Ganime GÜLMEZ

"1970’in sonlarında durum iyi görünüyordu. Yaşam daha bir devrimcileşmiş, olgunlaşmıştı. Sadece devrim yapmak için devrimci olmak anlamını yitirmiş, devrimcilik bir yaşam tarzı hâline gelmişti...”

“İbrahim Kaypakkaya arkadaşları ile kurduğu partiyi TKPML olarak adlandırdı ve kadim TKP’nin kurucusu Mustafa Suphi gibi katledildi. Aynı 68 başkaldırısı içinden yükselen diğer devrimci siyasi hareketlerin kurucuları gibi...

Hamburg: "Yumuşak Koca" tiyatro oyunu güldürdü Hamburg: "Yumuşak Koca" tiyatro oyunu güldürdü

Deniz’ler yargılı infazla, Mahir’ler yargısız infazla katledilirken İbrahim Kaypakkaya sağdı ve tereddütsüz yepyeni bir örgütlenme çabasını başlatmıştı kırsalda. Dersim'de, Siverek'te... Oruçoğlu’nun başlığa taşıdığı şekilde Akıl ve Aksiyon Duygusu ile...

Muzaffer Oruçoğlu Çapa’da başlayan bu uzun yürüyüşün adım adım bir parçası, tanığı. Roman yazma eylemliliğini uzun yürüyüşlerinin daha ilk başlangıcında başlatmıştı. Devrimci hafızayı bu edebiyatçı ruhuyla canlı tutuyor. İbrahim Kaypakkaya’yı anlatıyor. An be an, capcanlı...” -Ragıp Zarakolu-

Kesilir eller, diller. Yakılır kitaplar. Kapatılır matbaalar. Hapsedilir söyleyenler, yazanlar. Neruda ve sayısız şair yetişir bu izlere: “Düştükleri yere ağıt yakmıyorum... size koşuyorum yaşayanlara... sizden önce ölenler de oldu hatırında mı?” Ve sürekli katledilmeye devam eder yürüyenler...

Aralıksız, hatta günümüzde daha da amansız, delinir gökyüzü altında yaşayanların bedenleriyle beraber...

“Dil kurucudur, tüm yıkıcılar ona danışır.”

Yıktıktan sonra yapanlar da, kendi dilleriyle kurunca her şeyi; dünya yine o dilin de yıkılmasını bekler. Ve yine tüm yıkıcılar dile danışır...

Akıl nedir? Aksiyon duygusu nedir? Böylesi bir dünyada ‘aklı başında’ olan, dalar mı can bedeli aksiyonlara? Nedendir bütün bunlar?

“Görünmeyen iyi bir dünya gibidir iyi bir haber.”

KAYPAKKAYA AKIL VE AKSİYON DUYGUSU:

Bu gelen iyi bir haber midir? Görünmeyen iyi bir dünya gibi midir? Beklenilenin kendisi midir?

‘Tohum'un Azer’i, bu kitabına dek, yani otuz yılı aşkın bir süredir kendisini; beceriksiz, pejmürde, kızlara-kadınlara beğenilmek için elinden geleni yapan ancak hep başarısız olan, edebiyat dünyasında ve kitaplar arasında leyla leyla gezmeketen gerçeğe dönmeye zaman bulamayan, zamanın dışında yaşayıp sık sık esneyen, üzerlerine düşen kurşun yağmurları anında dahi yarım kalan romanını düşünen, eylemini öznelere karşı öznesiz yapan... olarak tanımlar.

Ve bu Azer, divitini daldırdığı mürekkep hokkasındaki tonları, fırçasını vurduğu tuvallerdeki kadar ‘tuhaf’ kullanır. Bu ‘tuhaflık’ sürekli, ama sürekli çığlık çığlığa bir karşı koyuşla karşılanır. Karşı koyuş büyüdükçe o, ‘tuhaflığı’na devam eder. Belki de bu ‘tuhaflık’la, hafızalarda küflenmeye yüz tutan tarihin, canlı hayatta direk atmasını hedefler!

