Mustafa Akpolat

  

25 Ocak Cumartesi günü Hamburg'da, Kultur Forum Altona ve Wernicke-Korsakoflular ve Eski Mapuslarla Dayanışma Girisimi – Avrupa. (WEM-DA) tarafından, Heinrich-Wolgast-Schule toplantı salonunda düzenlenen ''Direnişin sanatı, Sanatın direnişi'', Gezi'nin Şiiri, Şiir'in Gezi'si'' adlı etkinlikte WEM-DA'nın kuruluş amaçları, çalışmaları ve hedefleri konusunda bilgilerin verilmesinin yanısıra, Cezaevlerinde, Gezi'de ve hayatın değişik alanlarında verilen mücadele ve direnişlerin, bedelleri, kazanımları anlatıldı. Direnişlerin kendisi ile birlikte kendi edebiyatını, şiirini, şarkılarını ve sanatınıda yarattığı örneklerle anlatıldı.

Hacer Arıkan kitabını imzalarken



Hamburg'da, ADHF, ATIF, DIDF, AKD ve Rojbin Hamburg Kürt Kadın Meclisi. tarafından desteklenen, Sezin Tosun ve Karina Koryan'ın müzikleriyle açılışı yapılan etkinlik, Danyal Nacarlı'nın okuduğu Şiirlerle devam etti.

Direnişin edebiyatı'ndan, 2000 yılının 19 Aralık günü, Bayrampaşa Cezaevi'nde yaşanan katliamda yaralı olarak kurtulan Hacer Arıkan, kendisi gibi cezaevinde olan 2 kardeşi Erol ve Erdal ile yakınlarıyla yaptıkları yazışmalarından derlenen "Hasretliğime, Doyumsuz Kardeşliğime" adlı kitabından bölümler okuyarak, katliamda yaşadıklarını anlattı. Kitap ayrıca adresine ulaşmayan Mektupları da kapsamaktadır. 

Sercan ve Hasan'ın sunumunu yaptıkları etkinlikte salonu dolduran Hamburg'lular, etkinliğin sonuna kadar ilgi ile izlediler.

 Etkinlikte, Belge Yayınları tarafından yayınlanan, satışından elde edilen gelirin, Wernicke Korsakoff ve Eski Mahpuslarla Dayanışma Girişimi yararına kullanılan "Hasretliğime, Doyumsuz Kardeşliğime" kitabından bölümler okuyan Hacer Arıkan'ın kitabının arka kapağında şu ifadeler yer verilmekte.

"Bayrampaşa'daki yaralı mahpuslardan Hacer Arıkan'ın kafa derisi yüzülmüş, vücudu, saçları, kaşları yanmış, burnu erimiş, yok olmuştu. Operasyon sırasında Hacer'i merak edip koğuşundan çıkan kardeşi Erol bacağından yaralanırken, Bursa'daki ağabeyleri Erdal ölüm orucunda hafızasını yitirecekti. Elinizdeki kitap operasyonu en sert biçimde yaşayan bu üç kardeşin birbirleriyle, aile yakınları ve diğer mahpuslarla olan yazışmalarını konu ediniyor. Katliam sonrası ölüm sessizliğine bürünmüş mekânların sessizliğine meydan okurcasına, 'biz hâlâ yaşıyoruz' diyenlerin sesini duyacaksınız bu kitapta.'

Hacer Arıkan, Kitabından bölümlerde okuduğu konuşmasında, ''Direnebildiğim için, hayatta kalabildiğim için mutluyum dediği konuşmasında, ''bizler içerde operasyona direniyorduk, bir şeyler yapabiliyorduk ama dışarıdaki insanlar yaşanan katliama karşı çaresizlik içindeydiler, onlara çok daha ağır gelmişti. Yok edilmeye çalışılan bizlerin daha çok kök salması için mücadele etmeliyiz.'' dedi.


