3 Haziran büyük ozanımız Nazım Hikmet'in ölümünün 60. yıldönümü... 1963 yılında, kendi ironik deyimiyle "sürgünde vatan hainliğine devam ederken hâlâ" yaşama gözlerini yummuştu.

Ölümünden 13 yıl sonra İnci'yle birlikte Moskova'da yaşamış olduğu evi ve anıt kabrini ziyaret ederek kendisine saygımızı, mücadelesi ve eserleriyle sosyalizme inancımızı pekiştirdiği için şükranlarımızı ifade etmiştik.

1976'da İnci de, ben de siyasal sürgündük, ama henüz vatandaşlıktan atılmamıştık.

O yılın sonbaharında Novosti Basın Ajansı'nın davetlisi olarak bir haftalığına Moskova'ya gitmiştik.

Sovyet Yazarlar Birliği'ni ziyaretimiz sırasında Nazım Hikmet’in o ülkedeki en yakın dostu Ekber Babayef gelişimizden haber olmuş, hemen ertesi gün bizi Rossia Oteli’nde bulmuştu.

Ne yazık ki bir gün sonra Moskova'dan ayrılacaktık. Programımız önceden belirlenmişti. Moskova'dan sonra Leningrad'ı ve Gürcistan başkenti Tiflis'i de ziyaret edecektik.

"Sovyetler Birliği’ne gelinir de Moskova’da sadece birkaç gün mü kalınır? Kim yapmış bu aptalca prog­ramı?" diye Novosti'ye öfkesini dile getirdikten sonra "En azından sizi Nazım’ın evine götürmeliyim. Vera Hikmet’le de tanışırsınız, çok mutlu olur. Ardından da me­za­rını ziyaret ederiz" demişti.

Babayef’le birlikte Nazım Hikmet’in evini ziyaret ger­çekten duygulandırıcıydı. Vera Hikmet evi gerçekten bir mü­ze­ye dönüştürmüştü. Tüm raflar, dolaplar, duvarlar, masalar Nazım’­dan kalan resimler, yazılar ve hatıra eşyasıyla doluydu.

Binanın üçüncü katına asansörle çıkarken olduğu gibi iner­ken de, Nazım’ın ölümünü hissetmişçesine yazdığı dizeler beynimde dönüp duruyordu:

Bizim avludan mı kalkacak cenazem?

Nasıl indireceksiniz beni üçüncü kattan?

Asansöre sığmaz tabut,

Merdivenler daracık...

Nazım’ın Novodeviç Mezarlığı’nda yattığı yerin ve anısına dikilen anıtçığın fotoğrafı Türk medyasında o kadar çok yayınlanmıştı ki, kendimizi adeta çok aşina bir yerde bulmuş gibi olduk. Nazım‘ın mezarını ararken attığımız her adımda bir başka Sovyet büyüğünün, yazarının, sanatçısının anıtmezarına rastlıyorduk.

Ataol Behramoğlu'nun Moskova'da Lenin Kütüphanesi'nden bize Mustafa Suphi üzerine istediğimiz belgeleri getirdiği gün Brüksel’de anlattığı bir izlenimi anımsamamak mümkün değildi. "Azizim, Paris’in de, Brüksel’in de her yanı heykeller, anıtlarla dolu... Ama Moskova’yı görmelisin. Buradakiler hep bakımsız, metruk... Moskova’da öyle mi. Gözbebeği gibi koruyorlar."

Bizim de kısa seyahatimizde edindiğimiz izlenim buy­du. Nazım’ın anıtmezarı da son derece bakımlıydı. Bera­berimizde götürdüğümüz çiçekleri anıtın dibine bırakıp saygı duruşunda bulunurken, hep çeyrek yüzyıl öncesine gidiyor, Nazım’ın Türkiye’­den kaçtıktan sonra arkasından ne küfürler edildiğini, adının nasıl vatan hainine çıkartıldığını, nasıl vatandaşlıktan atıldığını düşü­nüyordum.

Ekber Babayef "Çok duygulandırıcı değil mi", diye sormuştu mezarlıktan ay­rılırken.

"Babayef, bu sadece bir mezar ziyareti değil," demiştim. "Vatandaşı ol­duğum devletle, hattâ mensubu olduğum milletle, med­yayla bir hesaplaşma."

Sonra da eklemiştim: "Nazım Türkiye’de bir söğüt ağacının dibine gö­mülmeyi vasiyet etmişti. O burada şimdi daha mutlu olmalı. Entrernas­yonalist bir şair olarak şimdi o tüm insanlığın ortak değeri. Bana kalırsa, Türkiye bir gün özgür olsa da, Nazım burada kalmalı."

Moskova seyahatinden döndükten sonra Belçika emniyeti tarafından saatlerce sorguya çekilmiştim.

Ertesi yıl, Nazım Hikmet'in 75. doğum yıldönümüydü.

Belçika'da bizim de üyesi olduğumuz Türkiyeli İşçiler Kültür Merkezi adına 20 Ocak 1977'de sosyalist sendikalar federasyonu FGTB'nin Brüksel'deki Maison des Huit Heures adlı konferans salonunda bir anma gecesi düzdenledik.

Belçika’nın tanınmış düşünce ve eylem adamlarının onurlandırdığı gecede Brüksel'e siyasal sürgün olarak çocuklarıyla yeni gelmiş olan Abdullah Doğan'la birlikte Nazım Hikmet üzerine birer konuşma yapmıştık. O tarihte 14 yaşında olan sevgili karikatürist dostumuz İsmail Doğan ile kızkardeşi de Nazım Hikmet'ten birer şiir okumuşlardı.

75. doğum günü dolayısıyla o yıl ayrıca Nazım Hikmet üzerine Fransızca bir kitapçık ile Nazım Hikmet’in Peşte Radyosu’nda kaydedilmiş kendi sesinden konuşmalarını ve şiirlerini içeren bir kaset yayınlamıştık.

Sovyetler Birliği'ni ziyaretimiz sırasında tanıştığımız Sovyet Yazarlar Birliği'nin Türkiye masası kurucusu ve yöneticisi Vera Feonova, büyük bir kıvançla "Sovyet posta idaresinin Nazım Hikmet'i anmak üzere pul ve zarf çıkartması için uğraşıyoruz..." diye müjdelemişti.

Vera ayrılırken bize devrim öncesi mujiklerin hasırdan yapılmış minyatür bir çift çarığını da hediye etmişti.

Vera'nın müjdesi 1978 yılı sonunda gönderdiği bir yılbaşı kartıyla gerçekleşmişti..

Büyük şairimizi, bir siyasal sürgün olduğu için kendisine "Vatan Haini" damgası vurulmak istenmesi üzerine yazmış olduğu ünlü şiiriyle anıyorum:

VATAN HAİNİ

“Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet.
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.”
Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne, kapkara haykıran puntolarla,
bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson’un
66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali
Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira.
“Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.”
Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt
hainiyim, ben vatan hainiyim.
Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla :
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.

 

NAZIM HİKMET