“Gerçeği bilmeniz gerekiyor,

gerçeği aramanız gerekiyor.

Gerçek sizi özgür kılacak.”[1]

Emma Goldman’ın, “Eski geleneklerle alışkanlıklardan kaynaklanan engellerden kurtulmaya ihtiyacımız var”; Mahatma Gandhi’nin, “Çoğunluğun onayı yanlışı doğru yapmaz,” saptamalarına katılan birisi olarak; “Hangi Abdülhamid?”[2] ikilemine prim vermeyenlerdenim; bence Abdülhamid, Abdülhamid’dir; yani bir Osmanlı Padişahı’nın olması gerektiği gibi, ne ise, tamı tamına odur!

Malûm, Osmanlı’ya ilişkin efsane ve gerçekler alt üst ediliyor. “Ulu Hakan” mevzuu da buna dâhil elbette!

Tuhaf günler yaşıyoruz. Zamanın ruhu, gerçeklerle savaşıyorken; Abdülhamid’i tartışıyoruz!

Hani Şair Eşref’in, “Besmele gûş eyleyen şeytan gibi,/ Korkuyorsun höt dese bir ecnebi,/ Padişahım öyle alçaksın ki sen,/ İzzet-i nefsin Arap İzzet[3] gibi!//

Budur tarihçesi Abdülhamid’in:/ Otuz üç yıl bela çektik fakat güç/ Ne lâzım asrına bir başka ta’rif,/ Belâ ebced hesâbıyla otuz üç!” dizelerindeki müstebit padişah…

Ya da muhafazakâr kesimin önde gelen yazarlarından Peyami Safa’nın 6 Mayıs 1956 tarihli Milliyet gazetesindeki Objektif köşesindeki tarifiyle, “Sultan Hamit… Taif’te Mithat Paşa’yı boğduran, Sivas’da İsmail Safa’yı öldüren, daha nice vatan evladını sürdüren ve süründüren, memlekete Avrupa’dan kitap, mecmua ve gazete gelmesini yasak eden, hafiyeliği ve jurnalcılığı rütbe ve makam elde etmenin şartı hâline getiren,”[4] Osmanlı padişahından söz ediyoruz…

Yine Peyami Safa 26 Nisan 1956 tarihli “Ayşe Hanıma Açık Mektup…” başlıklı diğer yazısında şöyle der:

“Osmanlı tarihi, zalim ve müstebid Sultan Hamit için veya Avrupalıların diliyle ‘Kızıl Sultan’ için, sizler gibi düşünmüyor.

Muhterem pederiniz bir katildir, Ayşe hanım! Hem de bir defa değil, birkaç defa katil! Mithat Paşa’yı Taif’te boğdurmuştur, babam İsmail Safa’yı Sivas’ta öldürmüştür. İki yaşımda yetim kaldığım tarihten beri başıma gelen felâketlerin de müsebbibi haşmetlû ve faziletlû pederindir, Ayşe hanım.

Mithat Paşa’nın da, İsmail Safa’nın da suçu hürriyete inanmaktı.”[5]

Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde “muhafazakâr” çevrelerde dahi pek hayırla anılmayan II. Abdülhamid’in diriltici İsa’sı, İslâmcıların “üstadı azamı” Necip Fazıl Kısakürek olmuştur. Ona göre: “II. Abdülhamid, Türkün özünün ve temel varlığının, hakkı gasp edilmiş, mağdur kurtarıcısıdır. Abdülhamid, Tanzimat sonrasındaki Batı’ya kontrolsüz, körü körüne yönelişin karşısında inatla duran, kök ve cevherin müdafaasını son bir gayretle yapan muazzam bir şahsiyettir. Abdülhamid’i anlamak sayesinde yüzlerdeki maskeler düşecek ve onu bir anahtar gibi kullanarak bizi bu karanlık ve şahsiyetsiz ortama getirenlerin içyüzleri ortaya dökülecektir. Abdülhamid hakkında söylenen her olumsuz iddiayı tersine çevirdiğimizde doğruyu bulacağızdır.”

