Aydın mutsuz kişidir.  Keşiş,  Victor’lu Hugo’dan, Edward Said’den yola çıkarak entelektüel her eylemin yalnızlığı da beraberinde getirdiğini söylemek pek de mümkün. Özellikle Edward Said; düşünce eyleminin, yaratmanın, sorumluluğun, aydın olma bilincinin bir sürgün yazgısıyla eşdeğerde olduğunu ruhunda hissederek yaşamıştır hep.  Ki burada Adorno:  ‘’Evler geçmişte kaldı.’’ diyerek bir sürgün vatansızlığında, aydının yolunu belirler.

      Hele ki sırtını iktidara dayamayıp ondan köşe bucak kaçan bir aydının yalnızlığı, öyle melankolik,  lirik, içi boş bir yalnızlık değildir asla. Gerçek aydının yalnızlığı, gerçeği, yalnızca gerçeği ve haklıyı irdelemek ve vicdanıyla baş başa kalmak adına oluşan ya da oluşturulmuş yalnızlıktır. Victorlu Hugo ‘’ Bütün dünyayı yabancı bir ülke gibi gören insan mükemmeldir.’’ diyerek her şeyi, ama her şeyi unutarak evrensel aydın yalnızlığına, sürgün acısı katarak Edward Said’e yol açar. 12. yy’ dan, 21.yy’a süren bilgeleşmiş bir yalnızlık… Yaşamın ne dışında ne de sağında olan bir yalnızlık…

        20. yy ’da aydın olmanın yalnızlığı farklılaşmıştır ama. Bu, hem de bilinçli bir farklılaştırılmadır. Sinsi, ideolojik, erk yanlısı… Mızmız, romantik bakışlı, lirik duygularla dolu, yaşamdan kopuk, yağmur altında elleri ceplerinde yürüyen melankolik, hastalıklı bir aydın profili yaratılmıştır. İşin garip tarafı da bu aydın profilinin pek çok taraf bulmasıdır. Halkın, entelektüel sözcüğünün ikiye ayırmasıyla oluşan, boyunlarına fular bağlayıp pahalı şarap içen ‘’entel ’’dedikleri aydın, bu olsa gerek. Biat kültürünün goygoyculuğuna yapmak… Tam da yaşamın dışında ve sağında yer alan bir sahte yalnızlık…

      Sinsi ideologlar: ‘’ Entelektüel olmak yalnızlıktır, her aydın yalnız olmalıdır; bu da onun özgür olduğunun kanıtıdır. ‘’gibi bir düşünceyi,  kapital Batı’nın çıkarları doğrultusunda hemen meşrulaştırıp aydın olmayı, atomize olmakla, herkesten ve her şeyden uzak yaşamakla eşdeğerde tutmuşlar. Böylece entelektüelin hem yol göstericiliğinin hem de konuşma sorumluluğunun önüne geçilmiş; entelektüel bir çeşit pasifize edilmiştir. Batılı ideologların yalnızlığa yükledikleri anlamda artık, sürgün yalnızlığını aşmak, toplumdan kopmak, erk yardakçılığı da vardır.

        Batılı ideologlar, artık her şeyin değiştiğini, bütün-parça arasında bir ilişkinin gerekmediğini, bütünden kopan parçanın üzerinde durulmasını, bütüne bakılmaması gerektiğini, tarihin sonunun geldiğini, savaşın bir medeniyet girişimi olduğunu pompalayarak aydını,  ya bu yönde ehlileştirmeye ya da toplumdan tecrit etmeye çalıştılar. Said’in Rusell’ın karşısına  Fukuyama ve Huntington çıkarılıp  ‘’Sen  hangi taraftasın?’’ dayatmasıyla kapital batının goygoyculuğu yapılıyor. Hem entelektüel olacaksın hem de kapitali savunacaksın! Çelişki bile değil!

       Aydını safına çeken bu ideolojiler, aydın sorumluluğunu ve elbette aydın ahlakını da yok etmiştir. Said’in,  aydın için tehlike olarak gördüğü erke sırtını dayama ve uzmanlaşma, çoğu aydına ilginç ve kârlı gelmiş; ama tam da bu durumda da aydınlar, insan olmayı değilse bile sorumluluklarını yitirmişler, ticaret erbabına dönüşerek sermayenin aydını olmuşlardır. Yüzsüz, yönsüz, sığ,  paragöz, ucuz ve de arsız…

      Tarih boyunca erkin tehdit ve korkuyla beslediği mahrumiyetçi baskı, entelektüelin korkutulmasında, pıstırılmasında hep etkin olmuştur. Çünkü egemen, kendine karşı duran, üreten, daha iyi bir insanlık için uğraşan ve bunun sonucunda halkın yanında olan hiç kimseyi sevmez. Gerçek entelektüelin umurunda olmayan bu sevgi, bir başka aydın-sermaye aydının- için çok önemlidir. Sermaye uğruna düşünceden ödün vermek kadar alçaltıcı başka şeyler elbette vardır: ama düşünceyi, gerçeği bir çıkar uğruna satmak da az bir günahkârlık değildir hiç de.