İşte bu Azer’in başka bir ülkenin topraklarına adım attığı anda, iletişimin kağnı arabaları hızında olduğu zamanlarda dahi toprağa atmayı ihmal etmediği şeydir ‘Tohum’. Ardından Uçurum Geyikleri. Ardından diğerleri. Ve bu Azer neredeyse yarım asırdır, hem de sürekli kendisinden beklenilenlere hapsetmez kendisini. Bir edebiyatçı olarak yılmadan-yorulmadan kullanır mürekkebini...

Beklenti dediğimiz şey türev türev! Bu kitap kendisinden beklenilenlere yanıt olabilecek mi?

Bazı anıların öykü tadında da aktarıldığı bu kitap; Kaypakkaya’nın Pratik Yaşamı, Düşünsel Dünyası, O’na Dair Söyleşiler ve Ek Yazılar (68 önderleri, Deniz ve Mahir) olmak üzere 4 ana başlık ve bu ana başlıklara ait yaklaşık 60 bölümden oluşuyor.

Ve gerçekten, Zarakolu’nun da ifade ettiği gibi; “An be an” tanık olunanlar, hem de o anki dünya gerçekliğiyle birlikte örülüyor. Kaypakkaya’nın yanında bulunulamayan bazı anlar ise bir öykü tadında kurgulanarak anlatılıyor.

Yıl 1966. Çapa Yüksek Öğretmen Okulu.

İstanbul! Gezinmeye başlar etrafınızda, çok tanınan eski yazarlar, şairler. Eski aktörler, aktristler.

“Merhaba” denilir tanışılır önce, mavi gözlüyle. Soyut, Papirus, Yeni Ufuklar, Varlık gibi edebiyat dergiler okunur kantinde.

“Günler günleri, aylar ayları kovalıyor. Zaman kırılıyor, hayallerimize yayılıyor kırığından dökülen renkler. Renklerde dalga dalga kalabalıklar. Renklerde yeni başlayan Vietnam savaşı, Cangıl, Vietkong, napalm, bubi tuzakları....”

Ve şimdiye dek canlıdır, gülümseyen mavi bakışlar Oruçoğlu’nun hafızasında.

“Bir hafta sonu, gecenin geç saatlerine doğru, aniden gelip yanıma oturuyor İbo. Önümdeki kâğıda çizdiğim gül ve nargile marpucundan başımı kaldırıyorum. Gülümsüyor her zamanki gibi. Duru su mavisinde ışıldayan çakıl saflığını çağrıştırıyor bakışları... “Farkında mısın bilmem," diyor, " bu okulda bir yığın değerli insan var. Bunlar, yağmurunu taşıyamayan kararsız bulutlar gibi gezinip duruyorlar."

Sadece yedi yıllık bir yoldaşlık ilişkileri olabilmiştir. Ancak bu yedi yıl, tam da iki paylaşım savaşının ardından tarumar olan dünya yıllarındandır. Kana bulanan topraklardan ve halklardan yeni yeni haykırışların yükseldiği yıllardır. Ve bu haykırışları okuyabilmek, Ortadoğu gibi karmaşık bir coğrafyanın tam kıyısında bulunan Türkiye toprakları açısından hiç de kolay olmayacaktır.

Ancak bir genç kuşak, önceki kuşakları da sorgulaya sorgulaya bunu dener. Tıpkı o dönemde, tüm dünyada olduğu gibi!

Nereden çıkar bu ‘Kürt Meselesi’! Nereden çıkar bunca siyasi tartışma! Nereden düşer bunca edebiyatçı, şair üniversite kantinlerine! Nereden yeşerir ve nasıl yön verilir bu ‘Akıl ve Aksiyon Duygusu’na!

“1965’de, KDP (Kürdistan Demokrat Partisi) kurulur... 1963 yılında Paris’te, bir grup genç Fransız aydını tarafından kurulan ve Güney Kürdistan’daki direnişi destekleyen Kürt Devrimi Dayanışma Komitesi (CSRK) / Komîtey Piştgirî Şorişî Kurdistan...