19 Aralık 2000’de Bayrampaşa Cezaevi’nde bulunan siyasi tutuklular sabahın beşinde silah sesleriyle uyandı. Dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk’ün ifadesiyle ‘devletin şefkatli eli’ can güvenliğini korumak zorunda olduğu tutsaklara uzandığında, kimyasal silahları, gaz ve sinir bombalarını kullandı. 14 saat süren operasyonla Bayrampaşa’da altısı kadın 12 mahkûm diri diri yanarak katledildi. Yirmi cezaevinde uygulanan operasyonun toplam bilançosu ise 32 can oldu, 600’den fazla kişi sakat kaldı.

 Bir çok eski Mahpusun, açlık grevlerinde, Ölüm orçlarında, 19 Aralık katliamında ve uzun yıllar cezaevi koşullarında yaşamış olmalardan kaynaklı rahatsızlıklarnın tedavisi halen devam eden insanlarla dayanışma amaçlı olarak kuruluş çalışmaları devam eden WEM-DA'ın Hamburg'daki bu etkinliklerinin devam edeceği ifade edildi.

 

 Etkinlikte, WEM-DA Avrupa''nın kuruluş çalışmaları amaçları anlatılmasının yanı sıra şu görüşlere yer verildi,  Cezaevleri katliamlardan sağ kurtulmuş,  bir çok tutuklu tahliye edilmişti. Lakin süreç içinde çeşitli bahanelerle  tutuklamalar yeniden başladı. Fiziksel sakatlık ve ruhsal travmalar yaşayan oldukça  fazla sayıdaki  WKS'li arkadaşlarımız ülke dışına çıkmak zorunda kaldı. denilen açıklamada, ''Avrupa'daki, eşitlik-özgürlük mücadelesi geleneğinin  çeşitli renklerden  bir çok arkadaş elele verdi ve Türkiye'deki Dayanışma Ağı'nın  başarılarından aldıkları ilham ile ; Wernicke-Korsakofflular ve Eski Mapuslarla Dayanışma Girişimi -Avrupa'' yı oluşturdu. F Tipi hücreler  başta olmak üzere, cezaevlerinde kalıp da desteğe-dayanışmaya, birlikteliğe ihtiyaç duyan tüm arakdaşlarımız için,  Avrupa'ya özgü koşular, sorunlar ve ihtiyaçlar temelinde hayatı yeniden örgütleme çabasındayız. Neler yapabileceğimizin cevabını arıyoruz. Yaşanan özgül sorunlara karşı birlikte durarak  ve imkanlar ölçüsünde çözüm yollara  üereterek  arkadaşlarımızın yaşam koşullarını iyileştirmek istiyoruz.Bu çalışmamız,  tüm insanlığın  çıkarlarını düşünüp bunun mücadelesini  verirken  ağır bedeller ödemiş insanların yaralarını sarıp, sağlıklı  bireyler  olarak yaşamaya devam  etmelerini sağlamak  içindir. Dayanışma çağrımız; bu bütün duyarlu yüreklere ve bilinçlere , mevcut maddi-manevi, olanaklarını  sunmak isteyen  her bir dostadır'' denildi.



 
ATEŞ YOKTU AMA YANIYORDUK”


''Hayata dönüş'' operasyonun üzerinden 13 yıl geçti. Mağdurlardan Hacer Arıkan yaşadıklarını AGOS’tan Funda Tosun’a anlatmıştı:

19 Aralık 2000’de Bayrampaşa Cezaevi’nde bulunan siyasi tutuklular sabahın beşinde silah sesleriyle uyandı. Dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk’ün ifadesiyle ‘devletin şefkatli eli’ can güvenliğini korumak zorunda olduğu tutsaklara uzandığında, kimyasal silahları, gaz ve sinir bombalarını kullandı. 14 saat süren operasyonla Bayrampaşa’da altısı kadın 12 mahkûm diri diri yanarak katledildi. Yirmi cezaevinde uygulanan operasyonun toplam bilançosu ise 32 can oldu, 600’den fazla kişi sakat kaldı.

