ESKİ ERMENİ KÖYÜ MUNCUSUN'DA KÖY ENSTİTÜLÜ İLK ÖĞRETMENLER

1944 YILI

Muncusun Köyü günlerinin belleğimde bıraktığı imajlardan biri köyün tek Ermenisi Karabet’ti. Ailesi falan da yoktu Karabet’in. Köyde tek başına yaşıyor, ufak tefek işler yaparak geçiniyordu. Köy nüfusunun hemen tamamı, Balkan göçlerinden sonra oraya yerleştirilmiş Rumeli muhacirleriydi. Bu muhacirlerden önce Muncusun’da kimler oturmuştu, şimdi nerelerdeydiler? Bunlar asla konuşulmuyordu. Karabet’in neyin nesi olduğu da en azından biz çocuklar arasında bilinmiyordu. Bildiğimiz tek şey, şakacı, espirili bir adam olan ezik kavruk Karabet’in tüm köylüler tarafından çok sevildiği, hatta büyük saygı gördüğüydü.

Civardaki köylerde, kasabalarda da tek tük Ermeni bulunduğu söyleniyordu. Ama onların da nereden geldikleri ya da neyin kalıntısı oldukları asla konuşulmuyordu.

Daha sonraki yıllarda Ankara ve İstanbul’da Ermeni dostlarım olduğunda öğrenebilecektim Karabet’lerin, Kayseri Ermeni’lerinin dramını. Çünkü Kayseri, soykırımlar öncesi Ermeni anayurdunun önemli bir bölgesiydi. O kadar ki, milliyetçilerimizin “büyük Türk mimarı” diye övündükleri Mimar Sinan da, birçok değerli sanatçı ve bilimadamı gibi Ermeni kökenliydi. 1489 yılında Kayseri’nin Ağırnas Köyü’nde doğmuştu ve asıl adı Armen’di.

Kayseri’deki Ermeni nüfusunun tasfiyesi 1895’te Hamidiye Alaylarının saldırısıyla başlamıştı. Örneğin dünyada Oscar Banker adıyla tanınan ünlü mucit Asadur Sarafyan Hamidiye Alayları’nın cankırımından kurtulabilmiş Muncusun’lu bir Ermeni ailesinin çocuğudur.

Erciyes eteklerinin o 1944 karakışı tabii hep dondurucu soğuk, savaşın getirdiği yoksulluk ve de dramatik insan ilişkilerinden ibaret değildi. Ömrümce unutamayacağım güzellikler de vardı.

Mart ayında karların eriyip yamaçlarda buzları yararak Sibelius’un En Saga‘sına özgü coşkulu bir ses cümbüşüyle billur gibi akan dereciklere dönüştüğü günler... Günlük derslerimiz bitince çılgınlar gibi bu yamaçlara tırmanıp susuzluğumuzu billur suların serinliğinde gidermek, sonra sustalılarımızla kardelenleri ve çiğdemleri köklemek…

Koyunlar kuzuladığında “ağız” denilen o ilk sağılmış sütü tadabilmek için ağılda nöbete yatmak…

Ve de yine Mart ya da Nisan ayında soğan kabuğuyla kaynatılıp kırmızıya boyanmış yumurtaları tokuşturmak…

Yumurta boyamak… Paskalya Yortusu ritüellerinden... Belki de Muncusun’dan sürgün edilmiş köyün asıl sahibi Ermeni’lerden kalmış Karabet dışındaki tek anı…

Ve böylesi günlerin birinde hiç unutamayacağım bir olay: Başöğretmenimizin bizleri okul bahçesinde içtimaya çağırıp birlikte getirdiği kara üniformalı beş gençle tanıştırması:

- Çocuklar, bugün benim öğretmenlik yaşamımın en mutlu günü… Çünkü biz eski öğretmenleriniz, gelecek ders yılından itibaren görevlerimizi bu yanımdaki gençlere devrediyoruz. Onlar, köylere eğitim götürmek için kurulan köy enstitülerinin ilk mezunları. Dahası, hepsi bu köyden ve çevre köylerinden çıkmış köylü çocukları. Yani onlar da sizlerden… Bundan sonra sizleri onlar eğitecek, sadece okuma yazma, hesap değil, aynızamanda köyünüzü nasıl geliştirebileceğinizi gösterecek, sizleri bunun için gerekli mesleklere yönlendirecekler. Onlara sizlerin de yardımcı olmanızı bekliyorum.

Sonra kara üniformalı bu kavruk köylü çocukları birer birer kendilerini tanıtmış, ardından da hepimizi yanlarına katarak bizi doğaya, dağ yamaçlarına çıkartmışlardı. Tabiattaki her bitkinin, her ağacın adını söyleyip, özelliklerini, yararlarını anlatarak bizleri hayretten hayrete düşürüyorlardı.

Dönüşümüz ise daha da heyecan vericiydi… Hep birlikte o zamana dek hiç duymadığımız ezgileri birlikte söyleyerek coşkulu bir düğün alayı gibi girmiştik köye.