TİP’in 1967’de, Silvan, Amed, Siverek, Batman, Dersim, Ağrı ve Erzurum’da düzenlediği Doğu Uyanış Mitingleri, dayanılmaz bir hâl alan bu baskıların sonucunda ortaya çıktı...

68 bir fırtına gibi gelip geçti ve yerini en az onun kadar sıcak siyasal tartışmalara bıraktı...

1969’un sonlarına doğru devrimci güçlerin tek parçalı varlığı, bölünmelerle fetret devrine girdi. Tartışmalar, polemikler üniversite...

1970’in sonlarında durum iyi görünüyordu. Yaşam daha bir devrimcileşmiş, olgunlaşmıştı. Sadece devrim yapmak için devrimci olmak anlamını yitirmiş, devrimcilik bir yaşam tarzı hâline gelmişti...”

Ve bu yıllarda var olan bütün siyasi oluşumlar, bu oluşumların önderleri, genç kuşağın nasıl saf belirlemeye çalıştığı, bu saflaşmalarda kopuşlara sebep olan noktalar, bilinen sayısız isim ve bunların o dönemdeki politik tutumları... Kemal Tahir’den Aziz Nesin’e salonları inleten ancak ters yönde sürat yapan farklı yolculuk sahneleri...

Önce on kişi atılır okuldan. Ardından mahkemeler. Dokuzu geri alınır, İbo tamamen atılır.

TİP, FKF ve nice tarihi yolculuk sergilenir ve nihayet; “68’in mayısına, 68 dünyasının mayısına” gelinir; “ İran atasözünün yaşama cesaret verdiği bir anı, “dünyanın bütün karanlıkları bir araya gelse, yoğunlaşsa, bir mumun ışığını söndüremeyeceği” bir anı çağrıştırıyor yaşadığımız an.”

Edebiyatta Dostoyevski, Kafka, Joyce, Musil, Hermann Broch, Sartre, Camus, Hermann Hesse vd.; felsefede Schopenhauer, Marks, Nietzsche, Heidegger; psikanalizde ve sosyolojide Freud, Herbert Marcuse, Wilhelm Reich, Geza Roheim gibi simalar öne çıkar. Çin’de Büyük Proleter Kültür Devrimi patlar. Bolivya’da Che vurulur. Vietnam, Kamboçya, Laos, Cezayir’den Filistin’e; sömürge ülkelerde toprak yarılır. Paris patlar, işçiler ayaklanır. İtalya kaynamaya başlar. Ve Avrupa’nın dörtbir yanında kadınlar ilk kez “seksüel özgürlük”, “seksüel devrim” diye haykırmaya başlar.

Ancak yola duyulan sevda, bu yolcuların hepsinin yüreğinde, atmaz aynı biçimde. Yeryüzünün her parçası bunu yaşar. Hesapsızca yürüyenler. Bedeller ödeyenler. İhanetler. Sadece yolsal değil, fikirsel ihanetler. Bu bir tesadüf değildir. 68 kuşağı, aynı zamanda dünya tarihinde çok dengesiz salınan terazilerin de bir aynası olmuştur. 68 kuşağından hayatta kalanların önemli bir kısmı, bu tarihi hafızalarından silmiş, hatta hatta ‘devlet’in bizzat bir parçası olma ihtirasıyla bambaşka kulvarlarda koşar hâle gelmişlerdir. Türkiye’de de bu böyledir, Almanya’da da, Fransa’da da, Çin’de de, Arnavutluk’ta da....

“Tarih felsefesinin ve antropolojinin kurucularından biri olan, Alman şairi Herder, "Ulusunun kişiliğini ortaya çıkarmayan, gerçek büyüklüğe ulaşamaz," der. İbo'nun kısa ömrüne sığmayacak kadar anlamlı olan çabası, ulusunu oluşturan çeşitli sınıf ve kategorilerin gerçek kişiliklerini, oynadıkları rolleri ortaya çıkarma ve yaşamı derinlemesine değiştirme çabasıydı. Ömrünü bu çabanın köklenmesine, dallanıp budaklanmasına, meyve vermesine adamıştı...