Cezaevine giden aydınlar, sanatçılar, sivil toplum kuruluşları ölüm oruçlarının sonlandırılması için heyetler kurarken, devlet meselenin halledileceğini, tutsaklarla anlaşıldığını söylüyor, medya kuruluşları bu beyanları manşetlerine taşıyordu. Oysa yine yalan söyleniyordu. Bir yıl öncesinde operasyon planları hazırlanırken, kullanılacak binlerce bomba temin edilirken, devlet yine yalan söylüyordu. Bedenlerinden başka silahları olmayan onlarca insan ölüm orucuna yattığında, İçişleri Bakanı Sadettin Tantan, ölüm oruçlarının sahte olduğunu kamuoyuna duyuruyor, Sağlık Bakanı Osman Durmuş, hastanelere kaldırılan tutsakların sağlık durumunun iyi olduğunu, vitamin hapları aldıklarını ifade ediyordu. Başbakan Bülent Ecevit ise IMF için hapishaneleri düzeltmek zorunda kaldıklarını ifade ederek, katliamı “teröristleri kendi terörizmlerinden kurtarma operasyonu” olarak değerlendiriyordu. 

O gün bir kadın görüntüsü hafızalarımıza kazındı. ‘Saçlarından tutuşan, yüzleri eriyip akan kadınlar’dan biri olan Hacer Arıkan, operasyon davasının 23 Kasım 2010’da görülen duruşmasında, birkaç gün önce aldığı peruğuyla kamuoyunun karşısına çıktı bu kez. 38 askerin sanık koltuğunda bulunduğu mahkeme salonunda peruğunu çıkardığında, tam on yıl önce toz duman arasında naklen seyre daldığımız katliam görüntüleri arasında “Diri diri yanıyoruz!” çığlıkları kulaklarımızdaydı. Öğrendik ki, kurşunlar, kurbanların bedenlerinden, atış mesafesi ve kullanılan silah tipi belli olmasın diye bıçakla kazınarak alınırken kimileri ölü, kimileri ise hâlâ diriymiş.


KIYAFETLERİMİZ DEĞİL DERİMİZ YANDI”


Hacer peruğunu çıkarıp dizine koydu, ardından bir kadın refleksiyle ensesinde kalan bir tutam saçı kulağının arkasına topladı: “Ben, beni yakan maddenin ne olduğunu bilmek istiyorum. Benim ve arkadaşlarımın kıyafetleri yanmadı. Ateş yoktu ama yanıyorduk. Sadece derimiz yandı, sonra damla damla aktı, uzadı, döküldü. Bir yıl içinde sekiz ameliyat geçirdim, ondan öncekilerin sayısını bilmiyorum. Bir bacağımdan alınan derilerle kafatasım, diğerinden alınanlarla yüzüm yapıldı. Bir yıl öncesine kadar burnum yoktu. Omzumdan alınan parçalarla da burun yaptılar.”

Hacer’in hikâyesini dinlerken aklımda hep sorular vardı: Bu devlet bu günahların bedelini nasıl ödeyecek? Biz tanık olduğumuz bunca vahşete susmanın bedelini neyle ödeyeceğiz?

Hacer, operasyonlar sırasında kurşunlanan erkek kardeşi ve ölüm orucunda bulunan abisi ile Balıkesir’in bir köyünde çiftçi olan anne babasıyla yaşıyor. Röportaja başlamadan önce gelen telefona yanıt veriyor, annesine, başına gelenleri anlattığını, akşam televizyonda görürse korkmaması gerektiğini söylüyor. Sonra tansiyon ilaçlarını almasını, şeker iğnesini vurdurmasını, kahvaltı etmesini, zeytini fazla kaçırmamasını tembihliyor.

YUMUŞAK BİR ŞEYE BASTIM, MEĞER GÜLSER’MİŞ!”

