Türkiye`de son üç haftadır yaşanan Taksim Gezi Parkı protestosu gündemdeki yerini hala koruyor. Bu direniş, yurt içinde ve yurt dışında demokratik kamuoyunu hareket geçirdiği gibi dikkatlerin Taksim eylemliliğine çekmesini / yöneltmesini de aynı zamada sağladı. Taksim protestosu akabinde ortaya çıkardığı büyük bir kitlesel dayanışma ve güçlü bir katılım ile yıllardır birikmiş olan öfkenin patlamasına dönüştü. Kısa bir süre sonra bu direniş, Tükiye'nin dört bir yanında yankı buldu.

 

AKP hükümetinin uzun bir süre iç ve dış kamuoyunda aldığı destekle, toplumu kendi mentalitesine göre dizayn etmesine karşı çok ciddi bir tepki oluştu. AKP, bu desteğe dayanarak, kitlelerin demokratik tepkilerini ve muhalefetini şiddetle bastırdı. Bu şiddet ve terör, Kürdistan'da yürütülen kirli savaşla örtülünce kamuoyuna yansıması da oldukça sınırlı kaldı. Kitlelerin muhalefetini devlet terörü ile bastırmaya çalışan egemen devlet zihniyeti,“ askeri vesayete, statükoya „ karşıymış gibi görünüp, bildiğimiz devlet dili ve terörüyle argüman üretmesi, vesayeti, yeni bir vesayetle perçinlemek istediği çok aleni olarak görünür kıldı. Bu vesayetle sonuç alamayan devlet, halkın direnişi karşısında çaresiz kaldı, şoke olup, neye uğradığını şaşırdı. On yıldır ağzından eksik etmediği “Demokrasi, Özgürlük“ söylemiyle AKP, bir statükoyu yıkarken,  diğer yandan yeni bir statüko kurduğunu iyiden iyiye hissettirdi.

 


Benim memurum, benim polisim, benim askerim demeye başladı. Gelişen kitle muhalefetini, devlet terörü ile parçalayıp dağıtmayı planlayan AKP, her an pervazsızca devlet terörüne baş vurmaktan çekinmeyeceğini ilan etmesiyle, biber gazının bütün ülkelerde kullanıldığını söyledi. Böylece demek istedi ki, biber gazını da kullanırım, devletin polisinin jopunu da, asker dipçiğini de başınızdan eksik etmem.


Hani siz demokrasiden yanaydınız, demokrasinin standartlarını yükseltecektiniz. ? Bu demogojik söylemle ülke insanını aldatmayı başaran AKP, aynı şekilde müttefiklerinden de hatırı sayılır bir destek aldı. Bu destek sayesinde, sanal bir savaş ilan eden AKP, bu ülkeler adına rol üstlenmeye çok hevesli olduğu bir sırada, önce çok sıcak, yumuşak mesajlar verirken, ardında tehditler savurup, halka gözdağı vermeye çalıştı. AKP sözcülerinin dili sertleştikçe, saldırılar daha da yoğunlaştı.

 

İşte böyle bir ortamda gelişen direnişe geri adım attıramdı, direniş kitleselliğini koruyarak, AKP`nin iki yüzlü, sahte demokrasiciliğine itibar etmedi. AKP, kendine göre bir söylem tutturup, üst üste özür dilemesi, direnişi bölmek için alanda bulunan örgütleri, gurupları karalayarak, örgütler aleyhinde kamuoyu oluşturmak görevi de AKP danışmanlarına kaldı. Sonuçda, kimse bu çok basit ve yüzeysel „iyi niyet“ gösterilerine kapılarak evine dönmedi.