Necip Fazıl Kısakürek kuşkusuz gerçeği söylemiyorken; II. Abdülhamid merkezli “tarih şuuru” iddiası veya tarih yazımcılığı sağ/ muhafazakâr/ İslâmcı siyaset ve ideolojinin ürünüdür. Bu ekolün en önde gelen düşünce babası da Necip Fazıl Kısakürek’dir.  Nitekim, bu ekol çerçevesinde yazılanların hemen tümü, Necip Fazıl’ın tarihçilik ile alâkâsı olmayan ‘Ulu Hakan’[6] başlıklı yapıtında yazılmış dipnotlarından ibarettir.

Bu ekol zamanında, gerek Cumhuriyetin resmi tarih yazımı, gerek sol tarih yazımı II. Abdülhamid’i yine ideolojik kalıplar içinde “gerici” bir müstebid olarak resmetmesine tepki olarak doğdu ama konu tepkiden fazla olarak, Cumhuriyetin seküler modernleşmesine itirazın sembolü olarak pekişti.

AKP’nin sağ-muhafazakâr-İslâmcı söylemi Abdülhamid ile dönemini Necip Fazıl-Kadir Mısıroğlu popüler-ideolojik tarih yazımı çerçevesinde değerlendirmekte ısrarlıyken; yeni/ yeniden resmi tarih yazımını devreye sokuyor.

* * * * *

“Nasıl” mı?

Örneğin Recep Tayyip Erdoğan, “Sultan Abdülhamid 33 sene gram yer kaybetmeden Osmanlı’yı yönetti” iddiasını yinelediği gibi...

Osmanlı’nın toprak kaybı/ kazancı bizce bir mesele teşkil etmez; ama konuya ilişkin olara Prof. Dr. Mithat Baydur, “Yanlış referans alıyorlar” derken tarihçi Ümit Doğan da ekler: “1.5 milyon kilometrekare toprak kaybedildi!”[7]

Onların tarihinin kaydettiğine göre II. Abdülhamid döneminde bakın neler olmuş?

“Ermeni gailesi”; Yunanistan’ın Girit’e el koyması ve adaya özerklik verilmesi; Yemen isyanları; Makedonya’ya özerklik verilmesi; Bulgaristan ve Bosna-Hersek’e özerklik verilmesi; Sırbistan ve Karadağ’ın bağımsızlık kazanması; 93 Harbi (1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı); Balkanlar’ın ve Doğu Anadolu’nun Rus işgaline uğraması; 13 Aralık 1877 günü Meclisi Mebusan’ın süresiz tatili; Sırbistan, Karadağ ve Romanya’nın bağımsız devlet olmaları; Bulgaristan Prensliği’nin ortaya çıkması; 1878 Ermeni meselesinin ortaya çıkması; İngiltere’nin Kıbrıs’ı ele geçirmesi; Bosna ve Hersek’in Avusturya-Macaristan tarafından işgal edilmesi; Mısır’ın İngilizler tarafından işgali; Düyunu Umumiye İdaresi’nin kurulması; Tunus’un Fransızlar tarafından işgali; Muharrem Kararnamesi’nin yayımlanması; Doğu Rumeli’nin Bulgaristan tarafından ilhakı; Girit Rumlarının adayı Yunanistan’a bağladıklarını ilan etmesi; 31 Mart isyanı ve hükümet darbesi girişimi...[8]

Özetle Abdülhamid, 33 yıllık saltanatında dış baskılara direnemedi, çok taviz verdi, kilometrelerce toprak kaybetti.

“Abdülhamid döneminde Avrupa devletleri Osmanlı’ya bir şey kabul ettirmek için ordular da göndermiyorlardı. Birkaç savaş gemisinin Osmanlı sularında görülmesi yeterli oluyordu.”