“Dokuz yıldır tutukluydum. 34 yaşındaydım. Sınıf öğretmeniydim. 146/1 ile yargılanıyordum. Adalet bakanı, uzlaşma sağlanacağı konusunda açıklamalar yapıyordu. Saat gece üç buçuk gibi içerden heyet çıktı. Abim C-15’de kalıyordu. Koridorda karşılaştık, ayaküstü konuştuk.  Koğuşuma giderken gardiyanların olduğu odanın boş olduğunu fark ettim. Bir saat kadar sonra, uyur uyanık arası silah sesleriyle yataktan fırladım. Üstümü giyinmeye başladım. Tüm koğuş kalktık. Asker kapıda barikat kurmuştu. Bir süre sonra tavan delindi. O tavan iki ay önce tadilat yapılıyor diye delinmişti zaten, demek hazırlıkmış. Oradan gaz bombaları atılmaya başladı. Askerlerin yüzünde gaz maskeleri vardı ve sürekli koğuşa bomba atıyorlardı, yuvarlak, silindir şeklinde bombalar. Savunmasızdık. Sadece içeri atılan bombaları havalandırmadan dışarı atmaya çalışıyorduk. İstem dışı hareketler yapmaya başladık, kaslarımızı kontrol edemiyorduk, nefes alamıyorduk. Sinir gazı bombasındanmış tüm bunlar. ‘Çıkıyoruz’ diye bağırdığımız anda tavandan bir hortum sarkıtıldığını gördük.  Yatağın üzerine bir alev topu düştü. Hortumdan siyah bir gaz verilmeye başlandı.  Her taraf simsiyah oldu. Şebnem önümde yanarak öldü. Nilüfer ‘Yanıyoruz!’ diye bağırıyordu. Gözlerimi kapattım. Yanarsam gözlerim kör olmasın diye düşünüyordum. Yumuşak bir şeye bastım. Bomba diye düşündüm, meğer Gülser’miş. Şefinur’un ise yüzü dökülüyordu. Akıyordu yere. Kalçama bir darbe aldım, bir bombaydı sanıyorum. Kalkamadım.”


AYAĞIM ZİNCİRLE YATAĞA BAĞLI, TEDAVİ OLUYORDUM!”


“Ölmeyi bekliyordum, bir arkadaşım tarafından kurtarıldım. Askerlerin gazino diye adlandırıldığı yere sürüklendim. İsim tespiti yapıldıktan sonra durumum ağır olduğu için önce cezaevi hastanesine, sonra Haseki’ye, oradan da Cerrahpaşa’ya götürüldüm. Üç ay Cerrahpaşa’da kaldım. Ayağa kalkamıyordum, ayağım yatağa zincirle bağlıydı.  Ailemden haber alamadım, abilerimin öldüğünü sanıyordum. Zaman kavramı yoktu, gözlerim kapalıydı. Kardeşlerim öldü, ben yaşamalıyım diyordum. Onların da benden haber almasına engel olundu. Hastanede benimle konuşulmasına da yasak koymuşlardı. Tahliye talebinde bulunmak için tedavimi yarıda kestim ve cezaevi hastanesine, oradan da cezaevine döndüm.

Bizim bulunduğumuz koğuşta bir isyan yoktu. Dokuz yıldır nasıl yaşıyorsak öyle yaşıyorduk. Operasyon yapıldı.  Beni yakan maddenin ne olduğunu bilmek istiyorum. Arkadaşlarımın yandığı gördüm. Nilüfer camın altında, kalkamamış. Seyhan başına isabet eden bombayla öldü. Şefinur da oraydı. Özlem kurşunla öldü, duvar dibinde yatıyordu. Yazgülü vardı. Gülser kapıdaydı.”


QUASİMODO’YA BENZEDİĞİMİ SÖYLEDİM”


“Aynaya üçüncü ayın sonunda baktım. Cezaevi hastanesine gittiğimde arkadaşlar göstermek istemiyorlardı. Israr ettim, Quasimodo’ya benzediğimi söyledim. Kızdılar bana. Ama öyleydi, yüzüm neredeyse hiç yoktu, kaşlarım yoktu, burnum da yoktu. Burnumun olmadığını bana Cerrahpaşa’da söylemişlerdi ama ben sadece ucu yok sanıyordum. Sonra baktım ki hiçbir şey yok, iki delik var.

Yaşama döndüğüm an vücüdumun nerelerinin yandığını pansumanlardan anladım. Yanık bir insanın nasıl olduğunu da biliyordum. 1998’de PKK’li bir kadın arkadaş Çanakkale Cezaevi’nde kendini yakmıştı. Refakatçı olarak onun yanında kalmıştım ve o zaman, ‘Dayanabilecekse yaşasın’ diye düşünüyordum. Onun yerinde ya ben olsaydım? Dayanabilir miyim? Tek korktuğum ateşlendiğim dönemde havale geçirmek ve aklımı yitirmekti. Bir tek irademi kaybetmek beni korkuttu.”