Devrime hesapsız bir inanç ve inatla adanmış, hesapsız bir ömür. Grev çadırlarında, yürüyüşlerde, dergi bürolarında, dağlarda, zindanlarda, değişim ateşini hayatın katı gerçekliğine dayatan bir ömür. Devrime katılan iki tür devrimci vardır. Birinci tür devrimci, ezilen sömürülen yığınların acılarını, kurtuluş arzularını derinden duyumsayarak her şeyini onların kurtuluş davasına adayandır. İkinci tür devrimci, kendi ezilmişliğini esas alan, kendisinin konu olduğu bir yaşam sürecinde birikmiş problemlerini, öfkelerini, kinlerini yıkma aracına dönüştürendir. İbo, birinci tür devrimcilerin nabzıydı.”

Ve “Türkiye Avrupa’yı mayısta değil, haziranda” izler. 68 İbo’yu ve Oruçoğlu’nu Laleli’deki Fen Fakültesi işgalinde yakalar. Artık öğrenciler, sık sık otobüslere doluşup toprak işgallerine, işçi direnişlerine dalandırlar. Bu direnişlerde; İbrahim Kaypakkaya konuşmalar yapar, Cihan Alptekin konuşmalar yapar. Çorumlu’nun ardından bir Karadeniz şivesi de patlar. Memleketin dörtbir yanından gelmiş olan genç sesler, aynı arenalarda sesleşmeye başlar.

Kıvılcımlı’dan, Mahir Kaynak’a dek teorisyenler aynı kürsülerde konuşur.

Çapalı öğrenciler şubeye götürülüp götürülüp durulur. Tutuklamaların ardı arkası kesilmez.

Sağmalcılar’da, “Deniz, İbo, Cihan Alptekin, Ömer Güven, Salman Kaya, Necdet Dizman, Kenan Rıfkı Ertuğrul, Bora Gözen, Osman Bahadır ve diğerleri tek bir komün” içindedir. Nice kitaplar devrilir. Nice ustalar tartışılır. Nice ülkeler örnek alınır. Türkiye toprakları için akılcı bir yöntem arayışına girilir.

Rengârenk Trakya köylülerine dek uzanılır; “İbo, konuşmasını noktalıyor. İşçi Köylü gazetesini dağıtıyoruz. Sonuçtan ve gençlerin ilgisinden memnunum. Oh ne güzel. İnsana olan sevgim gani, insandan nefretim de gani. Bu iki damarın kesiştiği yerde durup, rehavetle geviş getiriyor ve İbo'nun gençlerle olan sohbetini izliyorum. Sıkıntım, uçup gidiyor.”

İTÜ amfisi dahi emektarlaşır. Dolar dolar taşar. Kantin masaları nice tartışmalara şahit olur...

Dev-Genç’in içinde, Denizciler, Mahirciler, Mihriciler, Kıvılcımlıcılar, Perinçekciler ve ordu içindeki 8 Martçılar vardır.

Ve İbo, sadece mahkemelerde değil buralarda da konuşurken susturulmaya çalışılıp, saldırılandır: “İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmış. Dik durmaya çalışıyor ama benzi solmuş. Bir koluna Ragıp Zarakolu diğerine de hatırlayamadığım birisi girmiş.” Ardından şubeye götürüldüklerinde, siperdaşlarının kendisine indirdiği darbeleri polise ihbar etmeyendir.

3 Şubat 69, geri alınan öğrenciler de yine okuldan atılır. 15-16 Haziran 70 gelir. Ardından 12 Mart Muhtırası! İbo’nun sevdiği “eski tüfekler”den Hikmet Kıvılcımlı, Mihri Belli dahi bu Muhtıra’ya karşı çıkmayanlardır.

Ve işte artık bu yirmili yaşlardaki gençler, dünyanın o günkü hâli içerisinde, devirip inşa etmek üzere bir yol bulmaya çalışırlar. Yollara koyulurlar. Böyle bir dünya gerçekliğinde, gençliğin ağırlıklı bir bölümünün gözleri hep dağları süzer. Nerelerde konumlanacaklarını tespit etmeye çalışır.

