9 MAYIS 1971: SIKIYÖNETİM ALTINDAKİ İSTANBUL’A VEDA

Doğan Özgüden

11 Mayıs, sıkıyönetim tarafından aranmamız üzerine İnci ile benim iki yakınımızın aile pasaportunda tahrifat yapıp resimlerini değiştirerek Mehmet Burhanettin ve Hacer takma adlarıyla Türkiye'yi terkederek sürgüne çıkışımızın tam 50. yıldönümü…

12 Mart 1971 darbesinin ardından ilan edilen sıkıyönetim 300 yıla yakın hapis istenen mevcut davalarımıza ek olarak 1 Mayıs’ta Ant Dergisi’ni kapatıp hakkımızda yeni davalar açtığı gibi bildirilerle ve afişlerle “Teslim ol!” çağrısı yaptığından yazı kurulumuz cuntaya karşı mücadeleyi uluslararası ilişkilerimizi kullanarak yurt dışından sürdürmemize karar vermişti.

Eski pasaportlarımızın süresi yıllarca önce dolmuş, yoğun mücadele ortamında yurt dışına seyahat edecek vaktimiz bulunmadığı için yeni pasaport da çıkartmamıştık. Kaldı ki, gerçek isimlerimizi taşıyan geçerli pasaportumuz olsa bile hava alanında veya sınır kapısında teşhis edilerek tutuklanmamız muhakkaktı... Bu bakımdan yapılacak tek şey ya güney sınırından ya da Ege sahilinden kaçak olarak çıkmaktı.

Kendi evimiz ve Ant yönetim yeri Balyoz Harekâtı'nın daha ilk gününde basıldığı için güvendiğimiz dostların evlerinde gizleniyorduk. İnci'nin Toprak Mahsulleri Ofisi uzmanı olan babasının güney bölgesinde de tanıdığı, dostluk kurduğu çok kişi bulunduğu için bu olanağı araştırmak üzere İnci otobüsle Ankara'ya gitti. Kaçaklar için "vur" emri verildiği açıklandığından beri büyük bir endişe içinde bulunan İnci'nin babası hemen güneydeki tanıdıklarıyla temasa geçerek bizi para karşılığı Suriye sınırından geçirecek birini bulmuş. Adam Ankara'ya gelip İnci'yle de görüşmüş ve ertesi gün telefon ederek Kilis'te kendisine nasıl ulaşabileceğimizi bildirmeye söz vermiş.

Bana da dokuz gündür kaçak yaşadığım İstanbul'u terkederek Ankara'ya geçmem bildirildi. 9 Mayıs'ta, bizim eski hüviyet cüzdanları ve miadı dolmuş pasaportlar da dahil, önemli kişisel belgeleri Ankara'ya gönderdim, ardından Ant yazı kurulundan Faruk Pekin’le son kez buluşup geleceğe ilişkin ayrıntıları görüştükten sonra vedalaşarak otobüsle Ankara'ya hareket ettim.

Otobüste benim koltuğumun pencere tarafında üniformalı bir albay oturuyordu. Ailesini ziyarete gidiyormuş, siyasete hiç karışmadan Anadolu'da görüp tanıdığımız yerlerden konuştuk, biraz da maçlardan…

İzmit'e yaklaşıyorduk ki, bir manga asker otobüsü durdurdu. Önce bir teğmen yanında iki erle otobüse girip kimlik ve bagaj kontrolüne girişti. Sıra bizim koltuğa geldiğinde raftaki çantalardan albaya ait olanı göstererek, "Bu kimin?" diye sordu. Askeri hizmet yıllarından kalma bir refleksle "Albayımın" dedim, dokunmadı.

"Ya bu?" diye yanındakini işaret etti. "O da benim!" diye yanıtladım.

Benim albayın bir yakını olduğumu düşünmüş olmalı ki selam verip kimlik dahi sormadan arka sıralara doğru ilerledi.

Bir iki dakika sonra arka sıralarda kıyamet koptu. O yıllarda erkeklerde uzun saç modası vardı. Bir delikanlı lepiska saçlarıyla Ankara'ya nişanlısını görmeye gidiyormuş. İki er zavallı çocuğu sürükleyerek otobüsten indirdiler. Bir başka er elinde traş makinesiyle yaklaştı. Çocukcağız makineyi görünce feryadı bastı: "N'olur yapmayın, ben nişanlımı ziyarete gidiyorum. Saçlarımı kırparsanız kendisine rezil olurum." Ama yalvarmalara aldırış etmeden, kahkahalar atarak kafasını sadistçe sıfır numaraya vurdular. Delikanlı gözyaşları içinde otobüse bindirildikten sonra yeniden hareket ettik.

Yanımdaki albay da bu manzaradan çok rahatsız olmuştu, ama sıkıyönetim uygulaması olduğundan müdahale edemiyordu. Bir ara bana dönerek "Böyle olmamalıydı, çok üzgünüm" demekle yetindi.

Ankara'da İnci'nin ailesinin evine vardığımda radyo yeni bir sıkıyönetim bildirisi okuyordu. Bazı anarşistler uzun saçlı erkeklerin saçlarının kesildiğine dair şayia çıkartıyorlarmış, bunları söyleyenlerin derhal ihbar edilmesi gerekiyormuş.