ANNEMİN İLK SORUSU ‘BENİM ÜZERİMDE NE VAR?’ OLDU”

“Annemle dört ay sonra karşılaştım. Bayrampaşa Cezaevi hastanesindeydim. Durumum çok kötü olduğu için annemim dayanamayacağını düşündüm. Açık görüşte dokunabilirdim, sarılırdım ama tel örgülerin arkasını seçtim. Tel örgüler 19 Aralık öncesi parmaklık şeklindeydi, operasyon sonrası daha sıkılaştırmışlardı. Bu benim işime yaradı tabii, annem daha az görebiliyordu beni. Annemin ilk sorusu ‘Benim üzerimde ne var?’ oldu. Duyuyor muyum, görüyor muyum, konuşabiliyor muyum? Bunları anladı. Sonra, ‘Merak etme, seni iyileştireceğim’ dedi.

Diğer abim Bursa Cezaevi’nde operasyona maruz kaldı. Annemle babam Bursa Cezaevi önündeyken oraya operasyon yapıldı. Onlar dışarıda, yani görüyorlar olan biteni. Sonra babam annemi eve gönderiyor. Kendisi abimin sevk edildiği Edirne’ye gidiyor. Eve telefon ettiğinde annem beni televizyonda gördüğünü, yandığımı söylüyor. Ailem ve yaşadıklarımı anlatmam, benim yaşama nedenim.”  


ÖCÜ, ÖCÜ DİYE  TAKILIYORUM ÇOCUKLARA


Peruğumu evde takmıyorum, kel halimi daha çok seviyorum. Çocukların beni gördüklerinde attığı çığlıkları ve korkularını unutamıyorum. ‘Öcü öcü diye takılıyorum, rahatlatmaya çalışıyorum. Yüzlerinde o korkuyu görüyorsun, kendini görüyorsun gözlerinde, bu biraz beni üzüyor.

*26 Kasım 2010'da AGOS’ta yayımlanmıştır.

 

 Etkinliklte ayrıca, Ölüm oruçlarında yaralanan Sürgünde yaşamak zorunda kalan “Wernicke Korsakoff” ile mücadele eden Ganime Gülmez'in aşağıdaki mektubu da okundu.

 

''BİZİ HERYERDE GÖRÜYORSUNUZ? AMA BİZ SİZİN GÖRDÜĞÜNÜZ “BİZ” DEĞİLİZ!

 

“Sürgünlük” kavramı, yıllarca-yığınlarca insanı ilgilendiren bir kavramken; Ölüm Orucu Gazisi olarak SÜRGÜNDE olmak bambaşka bir olgu.

“Wernicke Korsakoff” hastalığının ne olduğunu yazılı olarak gördüğümde; bu hastalık hakkında bizi aydınlatan, kendimize getiren TİHV’e bir kez daha yürek dolusu teşekkür etmek istiyorum.

Hastalığın keşfi; Avrupa topraklarında-direk Almanya’da olmasına rağmen, burada bu “hastalık”la neler yaşamak durumunda kaldığımızı sizlerle paylaşmayı şu anda “kişisel” bir çaba olarak görmüyorum.

Kendi “engelliliğimiz”den bahsetmeyi; çıplak kapitalizm koşullarında yaşayan en yakınımızdaki insanlara bile anlatmayı “lüks” bir ihtiyaç olarak görmüşümdür hep. “Bencillik” olarak algılanmasından çekinmişimdir. Ama mademki bu amaçla kurumsallaşmaya gidiliyor; direk hastalığı anlatmayı bir görev olarak görüyorum şimdi!

