A.KADİR KONUK
“Nasılsın Tevfik” diye sordum.
Şöyle lütfen çevirdi başını, bir süre yüzüme baktı, sonra tersin tersi bir sesle, “Niye sordun” dedi. “Bir hıyarlık düşünmesen sormazdın!”
“İnan kötü bir niyetim yoktur, sadece nasılsın diye sordum” dedim.
“Nasıl olduğumu öğrenince ne yapacaksın” dedi yine aynı terslikle.
“Hiç” dedim, “Ne yapabilirim ki?”
“Bir halt yapamayacaksan sana ne benim nasıl olduğumdan? İyi olsam ne, kötü olsam ne? Şimdi sana kötüyüm desem doğru olmayacak, iyiyim desem külliyen yalan. Niye beni yalan söylemeye zorluyorsun birader? O tırışka öykülerinden birine konu mu edeceksin beni?”
“Yok be, seni bir şeye zorladığım yok” dedim. “Uzun zamandır şöyle adam gibi söyleşemedik.”
“Söyleşecek ne var” dedi ters ters.
“İnsan bulur söyleşecek bir şeyler” dedim. “Örneğin senin dava ne oldu, bir anlatsan…”
“Hah, şöyle sadede gel de molla desinler, meraklı yazar bozuntusu. Ne olmuş benim davaya?”
“Ne bileyim ben. O gün gittin, buluştun, sonra ne oldu?”
“Ne olması gerekiyordu? Ne olduysa oldu, sana ne” diye bağırdı.
“Bana bak kemancı bozuntusu” diye ben de bağırdım. “Nazın bu kadarı yeter. Babanın gelini miyim senin be oğlum, ne bağırıyorsun? Katırlığın tutmasın yine, bayramlık ağzımı da açtırma, tükürürüm kemanının yayına. Hemen ilgilenemedik, soramadık, özür diliyoruz, tamam mı? Şimdi öt bakalım.”
“Mahmuuut” diye bağırdı Kemancı, “Boş masada sohbet olmayacağını bu keleklere ne zaman öğreteceksin?”
Siyasi Mahmut gülerek donattı masayı, rakının kokusunu alan öteki arkadaşlar da bir bir düştüler masaya. Bizimki bir, iki, üç kadehi götürdü, ağzından tek söz çıkmadı.
“Ne oldu aslanım, anlatsana” dedim.
“Ne olması gerekiyordu? Gittim, buluştum.”
“Sonra?”
“Sonrası yok. Bu işler bize göre değilmiş, anladım.”
“Niye değilmiş birader, neyimiz eksik ötekilerden” dedi Gazelhan Molla.
“Eksik artık! Bu işler bize göre değil o kadar” dedi Tevfik, sonra da yeni bir soruya meydan bırakmadan çaldığı keman gibi akmaya başladı.
“O gün öğlene doğru kalktım yataktan. İki defa traş oldum, duşun altında tam bir saat kaldım, derimi yüzercesine keseledim. Koku sürünmedim, biliyorsunuz sevmiyorum esansı. Belki kız da sevmez o kokuyu, neyime gerek. En yeni takım elbisemi giyindim, baktım daha çok var buluşma saatine, soyundum, bir daha ütüledim pantolonu gömleği, yeniden giyindim. Derken vakit geldi, kalbim göğsümün içinde boynu sıkılmış güvercin yavrusu, buluşma yerine gittim. Bahçe güzel, hava güzel, karşıdaki göl güzel, kelebekler rengarenk, her taraf ışıl ışıl, köşede, kafesin içinde iki muhabbet kuşu dudak dudağa… Kız erkenden gelmiş, ama ben kesinlikle geç kalmadım, biliyorum. Selam verdim, elini verdi, tokalaştık, oturdum karşısına. Kızın gözleri menekşe, sesi serçe… Meğer daha önce hiç bakmamışım gözlerine, çakıldım kaldım. İçimden ‘Yalnız benim için bak yeşil yeşil‘ şarkısını söylüyorum. Çevremizde aşık çiftler, birbirini elleyen mi dersin, öpen mi, çayırların üzerinde yuvarlanan mı… Cennetteyim, beynim dünyanın en tatlı sözcükleriyle dolu, ama ağzımı açıp tek söz söyleyemiyorum. Salak salak sırıtıyorum sadece.
‘Hava da güzel’ dedi kız, ‘Evet’ dedim, ‘Hava çok güzel, ama ülkemizde bir yığın insan bu güzel havayı tadamıyor’. ‘Niye‘ dedi. Ismarladığı yaş pasta o sırada gelmişti, kremalı. Çatalıyla küçük bir parça attı küçücük ağzına. İçimden ‘Burnu fındık ağzı gayfe fincanı” türküsüne başladım.
‘Niye yararlanamıyor insanlar bu havalardan’ diye sordu kız yeniden. Ona F tipi cezaevlerini, hücreleri, hücrelerdeki kemeleri, cardınları, fareleri, hamam böceklerini anlatmaya başladım. Pasta ağzında kaldı, dudaklarının kenarıyla, ‘Siz de yattınız mı‘ diye sordu. Yattım elbet, ülkemizde o kadar insan tıpış tıpış içeri giderken ben gitmem mi, yatmam mı. Tutuklanıştan başladım, işkenceden çıktım. İşkenceyi öyle bir anlattım ki, renkten renge girdi kız. Neredeyse ayakkabıları, çorapları çıkarıp yıllardır gitmeyen falaka izlerini gösterecektim, çorapların kokabileceğini düşünerek göstermedim. Sonra sizi anlattım bol bol, Siyasi Mahmut‘un çaylarını anlattım. Neden bir kahveyi sığınak seçtiğinizi, neden insan içine karışamadığınızı yorumladım.