Ders yılı sonunda Muncusun’dan ayrılmak zorunda olduğum için bu ilk köy enstitüsü mezunlarından ders almam mümkün olmadı. Ama bu kısa anım, daha sonra gazetecilik yaşamımda ve sosyo-politik mücadelelerimde köy enstitülülerle hep dayanışma içinde olmamda büyük rol oynayacaktı.

1948 YILI

TONGUÇ VE YÜCEL'İN ÖĞRENİM YAŞAMIMDAKİ UNUTULMAZ ANILARI

Tüm derslerde başarılı iken, resim dersinde sınıfın en kabiliyetsiz öğrencisiydim. Suluboya resim yaparken boyaların ölçüsünü kaçırıyor, ortaya doğrudürüst bir şey çıkartamıyordum. Bu yüzden ikinci sınıfta resim dersinden ikmale kalmış, yaz tatilinde herkes matematik, fizik çalışırken ben suluboya resim talim etmek zorunda kalmıştım. Kısacası, suluboya resimden nefret ediyordum.

Üçüncü sınıfta bir gün resim dersine girdiğimizde, suluboya düşkünü kadın öğretmen yoku. Öğretmen masasında saçları ağarmış, bakışları hüzünle karışık sevgi dolu yaşlıca bir kişi oturuyordu.

Önce kendini tanıttı. İsmi bize bir şey demiyordu. Çantalarımızdan suluboya takımlarını çıkartırken müdahale etti:

- Yok çocuklar, suluboya yapmayacağız. Defter ya da kağıtlarınızı, bir de kurşun kaleminizi çıkartın. Başka şey lazım değil…

Kulaklarıma inanamıyordum, suluboyadan kurtuluyor muydum?

- İyi resim, iyi desen yapmanın birinci kuralı, korkma­dan, titremeden düz çizgi çekmektir. Bu derste başka hiçbir şey yapmayacak, defter ya da kağıtlarınızın üzerine çizebildiğiniz kadar düz çizgi çizeceksiniz. Haydi göreyim sizi…

Sınıfta keyifli bir yarış başladı. En keyifli olan da herhalde bendim.

Çizdik… Çizdik… Yorulana kadar çizdik. Başlangıçta eğ­ribüğrü olan çizgilerimiz dakikalar ilerledikçe daha düz­gün, daha kararlı oluyordu.

Dersin bitimine yakın,

-Tamam, dedi, bugünlük bu kadar… Düz çizgi çizebil­mek hem iyi bir ressam olmanın ana koşuludur, ama aynızamanda dürüstlük ifadesidir. Diyeceğim şu, hayatta daima bugün çizdiğiniz düz çizgiler gibi doğru ve dürüst olun…

"Komünist" diye görevden alınan en sevdiğimiz öğretmen Sami Bey’den beri hiç böylesi bir ders görmemiştik.

Öğretmenin adı İsmail Hakkı Tonguç’tu.

Akşam evde yeni resim ögretmenini büyük bir heyecanla anlattığımda, suluboya yeteneksizliğinden ötürü oğullarının ikmale kalmış olmasının üzüntüsünü hâlâ yaşayan annem de babam da çok keyiflendiler.

Ertesi gün Savaş bombayı patlattı:

- Bizim yeni resim öğretmeni kimmiş biliyor musunuz? Köy enstitülerini kuran adam… Komünistlik yüzünden genel müdürlükten atılmış, bu yaşta buraya resim öğretmeni olarak sürgün edilmiş…

Sınıf arkadaşlarımın çoğu için “köy enstitüleri” belki aile içi politik tartışmalarda komünistliğin sembollerinden biri olarak anılmıştı, ama benim için geçmişimin bir dönemine damgasını vuran bir gerçeklikti.

Birden, Kayseri’nin Muncusun Köyü’ne gelen ilk köy enstitüsü mezunu, siyah üniformalı köylü çocukları, onları bize tanıtan okul başöğretmeninin coşkusu gözlerimin önüne geldi.

Sonra yaşımın küçüklüğüne rağmen benim ortaokula kaydolmamı sağlayan eski Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’i, o dev adamı anımsadım.*

- Hayır, dedim. Ben köy enstitülerini biliyorum. Bu öğ­retmen onların kurucusuysa büyük bir insan olmalı.

Aramızda tam bir ağız dalaşı başladı. Kimileri Ton­guç’un bir dahaki dersini boykot etmeyi öneriyordu.

Ne ki, Tonguç bir dahaki dersine geldiğinde, yüzündeki o saygı uyandıran hüzünlü ifadesi, resim yaparken kendi kişiliğini ortaya koyma konusundaki konuşmalarıyla sınıfa derhal hakim olacak, en azılı anti-komünist adaylarından dahi bir daha onun aleyhinde tek kelime duymayacaktık.

----------------------------

Doğan Özgüden, "Vatansız" Gazeteci, Sürgün Öncesi, Belge Yayınları, İstanbul 2010