Önce İbrahim Kaypakkaya, Muzaffer Oruçoğlu ve Oral Çalışlar, bir Kürdistan Komitesi –DABK- olarak Antep’te buluşur. Oral Çalışlar hemen yakalanır. Sonra Oruçoğlu Siverek’te, Kaypakkaya, Ali Mercan ve Ali Taşyapan da Kürecik’te konumlanır. Urfa, Malatya, Diyarbakır derken Filistin’e dek uzanılır.

Bildiğimiz sayısız isim de bu yolculuklardadır.

Ve nihayet Dersim’e gelinir:

“Cebimiz delikti ve silahsızdık. Yani şiir iklimindeydik ve “dil varlığın eviydi”. Deliğimizi yamayıp donanmaya başladığımızda gerçekleşecektik, yani varlık, dilin evi olacaktı...

Normal değil de anormal, küçük değil de büyük bir iş yapmak eğilimi benim kuşağımda güçlüydü. Devrilmeyecek hiçbir güç yoktu, yeter ki o güç zamana acı çektirsin, haksız bir konumda olsun. Dünyanın ayağa kalkan yalın özgürlüğü bizi çekiyordu. O, insanın özüydü, bir hayal değildi, ışığın ve iyiliğin tarihiydi, dünyanın, değişmez gibi görünen kaderine yüklenmeyi emrediyordu. Yüklenmek bu bakımdan kaçınılmazdı. Yüklenince özgürlük iklimi doğacak, bu iklim bizi içine çekecek, değiştirecek, derinleştirecek ve çok daha ileri bir özgürlük düşüncesiyle donatacaktı...

Sonuçta, tabi sadece ben değil, hepimiz gençtik, hayalciydik, çulsuz ve tarihsizdik. Bu durumdan kaynaklanan yaratıcı sorunlarımız, soru işaretlerimiz vardı tabi. Güçlü bir işçi sınıfı mücadelesi tarihine ve zengin bir komünist mirasa sahip değildik... Ama süreç içinde, Türkiye gerçekliğine ciddiyetle yöneldik...”

Kaypakkaya ve yoldaşları Dersim’de konumlanmaya karar verir. Dersim mesken eylenmiştir ancak, girdikleri her bölge hemen kuşatılır. Onlara yardım eden köylüler büyük baskılara maruz kalır. Ve bu grup daha yolun başındayken, etrafına kurulmuş koca bir ablukadan çıkma mücadelesiyle yüzyüze kalır:

“Gidecekleri bölgeler üzerinde düşünen bu grup, karın bir metreyi aştığı bir şafak vakti, teğmen Fehmi Altınbilek’in komutasındaki müfreze tarafından basıldı. Ali Haydar Yıldız vuruldu, Kaypakkaya yaralandı, içlerinde benim de olduğum diğer üç kişi, kendilerini, kar tarhlarından uçuruma yuvarlayarak kurtuldu. Kendimi buzu kırılmış suyun içinde buldum. Sol ayağım burkulduğu için şişti. Soğuktan ellerim ve yüzüm kabardı...

Ben Dersim halkını, faaliyet gösterdiğim bir yıl içerisinde değil, asıl bu baskından sonra, değneğimle, azgın kışa karşı topallaya topallaya gezerken, daha doğrusu, köy köy barınmaya çalışırken tanıdım.”

1972’nin yazının ardından düşen çığ onları, başka kuşaklarla toparlanmak üzere bir süreliğine dağıtır. Mirik yolu üzerindeki bir kayanın altında kalan ve ne zorluklarla edinebildikleri “teksir makinesi arkadaşı daktilo ile birlikte” hâlâ çalıştırılmayı bekler.