Abdülhamid’in “denge politikası” Batılı ülkelerin Osmanlı’dan ne istedilerse almalarını sağladığından, Batılı ülkeler “hasta adamın” bu hasta hâliyle 30 yıl daha yaşamasına izin verdiler.[9]

* * * * *

Bütün Osmanlı padişahları arasında Abdülhamid kadar “tartışmalı” olan yoktur…

II. Abdülhamid’e bakınca sömürge hâline gelmiş, yıkılmanın eşiğinde bir devlet, bağımlılaşma, baskı, savaş, katliam, sansür ve sonrasında cehennemi bir tablo görüyoruz. (Sevenlerinin tam olarak ne gördüğünü ise anlayabilmek zor!)

O, Osmanlı padişahları arasında belki de en çok tartışılan isim. “Despot mu?”, “Ulu Hakan mı?”, “Kızıl sultan mı?”… Yoksa atfedilen sıfatlardan her birini biraz hak ediyor mu?

Osmanlı düşüyle uyuyanlar, bir gün Osmanlı’nın kudretine ulaşmayı hayal edenler için II. Abdülhamid bir “Ulu Hakan”.

Özellikle 1950 sonrası İslâmcı cenahta Abdülhamid sevgisi sürekli arttı. Necip Fazıl’ın bu konuda hakkı teslim edilmeli. Hatta bazı tarikat şeyhlerinin Abdülhamid’ten evliya olarak bahsettiğini görmek mümkün.

Şimdilerde II. Abdülhamidçilik bayrağı AKP’nin elinde dalgalanıyor. GATA’nın adı değiştiriliyor Sultan Abdülhamid Eğitim ve Araştırma Hastanesi oluyor, mecliste O’nun için sempozyumlar yapılıyor, TBMM Başkanı İsmail Kahraman her fırsatta “Sultanın” örnek kişiliğinden dem vuruyor. AKP’liler “Ulu Hakan”larının meziyetlerini, kişiliğini öve öve bitiremiyorlar, onu Tayyip Erdoğan’la özdeşleştiriyorlar.

Eski TBMM Başkanı İsmail Kahraman, Abdülhamid’in bizde Meclis açan ilk hükümdar olduğunu hatırlatarak “Ona vefa borcumuz var” diyor. Fakat Meclis’i kapatan da Abdülhamid’di.

Abdülhamid’ten bir kahraman çıkarma fikri Necip Fazıl’ın fikridir. “Süper Mürşit”in birçok fikri gibi bu da sağlam ve nesnel bir temele oturmaz; entelektüel bir muhakeme ve bir muhasebe sonucunda varılmış bir vargı değildir. Necip Fazıl zaten böyle süreçlerin adamı değildi. Gerçek gökyüzünde hava açık, güneş parlıyor olabilir; Necip Fazıl’ın göğünde her zaman stratus bulutları dolaşır, şimşek çakar, yağmur yağar. Bu Kemalistler Abdülhamid’in “kötü adam” olduğunu mu söylüyorlar? O hâlde Abdülhamid iyi adamdır. Hem öyle “iyi adamdır” falan yetmez; “çok iyi adam”dır, onun gibi iyi adam görülmemiştir. O “ulu Hakan’dır” vb.

Çok mu Müslümandı Abdülhamid? Yoo! Bir kere muhafazakâr Osmanlı padişahı. “Ateist” olacak hâli yok. Ama konyağını içer, başka “alafrangalıklar” yapar (bu şimdiki İslâmcı “lider”lerimizin hoşuna gitmeyecek şeyler) bir adamdı. Siyasette güttüğü İslâmcılık tamamen jeo-politik temellere dayanıyordu: “İmparatorluktan kalanı belki İslâm fikriyle ayakta tutarım” umudu (Boşnaklar, Müslüman Arnavutlar, Torbeşler, Pomaklar ve Balkan Türkleri ile bir “set” çekebilme) söz konusuydu.

