Suriye'de son günlerde oldukça hızlanan ve giderek ivme kazanan baş döndürücü gelişmeler, Erdoğan – Davutoğlu ikilisini oldukça zorluyor. Rojava'ya yaptıkları askeri saldırılara ve top atışlarına yapılan uyduruk gerekçeler, aynı zamanda üretilen bu uyduruk gerekçelerle kitleleri etkilemek, yürütükleri kirli savaşı, Ortadoğu bölgesine yaymaya çalışmak istemektedirler.

Bölgede, dengeler an be an değişiyor. Ve taraflar kendilerini yeniden konumlandırarak ittifaklar oluşturuyorlar.Türkiye, Suriye sınırında tam olarak neler oluyor, Erdoğan ve Davutoğlu açısından bu gelişmeler ne anlama geliyor ? Ve bu son gelişmelere biraz daha yakından bakmaktan fayda var.

Erdoğan ve Davutoğlu, çözüm konusunda istekli olmadıkları gibi karşıtlarını etkilemek hatta yönlendirmek için çok demagojik bir çabanın içine girdikleri her konuştuklarında bu yeterince anlaşılıyor. Çünkü, çözüme gidilecek yolda mevcut engeller yasal değişikliklere ihtiyaç duyuyordu. Ve atılacak bu adımlar yapılacak yeni yasal değişikliklere bağlıydı.Bu konuda Kürt demokratik ve özgürlük hareketi adım atmasına rağmen Erdoğan ve Davutoğlu ciddi bir adım atmadı.

HPG elindeki rehineleri serbest bırakıp, gerilla birliklerini geri çekerken, Erdoğan bu iyi niyetli yaklaşıma olumlu bir değer biçmedikleri gibi yer yer tahkir edici açıklamalarla, güvensizliğe yol açacak girişimlerde bulundu. Oysa önce BDP akabinde HDP bu konuda ısrarlı bir çalışma içinde olmasına, kapsamlı bir yol temizliğini talep etmesine karşın Erdoğan ve Davutoğlu zaman kazanma gayreti içinde olmuşlar, zaman kazanıp, sorunu zamana yaymak için bu sürecte hazırladıkları plan ve programı kamuoyunun gözünün içine baka baka Kürt siyasi hareketini tahrik edecek bir şekilde çok yoğun ve düzenli askeri sevkiyat, yeni kalekolların inşası, doğayı tahrip edecek, çok ciddi soruna yolaçacak HES'lerin yapımı ve bir türlü ardı arkası gelmeyen sistemtik tutuklamalar, sivillere – özellikle çocuklara-yönelik şiddet ve terör, AKP'nin karar vericilerinin adil bir çözüme içtenlikle taraf olmadıklarına dair açıklayıcı olan bu pratiğin toplamı, yaşanan güvnsizliği her halukarda daha da derinleştirmiştir.

Aylarca kuşatma altında olan Cizre'de Bodrum vahşeti olarak tanımlanan katliam, havan topları ile vurulmuş binaların zemin katlarında gerçekleşti. Bu saldırılarda, onlarca sivil, bir çoğu yakılarak hunharca kaltedilmiş yurtsever demokrat devrimciler, bazılarının da cesetleri parçalanmış, başları keşilmiş ve uzuvları koparılmıştır. (Şırnak İnsan Hakları Derneği'nin açıklaması, 12.02.2016) . Dolaysıyla, bodrum katlarında haftalarca mahsur kalan yaralı sivillerin devlet güçleri tarafından katledildiği gün yüzüne çıkmış oldu. İçişleri Bakanı başta olmak üzere Genel Kurmay böylesi bir vahşetin „çok başarılı biçimde“sonlandırıdığını kamuoyuna duyurdu.

