Ganime GÜLMEZ

“Biricik oğluma, cezaevi ve sürgünlerin gölgesinde büyüyen tüm çocuklara ...” ithaf eder Fatoş Güney, yazdığı bu kitabı.

Yılmaz Güney ölüm döşeğindeyken, yaşananların ve bunların yaşandığı yılları yazamayacak olmanın da acısındadır: “Yılmaz kemikten ibaret kalmış parmaklarıyla elimi tuttu. "Senden bir şey isteyeceğim mavi kuş. Söz ver bana, eğer ben yapamazsam mutlaka sen yapmalısın!" "Neyi ben yapmalıyım Yılmaz'ım?" "Yazmalısın, mutlaka yazmalısın! Yazacaksın değil mi? Anlatacaksın beni, kendini, yaşadıklarımızı, direncimizi, zor günleri..."

Sürgünlük yılları ara ara aksatır, tökezletir Fatoş Güney’in yazma girişimlerini. Babasız kalan iki çocuğa annelik yapma yükümlülüğü de sırtındadır. Ancak gerek Yılmaz Güney’in ölüm döşeğindeyken dile getirdiği bir istek olarak, gerekse kendisinin de O’nun cenaze töreninde yaptığı konuşmada ifade ettiği gibi, “Yılmaz Güney’i anlatmak, bir konuşma yapmayla mümkün olabilecek bir şey” olmayışından, yani bir ihtiyaç olarak da yazmalıdır!

Ve Fatoş Güney, o dönemlerde yaşadıklarını kaleme almaya başlayışını şöyle ifade eder: “Göğsümü parçalayıp yüreğimi çıkartıp koymak kâğıtların üzerine, daha kolay olurdu şüphesiz... Yazmak, ölümden bir şey koparmaktı!... Sürgünün sekizinci senesinde, acılarım, özlemlerim ve yaşam kavgamla otuz sekiz yaşındaydım...”

***

Fatoş Güney, 1952 doğumludur. Yılmaz Güney’le 16-17 yaşlarındayken tanışır. Ve yaşamını sürdürdüğü cam fanustan, Boynu Bükük Öldüler’le çıkar. Bu kitap, onun dünyaya bakışını değiştirir.

Fatoş Güney henüz 21 yaşındayken, Yılmaz Güney’in iki yıllık askerliği ile iki yıllık mahpusluğu arasındaki, sadece tek bir yılı eşiyle özgürce yaşamış bir genç kadın ve annedir! Toplam 14 yıllık birlikteliklerinde de, bir yılbaşı gecesinde dahi ailecek toplaşabilmeleri bir mucizenin gerçekleşmesi kadar zordur. Ve Yılmaz Güney, her hayata olduğu gibi böyle bir adaletsizliğe uğrayan hayata da gözü gibi titreyendir: “Kimsin sen sevgili? 16 yaşlarının, 18 yaşlarının bütün hayalleri, umutları, romantizmi ile hayata bakarken, ansızın ağır yüklerin altına, demir kafeslerin içine düşen bir küçük kuş değil misin sen? Sana ne kızmak ne gücenmek ne hor görmek aklımdan geçmez. Bazen hapishane sıkıntıları sana kadar yansıyor görüyorum ama sen bunu anlıyorsun, anlamalısın.”

Yılmaz Güney böyleyken, Fatoş Güney de bu mücadele içerisinde olmanın bütün kadınlara yüklediği bu ağır yükün farkında olandır: “İspanya'da asılan devrimciler geçti gözümün önünden. İçlerinden birinin karısı hamileydi. Son geceyi hücrede birlikte geçirmişlerdi. Vietnam direnişçisi Nguyen Van Trôi'nin ansızın kurşuna dizilmesi... Görüş bekleyen karısının aniden eşinin tabutuyla karşılaşması...”

Boynu Bükük Öldüler’i okumanın ardından, hele ki o yıllar, İstanbul’dan Çukurova’ya inmek de Fatoş Güney’e bambaşka bir dünyanın kapısını aralar: “Çukurova... Kendi dünyamdan, sıkışıp kaldığım düşler dünyamdan alın teriyle sürülmüş bereketli toprağına bir tohum misali düşüp de filiz verdiğim, tomurcuğa durup dal dal çiçek, dal dal yaprak verdiğim Çukurova. Beni yapaylıklardan, sahtekârlıklardan, karton şatolardan kurtaran, arındıran, yeniden yoğuran, yaratan, doğuran Çukurova.”

***

Yılmaz Güney’le yaptıkları ilk sohbetler, aralarında kilometrelerce mesafe bulunan iki uçurumun asla ucuca gelemeyeceği hissini verir: “Birlikte yürümeye koyulduk. Ilık ve solgun mayıs güneşinden pembe camlı gözlüklerimle korunuyordum. "Hayatı seviyor musun?" "Düşünmedim hiç." "Sence yaşamak nedir, nasıl olmalıdır?" "Bence yaşamak son derce sıradan bir olay. Sınırlar çizilmiş, her şey belli. Ev, okul, aile çevresi ve arkadaşlarım; bu kadar. Şimdilik tek sorunum okulu bitirmek. Hayat bu olsa gerek. Bu kadar basit ve karmaşasız." "Hayatı henüz tanımıyorsun ki Fatoş! Senin içinde yaşadığın hayat, yaşamın yalnızca bir yüzüdür. Bir de onun diğer yüzü vardır ki, orada insanlar mutsuzdurlar; sefil, perişan, işsizdirler, yarınsızdırlar. Dertleri, kederleri çaresizlikleriyle baş başa, yalnız ve umutsuzdurlar, sahipsizdirler. Orada çocuklar yalınayak başı kabak, donsuz, çorapsızdırlar, çoğu hastalıklıdır. lşte ben öyle bir dünyadan, senin henüz tanımadığın, bilmediğin bir yaşamdan geliyorum. Topraksız köylü bir aileden...”