AKP, toplumun 12 Eylül faşist cuntası ile yaşadığı açığı istismar ederek, 12 Eylül cuntasının yarattığı sistemle , icraatını hala çok uyumlu sürdürüyor. Sözde demokrat, özgürlükçü olan AKP, özde demokrasiye ne kadar uzak olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Taksim‘de ortaklaşarak kollektif bir dayanışma içinde olan direniş potansiyelini bölmek ve parçalamak için direnişçiler, çevreciler ve marjineller diye bir ayrıma baş vuran AKP, kendisinin ne kadar çevreye önem verdiğini dolaylı olarak kamuoyuna duyurmak istedi. Halbuki AKP, Ege de, Karadeniz de ve Kürdistan da  doğaya ve çevreye karşı gerçekleştirdiği tahribat ve yıkımın karşısına dikilen halkı asker ve polis gücü ile nasıl bastırdığını ve bu saldırılara karşı demokratik hakkını kullanan halka, nasıl pervazsızca bir tavır içinde olduğunu bilmeyen-görmeyen kalmadı.

 

Bu yüzden AKP`nin çevre sevgisine karşı her gün biraz daha büyüyen ve güçlenen direniş karşısında edepsizlerek, taşıdığı insani siluetini de belirsizleşmesinie neden oldu. 


Direnişi, başlangıçta kendisine yönelik siyasi bir komplo ve oyun alarak gören AKP, meselenin ağaç ve çevre meselesi olmadığını, çevreye karşı duyarlı eylemcileri anlayışla karşıladığını tekrar tekrar dile getirmek zorunda kaldı. Ve çok çirkince tanımlamalar yaptı. Evet, Taksim Gezi Parkı‘nda ağaçların sökülmesi ve kesilmesine karşı başlayan duyarlılık ve tepki kısa bir süre sonra ülke sathına dalga dalga yayılan ve bir fiil 30 yıldır süren devlet terörüne karşı bir başkaldırı ve isyan olmuştur. Bu başkaldırı, AKP`yi ürkütmüş, AKP özgürlükçülüğünü tuzla buz etmiştir. AKP sözcü-lerini / temsilcilerini şaşkına çevirmiştir. Bu şaşkınlıkla, bir yanda temkinli olmaya özen göstermiş, diğer yanda bilinen devlet diliyle, yıllardir sürdürülen demogoji ve yalana sarılarak, bildiğimiz nakaratlar tekrarlandı.

 

Devlet adına şiddet ve zora başvuran kolluk güçleri, aldıkları talimatla demokratik hakkını kullanan göstericilere/eylemcilere karşı aşırı güç kullanarak çok sayıda eylemcinin ağır yaralanmasına sessiz kalan AKP, polisin başvurduğu terörü ve biber gazını tersine savunmuştur. Demokratik öfkelerini dile getiren, sokağa çıkan halkın demokratik muhalefetine karşı saldırganlaşan AKP´yi hala demokrat gösteren, gerçekten demokratikleşmeden yanaymış gibi gören ve tanıtan kimi tanıdık şahsiyetlerde, AKP de ne kadar nemalandıklarını gizleme gereği bile duymadan,  AKP`nin kimi temsilcilerini „demokrat“, Erdoğan`ı da bu demokratlığa karşı ters düşmekle suçladılar.

Her şeyden önce AKP demokrat bir parti değildir. Bu yanılsama değilse bile çok bilinçlice yapılan bir çarpıtmadır. AKP hep demokrasiden ve özgürlükten bahsetmiş ama buna uygun bir pratik geçekleştirmemiştir. Manipülasiyon hep revaçda olmuştur. Post-modern demokrat ve takkiyeci karakterini hep korumuştur. Kürt halkının demokratik taleplerine karşı izlediği siyaset ortadadır.

 

AKP iki arada, bir derede kalmıştır.  Zorlandığı için yumuşama eğlimi göstermiştir. İstanbul da çevreye duyarlılık gösterisi içinde olan AKP, Kürdistan da doğaya karşı tam bir katliam ve yıkım politikası izlemektedir. Birbirine zıt, iki ters şey bir arada olamaz. Eğer söz konusu doğa ve çevre ise aynı ilgi ve duyarlılık ülkenin diğer bölgeleri için de geçerli olmak zorundadır.

