“Düşünmek zor bir sanattır.

Bu sebeple çoğunluk

sürüyü takip eder.”[1]

Toplumsal çürüme diz boyu; namussuzluk tavan yaptı; toplumsal ahlâk askıda… Özetle Zübük’lük yükselen değer(ler)ken; susan insan(lar) ile aptalların çoğaldığı bir hakikât ile yüz yüzeyiz…

Yerkürede kapitalizmin ürettiği aptallar, akıllılarıdan fazla olsa da, çoğunluğun yalan(lar)a inanıyor olması onu gerçek kılmıyor.

Çünkü Gerçek, çoğu zaman, çoğunluğun inandığının tam tersidir ve çoğunluk değer(sizlikleri)nin önemi yoktur. Hele ki,

Emma Goldman, “Gerçeğin ve adaletin en büyük düşmanları, bir kitle hâlindeki çoğunluklardır, kahrolası kitle hâlindeki çoğunluklar”…

Lucius Seneca, “Gerçek daima azınlıktadır ve azınlık daima çoğunluktan güçlüdür. Kural olarak azınlık gerçekten bir fikre sahip olanlardan oluşmuştur”…

Max Horkheimer, “Çoğunluk her zaman ve istisnasız olarak azınlığın haklarını çiğnemiştir”…

Giordano Bruno, “İnsanın sırf çoğunluk, çoğunlukta olduğu için, kitlelerle ya da çoğunlukla aynı şekilde düşünmek istemesi aşağılık ve düşük bir kafası olduğunun kanıtıdır”…

Hannah Arendt, “İnsanların sonuçları düşünmeksizin çoğunluk görüşüne itaati insanın basitliğidir”…

Howard Zinn, “Gerçekleri söylemek, özellikle de toplum tarafından kabul edilmeyen gerçekleri söylemek zordur”…

Bell Hooks, “Bir toplumda, gerçeği söylemek, muhalefet ve direniş göstermek anlamına gelebilir”…

George Orwell, “Gerçekleri söylemek, özgürlüğü kaybetmek anlamına gelebilir”…

Eugene V. Debs, “Tarihte büyük değişiklikler meydana geldiğinde, büyük ilkeler söz konusu olduğunda, kural olarak çoğunluk yanlıştır”…

Gilles Deleuze, “Çoğunluk hiç kimsedir, azınlık herkestir,” diye uyarırken…

* * * * *

Söz konusu uyarılar “es” geçilirse, Zübük’lük galebe çalar...

Aziz Nesin, “Kendi çıkarları için her yolu mubah sayan kişi” notunu düştüğü “Zübük”lük konusunda şunlara dikkat çeker:

“Şimdi eğri oturalım doğru konuşalım, aramızda Zübükzâde’den yalancı dolancı var”

“Hangi taşı kaldırsan altından Zübükzâde çıkıyorken; memlekette ahlâktan söz edilebilir mi?”

“Her ne çektiysek, kendi beyinsizliğimizden. Bizde bu kafa varken, bizim gibilerine bir değil, on Zübük az gelir”

“Bizim gibi avanaklar olduktan sonra, Zübük’ün bize ettiği az bile.”

“Bu Zübük’lük bizde yaşıyor. Onları birer Zübük olarak yaratan bizleriz.”

“Çok iyi anladım ki, Zübük bir tane değil, biz hepimiz birer Zübük’üz.”

“Onları biz, kendi Zübük’lüğümüzden yaratıyoruz. Sonra, kendi Zübük’lüklerimizin bir tek Zübük’te birleştiğini görünce ona kızıyoruz.”

Bunlar böyleyken, “Zübük”lerin kuyruklu yalanlara nasıl inanılır? Gayet basit: Çürümüş kapitalizmin kirletip yabancılaştırdığı insan(sızlık)la…

Her yerde karşımıza dikilen, burnumuzun dibindeki, aramızdaki Zübük’leri kapitalizm yaratır; kaldı ki o, en büyük Zübük’tür.

Tabularla bezenmiş, yalanlarla beslenen yıkımın orta yerinde insan(lar)ın çoğunluğunun düşünememesi, kapitalizmin doğası gereği ürettiği sürüleştirmeden kaynaklanırken; “Koşar adımlarla yok oluşa gidiyoruz,” demek felakete tellallığı değil, gerçektir.

Çünkü toplumsal yapının tavandan tabana çürüdüğü; insan(lık)ın ahlâken, düşünce olarak ve eylemsel açıdan hiçleştirildiği tabloda ancak korkmadan düşünmek, insan(lar)ı insan yapa(bili)r ve Zübük’lükten kurtarır.

* * * * *

Zübük’lerden kurtulabilmenin ilk adımı “Ya hep beraber ya hiç birimiz!” diyerek birleşip, ben(cil)likten kurtulma bilinci/ eylemidir.

“Gün ola devran döne” beklentileriyle sesi çıkmayan düşüncenin kimseye faydası yoktur; doğru söyleyeni dokuz köyden kovsalar da yola devam eden vazgeçmezlikle iyi bir seyirci olmaktansa, kötü de olsa bir oyuncu olmaktır aslolan...

Kapitalist “normal”in, ezilenlerin anormali olduğu denge(sizlik)de bizlere istediğimizi değil, istediklerini seçtiren, dayatan Zübük’lerle uzlaşma/ diyalog ol(a)maz.