***

Nihayetinde, aralarında kilometrelerce mesafe bulunan bu iki uçurum yaklaşır ve aynı yollara koyulur. Fatoş Güney bu yolları sadece bir eş, bir anne olarak yaşayan değildir. Bu yolculukta kendisini de gerçekleştirendir.

Yılmaz Güney mahpushanedeyken, onunla mektuplaşmalarında kadına biçilen toplumsal cinsiyet rollerini, yoldaşlığı tartışandır: “Yılmaz'ın yokluğu hayatımızda büyük bir gedik açmıştı. Bir anda yapayalnız kalmıştık. Bugüne dek etrafımızda fır dönen birçok ahpabımız, tanışlarımız aniden selamı sabahı kesmiş, kapımızı çalmaz olmuştu.”

Darağacındaki üç fidanla, Kızıldere’de katledilenlerle tanışandır: “Kızıldere Katliamı sonrasında ayağımın altındaki zemının kaydığını hissettim. Büyük, çok büyük bir yıkımdı bu. Adil bir dünya, eşit bir gelecek için mücadele eden o gençler vahşi­ce katledilmişti. Onları yakından tanıma fırsatı bulduğum, bir gün, bir gece dahi olsa onlarla kader birliği ettiğim için gurur duyuyordum ama tüm bunlar acımı da katmerliyordu. Onları hayatım boyunca aklımdan hiç çıkarmayacak, hiç unutmayacaktım.”

Ev baskınlarını, gözaltıları yaşayandır. Tıpkı yüz binlerce insan gibi, Türkiye’nin o zamanlardaki atmosferini, attığı her adımda soluyandır. Sürgünlük dönemlerinde, Yılmaz Güney’in hemen bir beş yıl içerisinde devrim olacağı inancını harıl harıl tartışandır. Sanat-siyaset ilişkisini sorgulayandır. Hangi yollardan, yaşamlardan geldiklerini unutmayandır. Bu yollardan-yaşamlardan geldikleri Fransa’da, bir film ödülü töreni sırasında, çok sayıda sanatçı, siyasetçi yanıbaşlarında iken; Yaşar Kemal ve Zülfü Livaneli’nin çekinceli davranıp gelmemelerini, Yılmaz Güney’in de bir acısı olarak aktarmayı ihmal etmeyendir.

Kendini tüm acımasızlığıyla eleştiren, yeniden yeniden temizlemeye çalışan; doğduğu köyde çobanlık yaparkenki halini ‘koyun’ gibi betimleyen, o günlerin saflığı-temizliğini anan, sonrasında üstüne-kişiliğine sıçrayan tüm pislikleri temizleme ihtiyacı tükenmeyen ve işte böyle Selimiye’de; Hücrem, Salpa ve Sanık’ı kaleme alan, sonrasında Nevşehir mahpusluğunda Boynu Bükük Öldüler’i kaleme alan Yılmaz Güney! Ve tüm bu anıları bizden, hemen yanıbaşımızda içimizden biriymişçesine sıcacık, samimi, çamursuz kalemiyle kâğıda dökebilmiş olan Fatoş Güney!

***

Nevşehir, Konya, Selimiye, Kayseri, İzmit, Ankara Merkez, Toptaşı hapishanelerinin ardından, İmralı Yarı Açık hapishanesine dahi sürülen Yılmaz Güney; nihayetinde, açık cezaevinden verilen izinlerden birinde artık yola koyulur: “Akdeniz'in engin maviliğinde, kanadını beyaz bir martı gibi rüzgara vermiş yelkenlinin içindeydi artık Yılmaz. Ekim güneşinin ufuktaki renkleri solgundu, bulutsuz gökyüzünde bir yandan ay kaybolurken, diğer yandan güneş doğuyordu... Üzerinde, mavi-beyaz çizgili bir gemici kazağı, başında ucu püsküllü bir bere, ayağında sarı uzun lastik çizmeler vardı. Bıyıklarını kestirmişti. Gerçi her ne kadar gemici kıyafetine bürünmüş olsa, bıyıklarını da kesse de onu tanımak güç değildi.Yelkenli Fransa'ya doğru yol alıyordu, yeni bir yaşama doğru.”

Paris’te çekmek istediği filmin adı önce “Camları Kırın Kuşlar Kurtulsun” olarak düşünülür. Daha sonra bu isim bir film için uzun bulunur ve Duvar doğar!

Almanya'da “Dersim Etnografya Müzesi” girişimi Almanya'da “Dersim Etnografya Müzesi” girişimi

“Gidişinin ardından otuz altı sene geçti. Ülkesinde devrim olmadı. Filmleri hâlâ gösterilemiyor. Ama halkı onu hiç unutmadı, unutmayacak.”

Kitabın Künyesi: Fatoş Güney, Camları Kırın Kuşlar Kurtulsun; İthaki Yayınları, Kasım 2020.