahkemeler tamamlamış:
“Her kim ki diktatöre hırsız der, 7 yıl zindanda yatacaktır!”

Diktatörün yazdığı hırsızlık öykülerini okuyan halk ne demiş:
“Adam müthiş yazıyor abi, çalıyor çalmasına da halk için çalıyor. Bırakın azıcık daha çalsın!”
Eh, bu sözlerden sonra sıkıyorsa gel hırsızlık öyküsü yaz.

Efendim, eskiden İÇKİ üzerine ne biçim öyküler yazılırdı.
Bektaşi Babaları, ayyaşlar, meyhaneci kerhaneciler, “Zombabalar”, evdeki kadınların yerini alan rakılar, onsuz sevgiliye gidilemeyen şaraplar, mezeler, meyhane fıkraları girerlerdi öykülerin içine..
Kafayı bulunca da “Dürriyemin güğümleri”..
Gül baba gül.

Şöyle kralından bir rakı hikayesi yazayım dedim, baktım onu da yazmışlar.
Cennette “Kevser Şarabı” bulunduğundan dünyada rakı-şarap içenlerin cennete gitme olasılığı %0 olmuş. Üstelik diktatör de demiş ki:
“Niye içki içiyorlar, benim gibi ayran içsinler, sağlıklı kalsınlar.”
Sonra gelmiş ayranın yararları, meziyetleri... İneklerin, koyunların, keçilerin, mandaların ve hatta develerin bile memeleri rağbet kazanmış.
Atlar; “Lan dingolar, sizin atalarınız bizim sütümüzle KIMIZ yapıp, kafayı buluyorlardı, niye bizim sütten de ayran yapılmıyor” demişlerse de kimse onları dinlememiş.

Diktatörün yazdığı “İçki külliyen yasaktır” öyküsünün üstünü de meclisteki milletvekilleri halk adına tamamlamış. Demişler ki:
“Tarihi alanlarda içki içmek yasaktır!”

Ulan Türkiye’nin tamamı TARİHİ ALAN!
Bakın o ülkenin tarihine; o ülkenin topraklarının her milimetresinin üstünden geçmeyen atlı kalmış mı kalmamış mı?
MED’lerden cezirlere, Elenlerden Araplara, Romalılardan Türkler’e, anasının dininden babasının örekesine kadar herkes atını dört nala sürmüş o topraklardan.
Toprağın neresini kazsan altından “Aha sana bir tanrı” fışkırıyor.
Zaten o ülkenin yerli halkları kendi elleriyle bellemişler o ülkenin her yanını.
O ülkeden daha fazla “Tarihi alan” olacak başka bir yer var mı?

Üstelik diktatörün yazdığı “İçki haramdır” sözünü Kur’an da desteklemiş.
Allah zaten en arkadan gözetliyor.
Zabıtalar da öykünün halk tarafından iyi okunup okunmadığını saniyesinde izliyorlar.
Günümüzde yaşayan, ağız dolusu sövebilen bir NEYZEN bile yok.
Eee, daha ne öyküsü yazacaksın sen şimdi kalkıp içki üzerine?

Ben eskiden müthiş “ZİNA” öyküleri de yazardım.
Şimdi öyküye “Z” diye başlasam; Ahlak Zabıtaları, Mahalle İmamları, Hane İmamları, DİN-AYET başkanlığı, polisler balıklama dalıyorlar öykünün en derin yerine.
Üstelik; “EL-ELE” gezmek, “KIZLI-ERKEKLİ” yaşamak bile yasaklandı.

Diktatör de “Eskiden ne biçim zinalar vardı, bizim zamanımızda devlet her gece halkın anasını-karısını bir güzel bellediğinden ve zinayı kendisi yaptığı için zinanın bir hükmü kalmamıştır” diyerek o öyküye de noktayı koydu.

Yok, öyle heyheylenmeyin hemen. Gidin rasgele birkaç evi kontrol edin, oturma odalarında, yatak odalarında kaç diktatör fotoğrafı, afişi çıkar önünüze görürsünüz.
Adamın birinin de “Diktatör istesin, eşimi göndereyim” dediğini sakın unutmayın!
Haydi gelin de o gözlerin, böylesi zepevenklerin önünde şöyle iyisinden bir zina yapın bakalım!