"Darbe, ülkenin mumlarını tek tek söndürüyor," diye mırıldanır İbo. "Mumu sönen bir halk homurdanır, acı çeker. Sessizliği derinleştiren bu ögelerdir. Tarihin kör noktasındayız. Tarih bizi görmüyor. Sönen mumu yakmanın zamanıdır.” Ve “Mayıs ayının ortalarında Savcı Yaşar Değerli Ankara’dan geliyor. 17 mayısı günü İbo hücresinden alınıyor. Tel örgülere yaklaşıyor bir askeri araba. İbo, arabaya doğru götürülürken tel örgülerin ötesindeki tutuklu yoldaşlarını görüyor, gülümsüyor, el sallıyor. Götürülüp bekletildiği yerde, 17 mayısı 18 mayısa bağlayan gece kurşunlanarak öldürülüyor. Daha sonra ceset, kurşun izlerinin yok edilmesi amacıyla kurşun deliklerinin bulunduğu yerlerden kesilerek, askeri hastanenin morguna konuluyor. Otopsisi yapıldı görünümüdür bu.”

Bütün bu yolculuklar içerisinde, Kaypakkaya’nın düşünce ve aksiyon duygusunun kaynaklarına defalarca değinir Oruçoğlu. Parti Programı’nın nerede, nasıl oluşturulduğunu aktarır tüm ayrıntılarıyla. Ve İbo’nun tavırlarıyla! Bunu, yer yer edebi betimlemelerle, dil oyunlarıyla yapar. Yer yer de direk: “İbo, Osmanlının ve Cumhuriyetin Alevi, Ermeni ve Dersim kırımları başta olmak üzere, kırımlar konusunda son derece hassas bir insandı ve kendini bu mazlum halkların yerine koyarak düşünme duygusuna sahipti. Okuma, düşünme ve tartışmalarda kendi öz gücünü, bağımsızlığını, esas alıyordu. Biz yolu yürüyelim, yol bizi yürütür hâle gelmesin, gelirse, birer araba tekerleğine dönüşürüz. Düstur buydu. Bu düstur biraz da, beynine tenezzül etmeyen, inanarak, kendini düşünme zulmünden kurtaran insanların ezici varlığına bir tepki olarak çıkıyordu ortaya. Dünya, çobanlar ve sürüler dünyası görünümündeydi. İtaatsiz sürüler bile yeni çobanların kavalına ve değneğine göre hareket ediyorlardı.”

Nasıl anarız biz tarihteki ustaları? Komünist, devrimci önderleri? Ya da demokrasi, insan hakları mücadelesi verenleri? Bu konuda sadece biz Türkiyeliler değil, dünya insanlığı problemlidir. Ve Oruçoğlu, kendisiyle Kaypakkaya hakkında yapılan bir röportajda şunları dile getirir: “Onu tabu haline getirmek, ona yapılacak en büyük kötülüktür. Hepimiz sınırsız, sonsuz büyük parçalanışın birer parçasıyız; bu kaynayan, uğuldayan akıl almaz evrene egemen olamayız; ama bu çılgın, muhteşem macerayı anlamaya çalışmak, ona sürekli gelişen bir bilinç olarak katılmak, varlığımızı, nesne olmadığımızı ona dayatmak anlamlı ve güzeldir. Güzel bir şiirdir bu. Teori ve pratiğimizi geliştirmek, engelleri yaşam sevinciyle aşmak, köhnemiş sistemleri devirmek, ama kimseyi ezeli ve edebi bir düşman olarak görmemek güzeldir. Kimse isteyerek kötü olmaz. Kötülerin iyi yanlarını görmek fazilettir.”

Oruçoğlu’nun yıllar yılı, romanlarla, öykülerle, denemelerle aktardığı, aktarmaktan hiç vazgeçmediği bu tarihsel kesit; KAYPAKKAYA AKIL VE AKSİYON DUYGUSU başlığı altında derlenen bu kitap ile birlikte, canlı ve kalıcı bir yolculuğa dönüşmüş.

Divitine ve onu batırdığın mürekkebini kaygısızca dağıtışına sağlık Sevgili Oruçoğlu.

Ve O’nun sürekli bizlere yönelttiği bir dilekle: “Ömrüne bereket!”

Kitabın Künyesi: Muzaffer Oruçoğlu, KAYPAKKAYA AKIL ve AKSİYON DUYGUSU; Belge Yayınları, Yaşam ve Anılar, Haziran 2021.