Cizre'de katledilenlerden biri, 16 yaşındaki bir kız çocuğu olan Sultan Irmak. Savaşa ön sıralarda katılan ve katliamları ile ün yapmış özel hareketçı paramiliter çeteler tarafından Cizre'de iki kadının işkence edilmiş cesetlerinin çırılçıplak şekilde teşhir edildiği, Kadın Haber Ajansı JINHA tarafından aynı gün kamuoyuna duyuruldu. Özgürlük mücadelesine karşı duyulan düşmanlığı, nefreti bir yere kadar anlamak mümkün. Ancak, bir cesedin, hele işkence ile katledilmiş bir kadın bedenini böylesine bir düşmanlık nefreti ile teşhir edilmesini anlamak mümkün değil. Kürdistan'da yürütülen kirli savaşta, savaş hukukuna uymayan TSK, piskolojik savaşı kadın bedeni üzerinde gerçekleştirmiş oluyor. Güvenlik birimleri – asker, polis – IŞİD yöntemlerine baş vuruyor olmaları, cinnet geçirme hali olan bu durum ve cinnet halinin tam bir çılğınlığa dönüştüğünü gösteriyor.

Türkiye'de şu anda demokratik muhalefet ve devrimci-demokratik güçler üzerinde yoğun baskı ve saldırılar var. Erdoğan ve Davutoğlu,“millilik“ kisvesi altında gerici faşist bir cephe oluşturuyor. Milli söylemin arkasında ne kadar gerici güç varsa, hepsi AKP etrafında ittifak halinde bir güç olarak ortak hareket etmektedirler. Böyle olduğu için Kürt halkına karşı kitlesel bir katliam uygulanmakta ve insanlık dışı yöntemelere başvurulmaktadır.

Cizre, Sur ve Silopi'de helikopterlerle, tanklarla ve özel harekatçılarla askeri kuşatma ve abluka cereyan ederken, barikatların arkasında basit ferdi silahlar ile savunmanın uzun sürdürülmesi mümkün değildir.Teknolojik üstünlüğü elinde bulunduran TSK ve ordu, direnişin üzerine daha sert, daha katliamcı bir saldırıyla gitti. Direnişçiler kendilerini korumak, dolaysıyla savunmk amacıyla binalara sığınmışlardır.

Amaç belliydi: Barikat dirençilerini teslim almaktı. Direnişte ısrar eden yurtsever devrimcileri, savaş ölçüleriyle bağdaşmayan yöntemler ile yakarak, tek tek kurşuna dizerek infaz ettiler. Bu pratik, 90'lı yıllarda çok acımasız bir biçimde barbarca uygulandı. Bu konuda fazla naif olmaya gerek yok. Çünkü devletin tarihinde bu türden çok katliam var ve bu katliamlar devletin içine girdiği kriz dönemlerinde güncelleşerek devam ediyor.

İşte bu nedenle, vahşete nasıl müsade edilir, nasıl göz yumulur demeden, tedbirli olmak, gücünü doğru kullanmak, geliyorum diyen katliamlara karşı direnişçi potansiyeli ve devrimci dinamikleri bu faşist azgın barbarlığa ezdirmemek, teknolojik üstünlüğü elinde bulunduran düşman saldırılarını boşa çıkartmak olmalıydı.

Kademeli olarak küçük gruplar halinde geri çekilmek yerine, binalara sığınmak, direnişin karakteri açısından oldukça yanlış ve hatalı olmuştur. 
Bu hataya düşen Türkiye sol hareketleri, bir sonraki döneme hayatta kalma mücadelesi vermelerine rağmen, yaşadıkları kronik yapısal sorunlar yüzünden, hayatta kalma mücadelesi belirleyici oranda tasfiyeye dönüşmüştür.

YPG/YPJ'nin Kobane zaferinden sonra IŞİD ve benzeri çetelerin ağır darbe almaları, Erdoğan ve Davutoğlu ikilisini çıldırtma noktasına getirdi ve rasyonel düşünme yetisini tümden kaybederek, YPG/YPJ'li güçler, Ezaz'i kontrol edecek kadar geniş bir araziye hakim olmaları ve IŞİD çetelerini bu alandan temizlemeleri, Erdoğan ve Davutoğlu'nu kontrolsüz, Ortadoğu'ya doğru bir savaşa sürüklüyor.