 

Bilinen siyasi örgütlerin dışında çok sayıda gencin katılımyla başlayan protesto ve direniş bir müddet sonra belli bir siyasi olgunluğa ulaşacaktır.

12 Eylül sonrası bir türlü gelişemeyen toplumsal muhalefet, Taksim Gezi Parkı‘nın yıkılmasına ve yeniden düzenlenmesine karşı devletin keyfi tutumuna beklenenmeyen bir demokratik bir muhalefet oluşmuştur. Türkiye Solu bu gelişmeyi anlamak ve çözümlemek yerine Stratejiler sunmaya başladı. Hala, her şey bizimle başlar, bizimle devam eder mantığıyla hareket ediyor.  Öyle olmadığı çok açık olarak görüldü. Çünkü birçok olumsuzluk yaşandı. Güveni sarstı. Taşıdığı sorunları şiddete başvurarak aşmak istedi.


Türkiye Solu, tarihinde görülmemiş  ölçüde örgüt içi şiddet sarmalına girdi. Bu şiddetle hem kirlendi, hem de kirleterek kitleler nezdinde güvenirliğini yitirdi. Ve kitlelerle olan bağı koptu. Doksanların ortalarında bir dönemin kendisi için kapandığını göremeyen kimi sol anlayışlar için ikibinlerin başından itibaren bu anlayışlar için sürecin tamamen sona erdiğini, yaşadığı acı deneyimle idrak etmiş oldu. Bu dönemde sol adeta birbirine benzeşti, kullandığı dil ve yöntemleri aynılaştı. Bu yüzden ayırd edici özelliklerini ve farklılıklarını yitirdi. Bu durum günümüze kadar sürdü. En son olarak 1 Mayıs 2013 tarihinde Emek Partisi ve Halkın Kurtuluşu taraftarları arasında İzmir de çıkan sürtüşmede  bir anti-faşişt, demokrat saldırı sonucu ölmüştür. Böylesi bir Solun Türkiye gibi ülkede halkların devrimci-demokratik mücadelesine öncülük etmesi elbette ki boş bir hayal olur.



Her ne kadar kendilinğinden gelişen bir hareket olsa da, 12 Eylül açık faşizm koşullarında hayata tutunmaya çalışan genç kuşaklar, kendi, öz yetenek ve cesaretiyle, devletin her alanda estirdiği teröre karşı kararlıca bir tavır sergilediler. Kendi yaşamlarını ilgilendiren her kararın, kendi onayları olmadan /alınmadan izlenen devlet poltikasına karşı tavır alacaklarını, devletin tek taraflı dayatmalarına sessiz kalmayacaklarını ilan ettiler. Bu direniş sayesinde, devletin dili değişmek zorunda kalarak projesinden vazgeçme noktasına geldi.  İş geldi halk oylamasına dayandı. AKP`nin acımasızca sert saldırılarına rağmen direniş kararlığından hiç bir şey kaybetmeksizin üç hafta boyunca sürdü. Ve AKP`nin bu arada sergilediği sahte demokrasicilik de yeterince teşhir oldu.

 

Bu demokrasicilik oyununa destek veren başta AB olmak üzere diğer müttefikleri AKP hükümetine adeta nota verdiler. Ve AKP`yi protestocuların demokratik haklarına saygılı olmaya devat ettiler. Polis şiddetine, biber gazına son vermeye çağırdılar. Bu iki hafta boyunca AKP`nin ne kadar „demokrat“ olduğuna dair basında çok sayıda haber, yorum ve makale yer aldı.. Taksim direnişini, tüm ayrıntılarıyla Avrupa basını manşetten  verdi. AB ve AP, AKP`nin demokrasi konusunda ne kadar iki yüzlüce çifte standarta sahip olduğunu zaten biliyordu. AKP`nin AB muktesabatına karşı izlediği ikircikli ve teredütlü tavrına karşı AB, AP`nin ne kadar rahatsız olduğu 2009 yılından bu yana zaten biliniyordu.