Bir yıl boyunca; yanlız başına dışarıya adım atması mümkün olmayan bir “ben”diniz artık. Bardağına su doldurup, masaya kadar getiremeyen; elinde bir cisim taşıyıp yürüyemeyen…. Doktorlar; “yürüyemeyebilirsiniz, kendinize yüklenmeyin çok” diye moral verirken…. Çiçek Pasajı’ndan geçip TİHV’e tek başına gitmeye çalışırken; “abla çok mu içtin, otur beraber içelim” sesini duyup, Memleketimden İnsan Manzaraları’nı yakalamanın sevinciyle kahkaha atandınız. Kahkaha atarken düşmemek için duvarlara tutunmak zorundaydınız. Ve TİHV kapısından girip doktorunuza ulaştığınızda; onun kucağında kendinizi bulup yukarıya çıkarılan, sevinç gözyaşlarına “Ganime başardı” çığlıklarına tanık olandınız……

Yıllarca; bütün binaların döndüğü, başınızı sağa-sola çevirdiğinizde sarhoş olma halinin ötesinde bir döngünün içinde, adım attığınızda-attığınız adımın başka bir yere gittiği bunu hep şaşırarak izlediğiniz bir “ben”diniz artık.

Kırmızı ışık yeşile geçtiğinde; tekrar kırmızıya geçen ışığı yakalamak için 6 m. uzunluğundaki yolu 30 sn.de geçmek zorunda olduğunuzu saatinizle anlayıp, bir türlü bunu başaramayan, buna hep şaşıran bir “ben”diniz artık. Yıllarca bunu başarmakta ısrar etmek zorunda olan bir “ben”diniz artık.

Şu anda 15 dakikada gazete almak için katettiğiniz yolu; yıllarca 1.5 saatte katedebilendiniz.

Yaklaşık 9 yıl boyunca; televizyondaki ışık-ses-görüntü kombinasyonunu gerçekleştiremeyen bir beyniniz vardı artık. İnsan sesleri dışında her sesi ve çokça alabiliyordunuz!(Bir de yabancı bir dil öğrenmek zorunda olduğunuz, başka bir ülkede.)

Çok iyi yüzebildiğiniz halde; bunu tekrar başarabilmek için 9 yıl boyunca milyonlarca egzersiz yapmanız ve asla ara vermemeniz gerekiyordu. ASLA! Bir ara vermeniz, size tekrar aynı hareketleri edinmek için harcadığınız aylara patlıyordu!

Bir deniz gördüğünüzde kendinizi %100, hiç abartısız %100 İstanbul’da boğazda zanneden; bunun nasıl bir duygu tekrarlaması olduğuna şaşırandınız artık. Etrafınızdakilere bahsetmeye kalksanız; onların anılarını dinlemekten başka şansı olmayandınız. Sizi anlamalarının imkansız olduğunu anladınız. Bu yaşamayanın anlayabileceği bir hal değildi.

Kalemi artık istediğiniz gibi oynatacak el hareketlerine kavuşunca; kendinizi her gün en az 5 saat kütüphaneye hapsedip, kalemle savaşarak, 3 ay sonra bunu başarabilendiniz. Tıpkı kaşık- çatal-bıçağı tutmak için yıllarca verilen çabalar gibi…(Birisi şip şak salata yapınca, imrenerek; bu bıçak ne zaman benim elimde bu hızda salınacak diye büyük bir şaşkınlıkla-abartmıyorum-bakandınız…)

O kadar yavaşlamıştınız ki; bir koşan, bisiklet süren… hızlı yapılan her iş size sevinçli çığlıklar attırabiliyordu “ne güüzeeeel, insan nasıl bir hıza sahip”….

İlk kendi şehrinizde bir Wernicke Kliniği-Giessen’de- olduğunu öğrendiğinizde; uçtunuz(geldikten 6 yıl sonra)!!! İşte tam yeri, burada beni anlarlar dediniz! Hastalığınızı doktora anlattınız! Testler yapılmaya başlandı! Vücudunuzdaki elektrik geçişleri kontrol edilmeye başlandı. Vücudunuzun sağ tarafına kablolar takılıp denenmeye başlayınca, doktor kabloları hızla çöpe atmaya başladı; “bu bozulmuş, hayret bu kabloda bozuk çıktı, aa bu da, olamaz” derken, apansız kahkahalara boğuldunuz; “bozuk olan Ganime, kablolar değil” diyen yanınızdaki arkadaşınız imdadınıza yetişti. “E siz nasıl yürüyorsunuz peki?” sorusunu, “ben size anlatmıştım, yıllarca-milyonlarca egsersizle, yorumlamanız bile imkansızdı, görmeniz lazımdı” dediğinizde, titreyen-kıpkırmızı olan-gözleri yaşaran bir insan manzarası vardı yanınızda. “Üzülmeyin, başardım, daha fazlasını başaracağım” dediniz ama; tedavi edilmediniz. Bu hakkınız yoktu bu ülkede!!!