“Onun İslâmcılığı, özünde imparatorluğu yaşatma çabasıdır. Abdülhamid hilafet ve İslâm siyasetiyle hiç olmazsa Arap ve Arnavutların sadakatini sağlamak ve İslâm dünyasında nüfuz kazanarak İngiltere’ye karşı elini güçlendirmek istedi.”[10]

Yani Abdülhamid’in Panislâmcılığı, Panslavizme karşı bir politika olmadığı gibi bütün Müslümanları birleştirmek gibi bir hayal de içermiyordu ve “ayrılıkçı” Müslüman Araplara karşıydı.[11]

Bir yandan da, başlıca tehlikeyi yaratan Britanya, Fransa ve Rusya’nın Müslüman uyruklarını Müslümanların halifesi olarak ayaklandırma tehdidiyle bu ülkeleri nötralize etme stratejisi. Bunlar Abdülhamid’i bir “mücahit” yapmaz.[12]

O nihayetinde ağabeyi 5. Murat’ın birkaç ay süren saltanatına (pek de açık ve inandırıcı olmayan nedenlerle) son verilerek apar topar tahta çıkarılıp; Osmanlı’yı 1876-1909 kesitinde tek başına yöneten padişahtı; 33 yıl boyunca “tek adam” olarak tahtta kalmış, milleti ezmişti.

Yıldız sarayında yaşardı; vesveseli, vehimliydi; muazzam bir hafiye ve jurnalciler örgütü kurmuştu.

Korkuyordu, 33 yıl boyunca İstanbul dışına adımını bile atamadı. Saraydan sadece Beşiktaş camiine cuma namazına gitmek için çıkardı.

Çözülüş ve baskı döneminde yaptıklarını satırbaşlarıyla kısaca sıralayacak olursak:

1876-1878: İlk Osmanlı anayasasının hazırlanması, ilk Millet Meclisi’nin açılması ve ardından her ikisine son verilmesi…

1881: Emperyalizme ekonomik teslimiyetin tepe noktası olan Düyun-u Umumiye’nin kuruluşu…

Balkan isyanları ve ardından 12 Nisan 1877’de Ruslarla savaşta (93 Harbi) bütün Osmanlı tarihinin en ağır sonuçlu yenilgisi…

Bu yenilgiyi belgeleyen Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması (3 Mart 1878)…

Yunanistan’ın Teselya’yı ele geçirmesi... İngiltere’nin Kıbrıs, Fransa’nın Tunus yönetimlerinde egemen olmaları. Mısır’ın kaybı…

Ve başta İstanbul olmak üzere ülkenin her yöresinde tam bir polis devleti kuruluşu. Maaşlı jurnalcilik (ihbarcılık) kurumunun yaratılması… 

Osmanlı İmparatorluğu’nun 34. Padişahı Sultan II. Abdülhamid 27 Ağustos 1876’dan 27 Nisan 1909’a kadar hüküm sürdüğü 33 yıllık hükümdarlığında ilk Osmanlı Anayasası’nı (23 Aralık 1876) ilan etti. Böylece demokrasi getireceği izlenimi verdi. Sonra anayasa yanlılarını tek tek sürgüne yolladı. 1878’de de anayasayı kaldırıp Meclis’i kapattı!

Sultan II. Abdülhamid’in Yıldız Sarayı ve Selanik’teki sürgün yılları üzerine araştırma yapan Turan Akıncı’nın, ‘Sürgün’[13] başlıklı yapıtında de isminde “Han” kelimesi olmadığını öğreniyoruz. 2000’lerdeki hayranları onu “muhteşem” hâle getirmek amacıyla olsa gerek böyle söz etmeyi uygun gördüler: “Sultan Abdülhamid Han Hazretleri!”

Hünkâr 24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyeti ilan etti. Aradan on ay geçtikten sonra 27 Nisan 1909’da “demokratik” biçimde saltanatına son verildi. Osmanlı İmparatorluğu tarihinde Meclis kararıyla indirilen ilk padişah olma şerefine nail oldu. Yetmedi bir de Selanik’e sürgün edildi.