Biraz ailevi sohbetten sonra tam güney sınırından geçiş projesinin ayrıntılarını görüşecektik ki, radyo bu kez de güney sınırından Suriye'ye geçmeye çalışan üç Dev-Genç'linin yakalandığı haberini verdi.

Bir daha durum değerlendirmesi yaptık. Bizi geçirecek adam son dakikada ihbar edebilir, arkadan vurulabilirdik.

Zaten adam söz verdiği halde ertesi sabah telefon etmedi. Belki de sınırdaki tutuklama haberini duyduktan sonra, bu işe girişmeyi o da göze alamamıştı.

10 MAYIS 1971: ANKARA'DA PASAPORT TAHRİFATI

Güney sınırından kaçak olarak çıkma projesi gerçekleşmeyince geriye tek çare kalıyordu. Sahte bir pasaport bularak Marmaris üzerinden deniz yoluyla Yunanistan'a geçmek ya da Ankara'dan direkt uçuş yapan bir yabancı uçakla Avrupa'ya uçmak…

İnci'nin annesi Hacer Hanım, "Bizim pasaportu bir deneseniz," dedi. Mehmet Burhanettin Tuğsavul ve Hacer Tuğsavul adına çıkartılmış ve henüz süresi dolmamış bir aile pasaportu karşımızdaydı. Yapılacak tek şey fotoğraflarının değiştirilmesi ve isimlerde tahrifat yapılmasıydı.

Eski pasaportlarımızdaki fotoğrafların soğuk damgası Tuğsavul'ların aile pasaportundaki fotoğrafların soğuk damgasını aşağı yukarı tutuyordu. Ancak üzerinde tahrifat yapmadan önce bu pasaportla turist dövizi alınması gerekiyordu.

Ne ki aksiliklerin sonu bir türlü gelmiyordu. Bir yakınımız İnci'nin anne ve babası için döviz almak üzere Merkez Bankası'na gittiğinde Alman Markı'nın revalue edilmesi nedeniyle o gün döviz satışlarının durdurulduğunu, bu yüzden döviz satamayacaklarını söylemişler.

Ama yakınımız ergeç bir kodamanın yurtdışı seyahati için döviz almaya geleceğinden emin olduğundan bekleme salonunda pusuya yatmış. Çok geçmeden bir kodamana döviz verildiğini görür görmez yeniden gişeye dayanıp pasaportu memurun önüne uzatmış. Adamcağız da gık çıkarmadan Tuğsavul'lar için turist dövizini satmış.

Döviz işi garantilendikten sonra pasaporttaki fotoğrafları değiştirdik, bir de ileride başları derde girmesin diye Tuğsavul soyadlarını, son üç harfini silerek, Tuğsan yaptık, doğum yıllarını da bizim yaşımıza uygun olması için küçülttük. Meslek hanemde de Türkçe "uzman yardımcısı", Fransızca “sous-specialiste” yazıyordu.

Ne ki Türkiye'deki bu son günümüzde benim halletmem gereken birkaç hayati formalite daha vardı. Öncelikle Ant Yayınları'nın sahibi olarak Ankara'daki bir noterden avukatım Müşür Kaya Canpolat'a yayınevinin tüm işlemlerini tek başına yapabilmesini sağlayacak bir vekaletname çıkartmam gerekiyordu.

Gittiğim noter Ticaret Odası kimlik kartını görünce derhal vekaletnameyi hazırlayarak bana imzalattı. Noter ücretini öderken, "Beyefendi, ben bu Ant Yayınları'nın adını galiba daha önce de duydum. Ne yayınlıyorsunuz?" diye sordu.

"Romanlar ve şiir kitapları yayınlıyoruz. Şimdi yeni projelerimiz var. Resimli romanlar ve ders kitapları da yayınlayacağız. Bu formaliteleri yürütmek için avukatımı tevkil ediyorum," dedim.

Başarılar diledi.

Biz Türkiye'den ayrıldıktan sonra Müşür'e ulaştırılmak üzere ayrıntılı bir mektup yazarak bundan böyle Ant Yayınları'nda kimin ne yapacağını belirttim.

İki haftadır sürekli kaçgöç yaşadığımızdan kılık kıyafetimiz dökülüyordu. Bir galeriyle uğrayarak kendim ve İnci için giyecek birşeyler aldım. Ömrümde hiç şapka giymediğim halde görünüşümün daha inandırıcı olması için bir yakınımız geç vakit gidip göz kararıyla bana bir fötr şapka aldı.

O akşam ailece son kez birlikte yemek yedik. Uçağımız ertesi sabah erken saatlerde kalkacağı için yol hazırlığımızı akşamdan yaptık. Bana alınan fötr şapka başıma büyük geldiğinden iç çeperini astarının arasına kağıt tıkıştırarak daralttık.

İnci'ye de kimsenin tanıyamayacağı ve şüphelenemeyeceği şekilde bir makyaj yapıldı.

Artık yaşamımızda yeni bir döneme hazırdık. Radyolar son sıkıyönetim bildirilerini, arama kararlarını ve tutuklama haberlerini veriyordu.

Erkenden yattık. Ama uyumak ne mümkün... Sahte pasaportla kontroldan geçerken yakalanırsak cunta itaatli medyada kopartılacak gürültü, bunun ailelerimiz ve yakınlarımız üzerindeki yıkıcı etkileri kafamıza takılıyordu, uzun süre uyumamıza engel oluyordu.