Etrafınızda, başı ağrıyan, depresyonda olan, eli-ayağı tuttuğu halde hayatından yakınan o kadar insan vardı ki; sizin güler yüzünüzün-yaşam ısrarınızın- başardıklarınızın nasıl bir mücadele olduğunu anlamaları imkansızdı. Kapitalizm insanları bu kadar yabancılaştırdı.

Gazi olmak yabancılaşmamakta size en büyük antibiyotik oldu. O kadar hasara rağmen, her sabah evden çıktığınızda;  “içeride değilim ve tek başına yürüyebiliyorum”un coşkusu hiç kaybolmadı. Bunu, tek başına yürümeyi kaybetmemek; yabancı bir ülkede bütün işlerinizi kendi başına yapabilmek, yanı sıra başkalarına yardım edebilmek en büyük servetinizdi; ötesi yoktu!

Dil öğrenirken; sözlükteki birçok satırı, altında ne yazdığını hatırlayacak kadar sözlüğe bakmıştınız artık. Neyi nerede bulabilirimi bilecek kadar kaynaklar içinde boğuluyordunuz. Ama bunlar bir türlü ağzınızdan çıkan konuşma haline gelemiyordu. “O kadar çaba sarfettim, bu nasıl olmaz” diye kendinize şaşırır haldeydiniz. Doktora gittiniz; unutkanlığınız olmadığını, aksine okuduklarınızı ve konuşulanları normal insanlardan daha fazla hafızanızda tutabildiğinizi anlattınız. Beynin birşeyi sistemli bağlayamadığını, ne olduğunu bulsanız; bu meseleyi kendinizin çözeceğini, anahtara ihtiyacınız olduğunu anlattınız! Size inanmadı!!!! Bu tıbbi olaya inanmadı! Siz kendinizden şüphelendiniz! Tekrar bir kursa başladınız, öğretmenler size inanmadı!! Her ay yapılan deneme sınavlarının son 3 sınavında, sınıftaki en yüksek notu alınca; öğretmenlerin ağlayarak sizi kucaklaması mümkün oldu. Juppiiiii! Hem kendinizi eğitmeliydiniz bu hastalıkla, hem yanınızdakileri!!!!

Böyle bir “sürgün” gerçekliğinde; daha ülkenizdeki yol-insan realitesini normalize edememişken, başka bir ülkede bunu realize etmeniz gerekiyordu. 7 yıl çalışma-okuma hiçbir hakkınız yoktu! 2 kere terk aldınız! Doktorlar ısrarla sizi psikologlara havale etmeye çalıştı; kalmanın yolu, psikolojik hastalığa sahip olmaktı. Bu yolun bizi daha da hasta yapacağı aşikardı! Reddettiniz! “Hayır,ben çok iyiyim, ve daha da iyi olacağım; terk mi, hoşgelsin-sefagelsin, ben hasarlarımı gidermenin izini sürmeliyim. Bu artık vazgeçilmez bir yaşam tarzı. Vazgeçtiğiniz anda; beyniniz size ihanet etmeye hazır bekliyor!” diye heryerde haykırmak zorundaydınız. Anlamaları imkansızdı, yaşamaları lazımdı!

Her yıl 19 Aralık Katliamı yıldönümünde; o anlar hakkında konuşulanları dinleyen-ya da konuşandık. İşte biz o gazilerdik. Yanımızda oturanların, o günleri dinlediğinde bile; bize dönüp konuşması “yabancıydı”! Yaşamayanın-doktorlar bile olsa- anlayamayacağı; anlatmakla da anlaşılamayacak bir tıbbi gerçekliğimiz vardı artık. Bu unutuldu diyemeyeceğim; bizlerden öğrenilmeye çalışılmadı ve hiç anlaşılamadı!