İşte ne olduysa bu sürgün sonrasında oldu. Sultan II. Abdülhamid’in bilinmeyen pek çok özelliği ortaya çıktı. Mesela Sultan çok hayvan sever biriydi!.. Selanik’te yerleştirildiği Allatini Köşkü’nde damak tanına uygun süt temin edilemeyince kısa süre içinde Yıldız Sarayı’ndan iyi cins beş adet inek onun yanına getirildi.

Yıldız Sarayı’nda beslediği ve çok sevdiği kedisi Pamuk da bir süre sonra Selanik’teki yaşama dâhil olunca Sultan’a değişik bir mutluluk vermişti.

Sultan Selanik’te kaldığı 3.5 yıl boyunca hiç sokağa çıkmadı.

II. Abdülhamid’in İslâm dininin gerekleri konusunda da esnek ilkelere sahipti. Padişah’ın özel doktoru Atıf Hüseyin Bey bir gün muayeneye geldiğinde soruyor:

-Efendim bugün nasılsınız?

-Oruçtan dolayı kendimi yorgun hissediyorum.

-Siz bugün oruçlu değilsiniz ki.

-Oruçluyum, şüpheniz mi var?

-Ama kahve içmişsiniz…

-Oruçluyum, kahve içtiğimi kim söyledi?

-Diş etlerinizde kahve telvesi var!

-Evet bugün dayanamadım orucu bozdum.

Konakta görev yapan aşçılardan biri bu konu hakkında daha radikal bilgiler veriyor:

-Bu yeni bir şey değil ki, bizim bildiğimiz on beş yıldır oruç tutmaz!

Turan Akıncı’nın kitabında öyle bilgiler yer alıyor ki, 2000’lerdeki Abdülhamidçilerin onu neden bu kadar çok sevdiğini de anlamak kolaylaşıyor:

“Yıldız Sarayında çok büyük bir israf vardı. Padişah sarayını korumakla görevli Hassa Alayı’nın ve sarayda çalışan dev kadronun masrafı padişaha aitti. Kendi sarayının askerleri çift maaş alırken, devlet memurları ve askerler üç ayda bir maaş alabiliyorlardı!”

Sultan II. Abdülhamid tahta çıkınca devlet yönetimini kökten değiştiriyor. O zamana kadar Osmanlı Devleti Babıali’den sadrazam ve nazırlar tarafından yönetiliyordu. Hünkâr Babıali’nin yetkilerini elinden alıp devleti Yıldız Sarayı’ndan yönetmeye başlıyor.

Sultanın devletten aldığı “hünkâr tahsilatı” harcamalarına yetmeyince yeni kaynaklara ihtiyaç duyuluyor. Bulunuyor da… Boş ve sahipsiz, imara müsait araziler, madenler, maden, limanlar ve rıhtımlar, gemi işletme imtiyazları, elektrik, gaz ve su dağıtım gelirleri padişah hazinesine dahil ediliyor.

Turan Akıncı yukarıdaki bilgileri sıraladıktan sonra şöyle devam ediyor:

“Saray para getiren her şeye el koyuyordu. Bütün bu işler padişah emriyle düzenlenip Emlâk-î Hümayun’a bağlanıyordu!”

Son olarak “minik” bir ayrıntıyı daha: Sultan II. Abdülhamid devlete ait 1 milyon 800 bin altını kendi hazinesine aktarmıştı! Tahttan indirildikten sonra devlet eski padişahın servetine el koyarak mücevherlerini Paris’te haraç mezat satılmasını sağlamıştı.[14]

* * * * *

Devam edersek…

31 Ağustos 1876’da Osmanlı tahtına çıkan II. Abdülhamid, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonucunda 13 Temmuz 1878 tarihinde imzalanan Berlin Antlaşması’yla 210.000 km2 civarında toprak yitirmişti.