     Entelektüel, sevilmeyi, takdir görmeyi bekleyen kişi değildir ki… O, gerçeğin yanında olan ve bu gerçeği herhangi bir zümrenin çıkarı doğrultusunda kullanmayan, küreselleşme masalına karşı koruyan, onun tarafında saf tutandır. . ‘’Beni siz yarattınız.’’  tarzı konuşup iki büklüm olan şaklaban bir Hacivat hiç değildir. Takdir edilmek, alkışlanmak kaygısı taşımaz bu nedenle.

    Aydın korkmaz. Korkarsa gerçek yaşamaz. Cezayir işgaline karşı Paris’te bildiri dağıtan Sartre için’’ Sartre da çok oluyor.’’ diyenlere karşı, Fransa Devlet Başkanı De Gaulle: ‘’ Fransa Sartre demektir.’’ yanıtıyla bir aydının korkusuzluğu karşısında şaşkınlığını gizleyememiştir. Ha Sartre şanslı mıydı? Şanslıydı; çünkü tarih, daha önce halkın yanında yer aldığı için öldürülen aydınlarla dolu. Ha Sartre öldürülebileceği olasılığını biliyor muydu? Biliyordu; çünkü tarih öldürülebileceği olasılığına karşın gerçeği, yalnızca gerçeği haykıran aydınlarla dolu. Yani baskı ve korku Sartre için çok da tın!

      Kapital kökenli entelektüele maddi her şey sunulurken Said gibi aydınlara yalnızlık düştü hep. Biri hâlâ cenneti yaşarken diğeri cehennemi yaşıyor. Biri kârda, öteki harda…  Ama biri korkarken öteki korkmuyor. Biri insanlığa bakarken diğeri burjuvazinin dudağından çıkacak bir söze bakıyor. Biri utanır, öteki utanmaz. Birinin ar damarı çatlamışken diğerinin çatlamamıştır. Çünkü aydın bilir ki yanlış hayat, doğru yaşanmaz. Değil mi Adorno?

      Elbette batının sinsi ideologlarının ürettikleri bu düşüncelere gülen aydınlar da var. Said ve Sartre, yaşamın içinde, toplumunda solunda yer alarak aydın sorumluğunu unutmadılar. Elbette Sartre Cezayir savaşında Fransa’ya kurşun sıkmış, elbette Said, İsrail’e taş atmıştır ve elbette Emile Zola, Dreyfus davasında  Fransa devlet başkanına ‘’Suçluyorum’’ demiştir. İşte tam da burada Antonio Gramsci’ nın o ünlü cümlesi akla gelir: ‘’Bütün insanlar entelektüeldir; ama toplumda herkes entelektüel işlevini göremez.’’ Zola’lar çoktur belki; ama  ‘’Suçluyorum’’ diye bağıran tek bir Zola var. Biz Zola’lar değil, bağıran tek bir Zola arıyoruz. Bulan varsa beri gelsin.

        Nesimi, Hallacı Mansur, Pir Sultan Abdal, Şeyh Bedrettin, Nazım Hikmet;  yakılan, dağlanan, pusularda yok edilen aydınlarımızın karşısında  ‘’ Ben aydınım.’’ diyen, ama sırça köşkünde rahatsız olmadan oturanları  da tarih lanetleyecek oysa. Evin rahatlığı ne kadar da ahlaksızlık değil mi Adorno?

        Ha şimdi bir Zola’mız ya da bir Said’imiz, bir Sartre’ımız var mı?  Yok, bir Zola’ mız bile yok.  Ama aydın olmak kolay mı? Sorumluluğu var, korkusuzluğu var, gerçekleri haykırmak var, taraf olmak var…  Buna hangi yürek dayanır ve katlanır? Daha neler! Bekle ki yaz gele!

      Bir aydın ki çıkıp meydanlara seslenmez, bir aydın ki sorun yokmuş gibi Eshaf-ı Kehf uykusuna yatar, tarih de onu affetmeyecektir. En büyük cezayı tarih verirmiş. Sodom ve Gomore ‘deki kir, her yana bulaşmış, her yan kirli...  Ah, neredesiniz Süleyman’ın kuşları, ebabil kuşları neredesiniz?

      Godot, yıllarca bekledi durdu. O hâlâ bekliyorken biz neden beklemeyelim? Bakalım bir Zola’mız ne zaman gelecek? Bir yıl mı, bin yıl sonra mı? Beklemekten ne çıkar ki? Uyu ki üstünü örtem.

  Ayten Gökçer Hanımefendi, entelektüel bir eda ile belirtmişler: ‘’ Türkiye’de sanat baskı altında değil.’’   İlahi Ayten Gökçer Hanımefendi!  Bilincinizin uzantısı olan cümleniz bilinciniz kadar  kısa. Kaldı ki çok da tın!