Başbakan Erdoğan’ın Diyarbakır’da yaptığı konuşmanın pratik anlamının ne olduğu üzerine epeyce yorum yapılacaktır. Buna şüphe yok. Ancak “usta”nın ne demek istediğini, herhalde en iyi terörle mücadeleden sorumlu Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay bilir. Bakalım ne diyor?


"Başbakan'ın o konuşması hakkında çok çalıştık. Çözüm sürecinin özü şu: terör bitecek, silahlar teslim edilecek, ondan sonra da siyaset grubu gerekeni yapacak. Siyaset grubunun gerekeni yapması boyutunda; eve dönüşler, siyasete kaltılma, cezaevlerindekilerin durumu, daha doğrusu içeride ve dışarıdaki terörle ilgili unsurların, o insanların tekrar hayata kazandırılması, evlerine dönüşü, rehabilitasyonu her şey bunun içinde. Başbakanımız bugün bunu açıkça ifade etti aslında. Süreç yürüyor, daha iyi yürüsün. Terör 9 aydır yok, terör bitsin, silahlar teslim edilsin, biz de üzerimize düşeni yapacağız dedi. Bunu af olarak nitelemiyoruz ama dünyanın her yerinde çözüm süreçleri sonuçta silahların teslimin sonrasında o insanların geleceği ile ilgili kararları getirir. Çözüm sürecinin sonunda o kararların verilmesi tabiidir. Bugün Başbakan'ın söylediği odur."


 

Başbakanın konuşmasının bundan daha iyi özeti herhalde olamaz. Bu özeti tek bir cümleye indirmek istersek, o da şöyle olur: “Teslim olun, bana güvenin gerisini merak etmeyin, hayırlısı neyse ben yaparım”.

 

Barış ve çözüm sürecinin nasıl başlandığı, nasıl ilerlediği, nelerin yapıldığı ve yapılacağı gibi daha onlarca sorunun cevabı, bugüne kadar olduğu gibi şimdi de verilmedi. Bir süreçten hele de bir barış sürecinden söz edebilmek için, bunun taraflarının açık ad ve adresleriyle tanınması, muhatapların fiili güçleri eşit olmasa bile -en azından çözüm iradesi ve niyetinin bir nişanesi olarak- eşitlikçi bir dil kullanılması gerektiğini aklı başında herkes kabul edecektir. Ancak ne Erdoğan’ın konuşmasında ne de bu konuda konuşan hükümet yetkililerin açıklamalarında hiçbir zaman böyle bir yaklaşım bulmak mümkündür. Hala terör ve terörist edebiyatı devam ediyor.

 

Dahası bu “süreç” Erdoğan istedi diye başlamış ve onun istediği gibi de yürüyen bir süreç olarak takdim edilmektedir. Madem karşınızda teröristler var, nasıl oldu da bu teröristler ateşkes ilan ettiler, gerilla güçlerini sınır dışına çektiler? Nedamet mi getirdiler, hidayete mi erdiler? Bunların hiçbiri olmadığını biliyoruz. Nitekim Öcalan ile KCK yönetimi arasında haberleşmeyi sağlaması istenen ve bugüne kadar da bunu gerçekleştiren BDP’lilerin gelinen noktadaki açıklamaları, durumu tüm çıplaklığıyla göstermektedir: Süreç tıkanmıştır.

 

Kuşkusuz hiç kimse Öcalan’ın 2013 Newroz’unda açıkladığı yoldan geri dönülmesini beklemiyor. Ama sürecin Öcalan’ın öngördüğü gibi açık, inandırıcı ve tüm tarafları eşitlikçi tarzda kapsayıcı olarak yürümediği ve hele de bu sürece girdiği varsayılan AKP hükümeti ile KCK arasında silahın susması dışında ortak tek bir noktanın olmadığıdır. Açıklık içermeyen, kapalı kapılar ardında eşitsiz koşullarda yapılan görüşmelerin bir yerde tıkanmasına da şaşmamak gerekir. Çünkü AKP hükümetinin demokrasiden ne anladığını en açık şekliyle hiç değilse Gezi Direnişinden bu yana herkes görüyor ve biliyor. Ortada tek adam yönetimi var.