Berlin Antlaşması sonucunda Balkanlar’da 11 milyon kişi Osmanlı yönetiminden koptu. Toprak ve nüfus kopmalarına ek ol göndermekle yükümlü oldukları vergilerden yoksun kalmıştı.

Bu Osmanlı için müthiş bir sorundu…

1876’da tahta çıkan II. Abdülhamid, 5.5 yıl boyunca, dış borçların ödenmesi için sonuç getiren hiçbir eylemde bulunamayıp,[15] 1881’de “Muharrem Kararnamesi” adıyla imzalanan bir kararnameyi onayladı. Kararnamede yer alan ve Düyunu Umumiye İdaresi (Genel Borçlar İdaresi) olarak bilinen “Düyunu Umumiye-i Osmaniye Varidatı Muhassa İdaresi” kurulmuştu; Avrupa sermayesi için imtiyazlar verilmişti. [16] Yani Osmanlı’dan alacaklarını alamayan Avrupa, Düyunu Umumiye İdaresi’ni kurarak vergilere el koymuştu. Bu idare, Osmanlı Maliye Bakanlığı’ndan daha güçlüydü. Maliye Bakanlığı’nda 5 bin memur çalışıyorken burada 8 bin memur görevliydi.

Düyunu Umumiye başlangıçta 2 milyon 258 bin lira tutarındaki geliri kontrol etmekte olan kurum, 1911-12’de 8 milyon 258 bin lirayı kontrol etmekteyken; bütün devlet gelirlerinin yüzde 31.5’i, örgütün kontrolü altındaydı.

Genel Borçlar İdaresi’nin yönetim kurulu, dış borçlara karşılık gösterilen devlet gelirlerini yönetmek ve toplamak görevini üstlenmişti. Bu gelirlerin neler olduğu konusunu da örneklerle açıklayalım: Gelir vergisi geliri, damga vergisi gelirleri, tuz tekeli geliri, alkollü içki gelirleri, bazı vilayetlerin gümrük vergileri gelirleri, bazı illerin aşarları, Ergani bakır madenleri gelirleri, Anadolu ağnamı (Hayvanlar Vergisi) ve daha birçok devlet geliri.

Onun devri aynı zamanda Galata bankerlerinden alınan paralarla, devletin en sağlam gelirlerinin adeta yok pahasına ipotek edilmeye başlandığı dönemdir. Fakat Sultan henüz şehzadeliğinde tanıştığı danışman-tefeciler sayesinde servetini arttırarak, Osmanlı Bankası ile birlikte Deutsche Bank, Swissbank, Kredi Lione isimli yabancı bankalarda tutardı.

Uzatmak yerine Necip Fazıl Kısakürek’in, “… ‘Üstat’ doğru söylüyor. “Abdülhamid’i anlamak her şeyi anlamak olacaktır…” sözünü anımsatalım; çakma tarihin ikiyüzlülüğüne, yalanına…

Evet Thomas Stearns Eliot’un, “Hikâyelerin çoğu yalan doludur!” ifadesindeki üzeredir Abdülhamid gerçeği de…

Ancak Miguel de Unamuno’nun, “Düşünmek kuşkulanmaktır, kuşkulanmaktan başka bir şey değildir. İnsan kuşkulanmadan inanabilir, bilebilir, düşleyebilir; ne inanç, ne bilgi ne de imgelem için kuşku gerekir; hatta kuşku bunları yok eder; ama kuşkulanmadan düşünmek olanaksızdır. İnancı, bilgiyi ve statik, dingin, ölü olan her şeyi dinamik, tedirgin ve dipdiri düşünceye dönüştüren kuşkudur,” ifadesindeki üzere farkında olanlar için tarih, TRT’nin ‘Payitaht’ dizisindeki kurmaca değildir…

Tam da bunun için “Gerçek yaşamı fethetmek için, önyargılara, basmakalıp düşüncelere, kör itaate, keyfi gelenek göreneklere ve sınırsız rekabete karşı mücadele etmek gerekir.”[17]

18 Temmuz 2023, 12:52:45, Çeşme Köyü.

N O T L A R

[*] Görüş, Ağustos 2023…

[1] Jordan Maxwell.