Bu muktesabatta daha henüz açılmamış bir çok boşluk var. Bunlardan birisi de, Sermaye Rakabet ve İhale yasasıdır. Bu muktesabatla, AB pazar alanını genişleterek, piyasaya hakim olmak isterken, AB´ne üye olacak bir ülke, AB sözleşmesine karşı adeta çaktirmadan ayak diretiyor. Rant kapısı milyarlar değerindeki büyük devlet İhalelerini  kendi kontrolünde ileriye dönük hesaplarla yandaşlarıyla birlikte paylaşıyor. Dolaysıyla AB, AP şu bu duruma karşı rahatsızlığını açıkca dile getiriyor. AP şu aldığı kararla, Taksim direnişini postmodern demokrat bir söylemle kendi lehine çevirmek istiyor. AB müzakere- lerinde her hangi bir ilerleme kaydedemeyen AB temsilciler – AP - , AKP`nin halka karşı sertleşen politikasına ,Türkiye halkının zayıf halkası olan “Demokrasi“  yi tekrar gündemine almış oldu.

 

AB egemenliğini, AB ailesi ülkeleri üzerinde her gün biraz daha güçlendirerek mesafe almak isterken, AKP iktidar konumunu korumak ve nüfus alanını genişleterek, Ortadoğu da oluşturduğu yeni ittifaklarla, bölgede önemli bir aktör olma iddası ile mezhepsel  yakınlaşmayı güçlendirerek sürdürdü. Sermaye ile doğuşu itibarıyla uyumlu alan AKP zihniyetinin, ülke içinde ve ülke dışında kendine yakın sermaye çevreleriyle helallaşmesi , AB ` yi oldukça tedirgin ediyor. Bu tedirginliğin bir başka biçimi olarak kendini “demokrasi“ söylemiyle dışa vuruyor. Gerçekten demokrasi diye derdi olan AB, AP neden yıllardır AKP`nin izlediği saldırgan şiddet politikasına karşı sessiz kaldı?

 

AKP demokrat olmadığı için formel bir demokrasi için de gerekli adımları atmadı. Dolaysıyla 12 eylül sistemi üzerine oturan ve AB beklentilerini karşılamayan AKP, 12 Eylül`ün oluşturduğu siyasi düzeni koruyarak, seçim yasası, meclis iç tüzüğü, anti-terör kanununda ve YÖK yasasında hiç bir değişikliğe gitme gereği bile duymadı. Oysa, demokrasi 12 Eylül Anayasası‘nın karşıtlığını ifade eder.

 

Doğu blokunun dağılmasıyla, dünya çapında küreselleşen kapitalizm oluşturduğu çeşitli ittifaklar ve birlikler vasıtasıyla kıta Avrupa‘sını tümden içine alan entegrasyon çok açık bir kimlik ve hüvviyet kazandı. Dünya çapında egemen olan yeni sermaye düzeni kendisine neo-liberal ideolojiyi rehber edindi. Bu yeni resmi  ideoloji, yeni sömürü ve paylaşım savaşı verdiği bir sırada AKP`nin neo-osmancılığına pabuç bırakmayacağı açıktı.

AP,  AKP şahsında kendisini aldaltılmış hissediyor;  demokrasi söylemi bu yüzden daha fazla ön plana çıkıyor. AKP`nin tüm toplumu ilgilendiren demokratik hak ve özgürlüklere azgınca saldırdığı bir dönemde, Taksim de binlerce insanın AKP`yi teşhir etmesiyle kendisinin demokrasiden ne anladığını kamuoyuna duyurmuş olması, AB nin başını çektiği „demokrasiciliğe“ karşı dolaylı olsa da, almış  olduğu tavır sevindiricidir.