Kızın yüzü git gide asılmaya başladı. Yoruldu her halde diye düşündüm. Güneş battı batacaktı, etrafı bir kızıllık sardı. Buna batan güneşi gösterdim, sonra ‘Akın var güneşe akın‘ şiirini bağıra bağıra okudum. Hızımı alamamıştım, devrimi kırlardan şehirlere doğru nasıl yapacağımızı anlatırken hava iyice kararmaya başladı. Kız iyice küçülmüştü masanın başında. ‘Bir lokantaya gitsek, biraz acıktım‘ dedi çekingen bir sesle. Demek acıktığı için yüzü öyle tuhaflaşmıştı. Olur, hem Kürtçe, hem Türkçe türküler söylenen, tanıdığım bir yer var dedim, onu aldım bizim türkü barlardan birine götürdüm. İçeri girdik, bir uzun hava, verem ediyor insanı. Kemancı da aceminin Allah’ı. Kendimi gösterme fırsatı çıkmış bir kere, durur muyum. Sen yemekleri ısmarla, geliyorum dedim, gittim kemancının eline yapıştım, aldım elime kemanı, uzaktan kızın yeşil gözlerine bakarak önce bir taksim geçtim, ardından ‘Hayat denilen kavgaya girdik‘ten başladım, ‘Oy dere Kızıldere‘den çıktım. Baktım bizimki aval aval bakıyor, tırnaklarını yiyor. Çok etkilendi herhalde dedim. Bir koşu gittim yanına, gülümsedi, iki lokma atıştırdım, müşteriler ‘İsteriz‘e başladılar, kırmayalım dedim, yine aldım kemanı elime, bu defa ‘Malatya‘dan çıktı kızıl makine’, ardından ‘Çaw bella‘, peşine yarım yamalak Kürtçemle ‘Hernepeş’ onun ardından okkalı bir ‘Enternasyonal‘…
Müşterilerin hepsi solcu mülteci, bir coştular, sormayın. Herkes kendini Taksim Meydanı’nda zannetmeye başladı. Bir tek pankartları yok, bir de slogan atmıyorlar. Lokantanın alayı halaya durdu. Masaların üzerinde bile dans ediyorlar. Ne söylesem ne çalsam oynuyorlar. ‘Yürü bre Hızır paşa senin de çarkın kırılır’ı söylüyorum, yine oynuyorlar. Garsonlar deli gibi koşuşturuyorlar masaların arasında. Sipariş üzerine sipariş, rakılar, şaraplar gırla… Lokantacı da, abi ne istersen ye iç, ama biraz daha çal diye tutturdu.
Yemesini içmesini boş ver, baktım bizim masaya sarışın bir adam çöktü, bizimkiyle gülüşüp şakalaşıyorlar. Belki eskiden tanışıyorlar, kıskançlığın sırası değil, bir şey olmaz diye düşündüm. Derken ele ele tutuştular, kol kola giriştiler, neredeyse deve güreşine başlayacaklar. Ben bu kez kızgınlıkla ve sesimin en kalın tonuyla, ‘Yürüyoruz dalgalar gibi, ellerimizde silahlarımız‘a girdim. Tam ‘Çanakkale içinde vurdular beni’ye başlayacakken lokantacı bizim masayı göstererek, elime bir istek kağıdı tutuşturdu. ‘Seni ben ellerin olsun diye mi sevdim‘ şarkısını istiyorlardı. Böyle sızıltı şarkıları söyleyecek adam değilim. Onu değil de ‘Odun kırıcıydı, adı İlyastı’yı söyledim.
Baktım, kalktı gidiyorlar. ‘Korkuyorlar, korkacaklar korksunlar, geliyoruz geleceğiz yakındır’a giriştim. Merdivenleri çıkarken son bir kez baktı bana kız. Daha nereye demeden lokantacı, meraklanma abi, hesabı ödediler demez mi…”
“Danaaa” diye bağırdı Sulhi, sur düdüğünü andıran sesiyle. “Ulan Tevfik, sen tanıdığım en ünlü danasın be!”
“Höst ulan” diye çıkıştı Siyasi Mahmut, “Rakı masasında maraza çıkarma yine!”
“Çıksa da çıkmasa da dana işte” diyerek diretti Sulhi. “Ben o kadar riski göze alıp randevu ayarlayayım, sen git gece yarısı kıza devrim marşları söyle…”
“Ne söyleyecektim ulan” diye bağırdı Tevfik. “Biz ömrümüz boyunca başka ne konuştuk?”
Bu kez ben, “Konuşmaaaa” diye bağırdım, “Konuşma oğlum!”
“Sen” dedi Tevfik, elinden biberonu alınmış bir çocuk gibi, “Sen benden iyi misin sanki?”
Susup kaldım. Değildim, gerçekten de ondan iyi değildim. Hatta daha da kötüydüm. Gece boyunca bir daha açmadım ağzımı. Sevip de sevdiğimi bir türlü söyleyemediğim, sonradan düğünlerine gittiğim, kutlarken, “Biliyor musun, sen aptalın tekisin” diye yüzüme bakan kadınları düşündüm sabaha kadar.
Tevfik gerçekten haklıydı. Aşk kim, biz kim kardeşim?