[2] Tayfun Atay, “Hangi Abdülhamid?”, Cumhuriyet, 3 Şubat 2017, s.6.

[3] Arap lakaplı İzzet, dönemin istihbarat teşkilâtının başındaki zorbaydı.

[4] Mine G. Kırıkkanat, “Abdülhamid mi Dediniz? Varan İki...”, Cumhuriyet, 26 Haziran 2022, s.10.

[5] Mine G. Kırıkkanati, “Abdülhamid mi Dediniz?”, Cumhuriyet, 19 Haziran 2022, s.10.

[6] Necip Fazıl Kısakürek, Ulu Hakan 2. Abdülhamid Han, Büyük Doğu Yay., 1977

[7] Çağdaş Bayraktar, “AKP, Tarihi Çarpıtıyor”, Cumhuriyet, 28 Eylül 2022, s.6.

[8] Özdemir İnce, “Üçüncü Abdülhamid Dönemi”, Cumhuriyet, 27 Mayıs 2022, s.3.

[9] Sinan Meydan, “Abdülhamid Siyasetiyle Vatan Kurtulmaz”, Sözcü, 30 Mayıs 2022, s.2.

[10] Taha Akyol, “Abdülhamid”… http://sosyal.hurriyet.com.tr/yazar/taha-akyol_329/abdulhamid_40229316

[11] Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, YKY, 2018, s.364.

[12] Murat Belge, “Abdülhamid Hastanesi”… http://t24.com.tr/yazarlar/murat-belge/abdulhamit-hastanesi,15336

[13] Turan Akıncı, Sürgün II. Abdülhamid'in Yıldız Sarayı Yılları ve Selanik Sürgünü, Remzi Kitabevi, 2018.

[14] Nazım Alpman, “Muhteşem Abdülhamid!”, Birgün, 15 Eylül 2022, s.6.

[15] 1854’te Sultan Abdülaziz döneminde patlak veren Kırım Savaşı, ekonomik olarak ağır kayıpların yaşanmasına, sonuçta ödenmesi büyük zorluklar yaratacak dış borçların alınmasına neden olmuştu.

1875’e gelindiğinde, bütçe geliri 25 milyon lira olduğu hâlde, ödenmesi gereken dış borç taksiti 12 milyon lira, dalgalı dış borç tutarı 17 milyon liraydı. Osmanlı İmparatorluğu’nun 1875 gelirleri o yıl ödenecek dış borçlara yetmemişti. 6 Ekim 1875’te yayımlanan bir genelgeyle iflas durumu resmen açıklanmış, yabancı elçilere duyurulmuştu.

Doğan Avcıoğlu’nun ‘Türkiye’nin Düzeni-Dün Bugün Yarın’da (Kırmızı Kedi Yay., 2015) ifade etti gibi, 1875’e kadar sürdürülen ilk borçlanma çılgınlığı sermayedar ve aracılar için çok kârlı olmuştur. Osmanlı cephesinden ise 100 borçlanılmakta ama ele 50 geçmekteydi.

Peki alınan paralar nereye gidiyordu?

Prof. Refii Şükrü Suvla alınan kredilerin 5/6’sının tüketime gittiğini, ancak 1/5’inin Anadolu - Bağdat, Soma - Bandırma demiryolları ve Konya Ovası sulaması ile rıhtım ve tersaneler gibi, üretim faaliyetlerine yatırıldığını söylemektedir

[16] Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, YKY, 2018, s.364-365.

[17] Alain Badiou, Gerçek Yaşam (Gençliği Yoldan Çıkarmaya Yönelik Bir Çağrı), çev: Işık Ergüden, Sel Yay., 2017, s.18.