Mücadele “olmazsa olmaz”dır; bu yolda bileğe takılan kelepçe değil, dilimize, elimize, beynimize taktığımız kelepçedir utanç verici olan...

Utanca ortak olmadan, dik durup diklenen umut ile devrimcilerin önünde elbette çözemediği soru(n)lar var; ama çözemeyeceği hiçbir soru(n) olmadığı bilinciyle yolumuzu açmalıyız; vazgeçişe, hafıza kaybına, kaçışa inat…

Kolay mı? Umut başkaldıranlarda; ona dokunan ellerimizde yani bizdeyken; yapmak/ eylemek binlerce mazeretten değerlidir.

Bilmek, ezberlemek, aktarmak hâl(ler)ine eşitlenemezken; öfkesiz/ itirazsız/ başkaldırısız “bilmek”(!) nafiledir, asılsızdır.

Malum: Olması gereken için aslolan, ayakta kalmak, diz çökmeyen bir bilince sahip olmaktır. Çünkü ölümle yüzleşmek, özgürlükle yüzleşmektir. Ölmeyi göze alan, kölelikten kurtulur.

* * * * *

Zübük’lükte mücadelede bilinçle bağlandığımız itirazı sevgiyle, tutkuyla yapmak elzemken; dayanışmayı büyütmemek büyük bir yanılgıdır.

Malum üzere gerçeği bilmek ve dayanışmayı yükseltmek her koşulda elzemdir; çünkü -inançlar, gerçekleri değiştiremezse de!- gerçekler, inançları değiştirir.

İnsan(lık)ı insanlaştırıp devrimcileştiren, doğruyu söyleyip söylememe ikilemindeki seçimidir; sadece ve sadece gerçek özgürlüğün yolu açar; tabii o yolda ilerleyebilirsek…

Toparlarsak: Öncelikle Zübük’lere karşı mücadele sürecinde yol ikiye ayrıldığında hep daha az kullanılanı seçmek, değiştirme mücadelesi açısından hayati önem taşır. “Seçim sistemi değişimin başladığı yer değildir -değişim genellikle topluluklarda ve aşağıdan yukarıya doğru başlar- fakat değişimin durdurulabileceği yerdir,” diye hatırlatır Gloria Steinem…

Herakleitos’un işaret ettiği gibi, “Değişmeyen tek şey, değişim”ken; ondan vazgeçmek, yaşamadan vazgeçmektir. Bilmek, bilineni değişime uğratma eylemiyken; acı verse de, zor olsa da gereklidir değişim.

Tam da bu tabloda “Değişimden korkan var mı? Peki, değişim olmadan herhangi bir şey olabilir miydi? Bütün’ün doğasına değişimden daha yakın ve daha candan olan ne var? Eğer ısınan tahta değişmemiş olsa, yıkanabilir miydin? Yediklerin değişmemiş olsa, beslenebilir miydin? Değişim olmasa yaşamdaki diğer lütufların herhangi biri olabilir miydi? Senin için de değişimin aynı anlama geldiğini ve yine değişimin Bütün’ün doğası için gerekli olduğunu görmüyor musun?”[2]

Ezilenler için gerçekleştirilmesi hedeflenen sürekli değişim olmalıdır; onu istemek, nedenlerini yaratmak elzemdir ve en önemlisi de devrimsiz gelişim ol(a)mayacağıdır.

Bu güzergâhta harekete geçmek, hiçbir şey yapmamaktan iyidir; “Kendi hâline bırakılan gelecek ancak geçmişi tekrarlar. Değişim ancak şimdi olabilir, asla gelecekte değil,” diye ekler Nisargadatta Maharaj.

Yani devrim yoluyla gerçekleştirilebilen gerçek değişim, eski(yen) şeyleri farklı görmek ile başlar. Değişim gereksinimin olmadığı yerde akıl yoktur ve değişimler insan(lık)ın gerçeğini haykırma cüretiyle mümkündür.

Değişimi yaşama geçirmenin tek yolu, yığınların siyasi sürece özne olarak katılmalarıdır. Ya da farklı bir ifadeyle, zaman hiç bir şeyi değiştirmez; değişim başkaldıranların eseridir; “Mülk sahibi sınıf barışçıl bir değişimin gerçekleşmesine izin vermeyecektir,” notundaki üzere Lucy Parsons’un…

Bilindiği üzere devrim, bir toplumsal sınıf veya tabakanın iktidarı elinde bulunduran sınıf ve katmanlara yönelik şiddet, zor ve değişim hareketidir. Başka bir deyişle devrim, toplumsal bir alt üst oluştur. Sürecin belirleyeni toplumsal alt üst oluşa önderlik eden politik güç ve sınıftır.

Devrim kapitalist ücretli kölelik düzenine karşı sınıf mücadelesinin kararlı iradesiyle beslenip, onunla büyüyerek, hedefine ulaşır. Sürekli ve ezilenler iktidarı aldıktan sonra da devam ettirilmesi “olmazsa olmaz” süreçtir. Zübük’lüklere karşı mücadele, sınıfsız topluma dek akıldan çıkartılmaması, elden bırakılmaması gereken bir hakikâttir.

29 Kasım 2023 17:09:23, Paris.

N O T L A R

[*] Newroz, Ocak 2024…

[1] Carl Gustav Jung.

[2] Marcus Aurelius, Aforizmalar, çev: C. Cengiz Çevik, Aylak Adam Yay., 2016.