Böylece tehdit mantığı içinde üretilen „ millilik“ gericiliği tahrik etmekle kalmıyor, aynı zamanda bir düzeysizliğin ve fırsatçılığın derinleşmesine ve siyasi taşıyıcılığına yol açıyor. Kaldı ki, bu millilik yaygarısı altında kalan Etyen Mahçupyan, Halil Berktay ve Gülay Göktürk AKP için ne kadar cengaverlik yaparlarsa yapsınlar, AKP'nin açmazlarını ve düzeysizliklerini üstünü örtmeye yetmedi. Erdoğan ve Davutoğlu'nun yarattığı sendrom ve tramva, göstermelik demokrasinin temeli olan erklerin ayrılığına karşı, bu erklerin birlikteliğini savunuyor olmaları, ifade ve düşünce özgürlüğü diye bir şeye inanmadıklarını gösteriyor.

Erdoğan, bu noktaya 7 Haziran seçimi öncesi gelmişti. Ve 1 Kasım seçiminin ardından elde ettiği”başarı” ile Kürdistan'da aylardır sürdürdüğü sokağa çıkma yasağı, binaların havan topları ile delik deşik edilmesi, orduyu harekete geçirmesi, Süriye'deki planların bozulmasının önüne geçemedi. Kürt il ve ilçelerindeki askeri kuştamayı Rojava'ya doğru genişletmek istese de, kuşatma altındaki il ve ilçelerdeki direniş, yapılan tüm hesapları altüst etti.

Bu saldırı tank topla yürütülmesine karşın arzulanan “başarı” sağlanamadı. Bu arenada, Erdoğan ve Davutoğlu oldukça temelsiz ve dayanksız senaryolar ile yürüttüğü bu kirli savaşa katabildiği her kesimi katmaya çalıştı. Bu savaşa seyirci kalmak istemeyen Deniz Baykal, Erdoğan'ın tezgahına,“ Türkiye'ye sahip çıkma“ adına, Aydın Doğan sofrasında verilen hava ile “devlet adamı olmak” iddiası ile oligarşinin saflarını tahkim etme gayretiyle yerini bir kez daha tayin etti. Bu savaşa Deniz Baykal da iştirak etse, meşru temeli olmayan savaşı başlatanları hüsrana uğratacaktır.

Türkiye-Suriye sınırındaki gelişmeler hepimizin malumu, Erdoğan ve Davutoğlu ikilisinin sanıldığı kadar kolay bir manevra yapma olanağına sahip değil. Erdoğan iktidarını bir müddet daha sürdürmek için bu savaşa NATO`yu da katmak istiyor. İşte bu yüzden, Erdoğan'ın avanesi, özgür yaşamak için direnmek zorunda kalan YPG/YPJ`ye var gücüyle saldırıyor. Ve müttefiklerine şikayet ediyor. Uluslararası alanda elde ettiği sempatiyi ve desteği gölgelemeye çalışıyor.

Kürt sorunun güvenlik tebdirleri ile çözüleceğine dair oligarşinin demagojik ısrarı, konjüktürün değişmesi ve müttefikleriyle arasının açılması sonucu Erdoğan - Davutoğlu'nun uygulamak istediği stratejinin sonuçsuz kalması, uluslararası platformdan dışlanması, yedeğine aldığı Katar, Suudiler ile kendisine karşı olan bloğu dağıtmak istediği için her yol mubahtır mantığı ile hareket etmektedir.

Bu karmaşa içinde, Türkiye egemen sınıflarının kadim ve sadık tarihsel dostu Almanya, sadık müttefikliğin bir gereği olarak yalnızca mülteciler sorununda değil, aynı şekilde AKP'nin yardımına koşması, Erdoğan'ın projelerinin gündeme taşıması,Türkiye üzerinde bölgede konumunu güçlendirip, Ortadoğu da daha aktif olarak yer almak istemesidir. Almanya'nın tavrına rağmen, diğer batılı müttefiklerin aynı istekle hareket etmeyecekleri gibi ABD'nin rolü belirleyici olacaktır. Ne var ki, ABD ve Rusya'nın Suriye'de oluşturdukları nispi denge, sağladıkları kısmi uzlaşma, ABD'nin İran ile kurduğu yeni ilişki ve işbirliği dikkate alındığında, Erdoğan ve Davutoğlu'nun sürdürdüğü tehditler, yarattığı gerginlik ve çatışma bu birliktelik karşısında sonuçsuz kalacaktır.