 

Bu sürecin örgütsel muhatabı KCK olsa da, toplumsal muhatabı elbette Kürt halkıdır. İşte bunun içindir ki, Erdoğan, Diyarbakır’da doğrudan bu toplumsal kitleye seslenerek, onlara araya başkalarını yani KCK, PKK ve BDP’yi katmadan kendisini dinlemelerini, ancak o zaman huzura kavuşacaklarını anlatmaktadır. Böyle bir beklentiye Kürt halkı bugüne kadar olumlu cevap vermedi, aksine kendi ulusal kimlik ve hakları için, özgürlüğü için mücadelesinde ortaya çıkardığı parti ve örgütlerine sahip çıktı.


 Peki şimdiye kadar karşılığı olmayan bu beklentinin bir talep şeklinde Kürt halkının önüne getirilmesini cesaretlendiren nedir? Bu, AKP hükümetinin Irak Kürdistanı Bölgesel Yönetimi ve özel olarak da Mesut Barzani ile kurmuş ve geliştirmiş olduğu ilişkidir.

 

Barzani’nin bugün Diyarbakır’da “yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği” demesi hoş bir sedadan başka bir şey değildir. Çünkü aynı sloganı haykıranları idam etmiş ve onları hala terörist diye yaftalayan bir TC devleti var. Çünkü aynı slogana yol gösteren ve daha da ilerisi bölge halklarının eşitlik temelinde kardeşlik ve dayanışması projesini, demokratik cumhuriyet fikrini, ortadoğu demokratik konfederalizmi gibi görüşleri geliştirip savunanları teröristlikle suçlamaya devam eden bir AKP hükümeti var. Gerçekten barış ve kardeşliğe destek olmak için gelen birinin, bu sürecin mimarı diye Erdoğan’a övgüler düzerken, ima yoluyla bile olsa Öcalan’dan söz etmemesi herhalde hayra yorulacak bir durum olmasa gerek.

 

İster adından söz edilsin isterse edilmesin, eğer bugün Mesut Barzani, tüm Kürtlerin merkezi sayılan Diyarbakır’da alay-ı vala ile karşılanıyorsa, bu her şeyden önce Öcalan’ın ve onun temsil ettiği harekerin yüzü suyu hürmetinedir.

 

Daha yola çıkmadan bir gün önce Rojava devrimine ilişkin haksız ithamlarda bulunan Barzani’nin Başbakan Erdoğan’a önümüzdeki dönemde ihtiyacı olan desteği sağlamaya yardımcı olmak için geldiği malumün ilamından başka bir şey değildir. Aklının ve vicdanının sesine kulak veren her Kürt bunu biliyor. Rojawa liderine kapıları kapayacaksın, Kuzey Kürtlerinin liderinden söz etmeyeceksin, sonra da bunun adı barış sürecine katkı olacak.

 

Lafı eğip bükmeye gerek yok: 16 Kasım Erdoğan-Barzani buluşması, Kürtler arasında iki çizgi, iki vizyon, iki gelecek projesi arasındaki farklılığın en açık şekliyle kendini ilan ettiği bir tören oldu. Barzani’den asla gerçekleşmeyecek beklentilerini dilekler şeklinde formüle edenlerin, sıra Şivan’a gelince onu yerden yere çalmaları ise, tuhaftır. Siyasi lider Şivan değil, Barzani’dir. Tıpkı beri taraftaki liderin İbo değil, Erdoğan olması gibi. Artık gerçekten barış ve demokrasi isteyenlerin, ortadaki iki vizyondan hangisiyle bunu sağlayacaklarını ya da her ikisinin de aynı kapıya mı çıktığını açıktan tartışmaları ve eğip bükmeden ortaya koymaları zamandır.