“Beni hatırladın mı?” kavrayışı vardı sadece! Wernicke Korsakoff hastalığı birçoğu için unutkanlık demekti. Ve bizi hep sınav etme hakları vardı!! Unutkanlığı, hafıza kaybını yaşamamış; ama vücudunun bütün yetilerini kaybedip-tekrar kazanmak için yıllarca çaba vermek zorunda olan Wernickeliler’de vardı. (Yazarken gülüyorum şimdi).

Bizler bir amaç için-bir amaç yolunda bu “hastalıkla” buluştuk. Ve bu yolculukta insana ait yığınla hazineyi de keşfettik. Hasarlarımız-engellerimiz olsa da; sağlıklı bir insanın hiçbir zaman yaşayamayacağı “insanlık durumunu” yaşadık, ömür boyu da yaşayacağız. Bu bana ÖO’nun kazandırdığı en büyük keşif yolculuğu-güç-hazine!

Kendimi hiçbir zaman “mağdur” olarak görmedim. Ölmüş olabilirdik, tahliye edilmemiş olabilirdik. Nice gazi hala hapishanelerde ve henüz “yolları-sesleri-zihinlerini” bizim gibi keşfetme şansları olmadı. Biz büyük bir yolculukta, hayatta kalanlar olduk. Bu hayatta kalıştan sonra, tek dileğim;

Hayatta Kalan Gaziler olduğumuz ve bu halimizle özgürce yürüyebilecek hale gelmemiz……gibi gerçekliklerin altını çizebilmemiz. BUNUN UNUTULMASINA VE UNUTTURULMAMASINA İZİN VERMEMEMİZ. Beni ayağa diken, vücudumdaki her hareketi tekrar ilmek ilmek örebilmemi sağlayan tek ilaç; bunları unutmamak oldu.

Kendimle ilgili tıbbi  soruları cevaplandırabilmem; 7 dil bilen bir tercümanın Demenz’e yakalanması, onun hastalığını bile 1.5 yıl doktorların tespit etmemesi yolculuğunu dinlememle mümkün oldu. Ve bu ülkede-Almanya’da; burada yaşayanlar için bile bu hastalıkların bir “sigortası-hak zinciri” henüz yok. Çok profesyonel çalışmalarla, bu kurumlarla bağlantıya geçmek bir adım olabilir. Bu kuruma-kişiye nasıl ulaşılacağını aşağıya ekleyeyim.

Hastalığın güncelleştirilmesinde çok geç kalındığını düşünüyorum. Çünkü; “BİZ SİZİN GÖRDÜĞÜNÜZ “BİZ” DEĞİLİZ”! İlk geldiğimiz yıllarda; görüntümüz insanlara direk birşeyler söylüyordu. Şimdi bu hastalığı özneleri olarak dahi tam bilince çıkaracak bir gerçekliğimiz olmadı.

Yazımı bitirirken; ÖLÜM ORUCU’NUN BENDE BIRAKTIĞI İZLERE; HER SABAH KALKTIĞIMDA, BİLİNCİMDEN-ELİMİN AYAĞIMIN TUTMASINDAN BAŞKA BİR HAZİNEMİN OLMAYIŞINI BANA HATIRLATIŞINA MİLYONLARCA KEZ TEŞEKKÜR EDİYORUM!

TEKERLEKLİ SANDALYEDE YAZDIĞI YAZILARIYLA BANA HEP IŞIK OLAN-OLMAYA DEVAM EDEN KUTSİYE BOZOKLARI BİR KEZ DAHA BURADA ANIYORUM.

HEPİNİZİ, HÜCRE HÜCRE ERİYEREK YİTİRDİKLERİMİZİN İZİNİN BİZDE KALDIĞI, ÇOK GÜÇLÜ BİR İNSAN SEVGİSİYLE KUCAKLIYORUM!

İYİ Kİ VARIZ!

Ganime Gülmez