Bütün konuları terk edip, acılı, üzüntülü, işkenceli, aramalı-taramalı, hücreli, idamlı bir “CEZAEVİ” öyküsü yazayım diyorum, diktatörün sözleri odanın her yanında çınlıyor:
“Bize eziyet ettiler, bizi hapsettiler, ne etmiştik, sadece bir şiir okumuştuk, bize zulmettiler, bizi hapse tıktılar!”

İnsanın oturup ağlayası geliyor.
Bir şiir yüzünden insan tıkılır mı zindana?
Sokağa mı çıkmış, TOMA’lara nanik mi yapmış, polise karşı mı gelmiş, terörist mi bu adam bre? Nasıl atarsınız onu içeriye?

TOMA dedim de aklıma geldi. Bu GEZİ mi, gazi mi nedir, onlar yine sokaklara çıkacaklarını ilan etmişler, devlet de “Sıkıyorsa gelin ulan” diyerek “GEZİ” denilen yerin çevresine 25 bin polis, 50 TOMA yerleştirmiş.

Şimdi ben bunun öyküsünü yazmaya kalkışsam; TOMA devletin, polis devletin, kurşun, biber gazı devletin, öyküyü yazan diktatörün kendisi, “Polise emri ben verdim” diyen de zaten o, ben öykünün neresini yazayım?

Diktatörün “Öldürün” deyip de öldürttüklerinin öyküsünü zaten yazamıyorum. Yüreğim dayanmıyor o öykülere. Biz tarih boyunca hep öldük. Ölümün neresinin öyküsünü yazayım?

Efendim, rivayet edilir ki; 4 İngiliz yazar İstanbul’a gelmiş, Aziz Nesin’e konuk olmuşlar. Aziz Nesin bunları almış Beyoğlu’na götürmüş, orayı burayı gezdirmiş, sonunda bir meyhaneye oturmuşlar.
Ama o da ne? İngiliz yazarların suratları bir karış.
“Ne iş Misterler, bu ne surat” diye sormuş Aziz Nesin.
“Daha ne olsun” demiş misterlerden birisi, “Biz o yazdığın öyküleri senin bulup, uydurup yazdığını sanıyor, sana müthiş saygı duyuyorduk. Ama bu gün gördük, o öykülerin hepsi sokakta. Toplamış yazmışsın, hepsi bu!”
Ne desin Aziz Nesin?
“Bizim ülkemizde Diktatörler bile öykü yazar” mı desin.
Gülmüş geçmiş.


Yazamıyorum işte, öykü de yazamıyorum, roman da.
Pilim bitti belki.
Konularımın hepsi diktatör tarafından çalındı.
En iyisi bir fıkrayla kapatayım bu yazıyı.

Efendim, bir İngiliz turist otomobiliyle Karadeniz dağlarında geziye çıkmış. Derken bir tarlanın yanında otomobili bozulmuş. Adam açmış kaportayı, orasını burasını incelerken gaipten bir ses gelmiş:
“Bujilere bak bujilere!”
Fıkra bu ya, İngiliz Türkçe’yi ana dili gibi biliyormuş, sesi duyunca bakmış çevresine, ama kimseyi görememiş, motoru kontrole devam etmiş.
“Lan sana bujilere bak dedik dingo” diye gürlemiş ses yeniden.
Korkuyla irkilmiş İngiliz, Uzun uzun süzmüş çevresini, ama tarlanın ortasında otlayan yaşlı bir öküzden başka kimseyi görememiş.
O sırada eskinin eskisi bir traktörle bir köylü gelmiş yanına İngiliz’in, “Ne oldu, hayırdır” diye sormuş.
“Motor çalışmıyor” demiş İngiliz, “Biri de bana durmadan ‘Bujilere bak’ diye bağırıyor!”
Gülmüş köylü, “Aldırma sen o keleğe” demiş, “Bizim öküz o. Ama o sadece traktörden anlar, senin otomobilin markasını bile tanımaz!”


Öküzlerin bile öykü yazabildiği, diktatörlerin bas bas “Tarihi de, en güzel öyküleri de biz yazdık ulan” diye bağırdığı bir dünyada gelin de insanları birazcık güldürebilecek bir öykü yazın bakalım!