Yılmaz Güney Belgeseli onu bütün yönleriyle anlatan bir belge konumunda.

2003 yılında ilk kısa filmi ardından Viyana Sinema Üniversitesi’nde okuyan, Cheeesee, Kick Off, Güzelliğin On Para Etmez, Balkondaki At ve Yılmaz Güney Belgeseli’nin genç yönetmeni Hüseyin Tabak ile Yeni Özgür Politika'dan Murat Mang kişisel hikayesi ve Kürt sinemasını konuştu.

İşte ilgiyle okunacak o söyleşi:

Sinemaya ilgin ne zaman başladı?

Daha önceden Alman sinemasına ilgim vardı. Satalitin olmadığı dönemlerdi. Ben çocukken videoteklere video filmleri gelirdi. O dönemler Yılmaz Güney, Kemal Sunal filmlerini izlemiştim. Sinemaya ilgim okul yıllarında başladı. Ben Gymnasium’a gittim. Ailenin büyük çocuğuydum. Hatta o dönem Realschule’ye bile almıyorlardı. Normal okula almak istediler. Annemin ısrarı ile yapılan test sonucu başarılı çıkınca Gymnasium’a gittim. Ailemiz büyük olduğu için çevrem oldukça genişti. Kürt, Türk, Alman arkadaşlarım vardı. Arkadaş çevremi birbiri ile hiç karıştırmazdım. Bilinçli mi? Bilinçsiz mi? Bilmiyorum ama her üç grupla ayrı ayrı arkadaşlık yapıyordum. İki hatta üç ayrı kültürde büyüdüm diyebilirim. Ailem Kürt olduğu halde o zamanlar evde siyaset fazla konuşulmazdı.

Neden?

Biz Maraşlıyız, Kürt Aleviyiz. Maraş’da aşırı korku varmış. Kimse korkudan Kürtçe konuşamazmış. Evde dil Türkçe. Buna rağmen annem Kürtçe’yi anlıyor. Babam ise hem konuşup hem anlayabiliyordu. Ama geçmiş korkunun etkisi vardı. Bunun yanı sıra evde daha çok sazlı sözlü türkülerimiz olurdu. Köyümüzden Ozan Emekçi, Aşık Meçhuli gibi ozanlar çıkmıştır. Ben 12-13 yaşlarında iken evimizde, yani 90’larda Türkiye’deki olayların da etkisi ile Kürtlük, Alevilik bilinci oluşmaya başladı. Artık evde konuşulmaya başlandı; işte biz Kürdüz, Kürtler var diye. Hele 1993 yılında Sivas katliamı sonrası Alevi olduğumuz daha çok anlatılmaya başlandı. Benim de ilgimi çekmişti.

Bu ilgi seni nereye götürdü?

13 yaşından sonra hep Amerika’ya gitmek istiyordum. O dönem içimde şöyle bir his vardı. İşte dünyanın bu kadar küçük olmadığı daha başka şeyler olduğunu düşünüyordum. Sonuçta 16 yaşında eğitim dolayısıyla Amerika’ya gittim. İşte hayatım orada değişti diyebilirim. İlk kez Kürt olduğum bilinci Amerika’da oluştu. Amerika’dan dönüp okulumu (Abitur) bitirdiğim zaman hikayeler yazmaya başlamıştım. Yazmayı çok seviyordum. Sinemaya bakışım değişmişti. Hollywood filmlerinden kopup Avrupa filmlerini sevmeye başlamıştım.

Sinemayla profesyonel olarak ilgilenme bu dönemde mi başladı?

Okul bittikten sonra o zamanlar askerlik yapmam gerekiyordu. Ben sivil askerliği seçmiştim. Bir Reha Klinik’de yaptım askerliğimi. Orada çok düşünme ve yazma zamanım oldu. İşte o zamanlar sinemaya ilgim arttı. Yazdığım hikayeleri okuduğumda kendi kendime ‘bunlarla neler yapılabilir?’ diye sormaya, araştırmaya başladım. Yazarlıktan çok senaristliği kendime daha yakın gördüm.

Bu arada 13 yaşında iken 94 yılında babamın küçük bir kamerasına el koymuştum. Sadece iki yüz saatten fazla gençlik dönemimde çektiğim görüntüler vardı. Kamerayı hep yanımda taşırdım. Hep hayal ederdim bu çektiğim görüntülerle bir şeyler yapmalıyım diye. Örneğin 2001 yılında sokak futbol turnuvalarına bir grup Kürt-Türk arkadaşla katılarak Almanya şampiyonu olmuştuk. Bu birincilik bana özgüven vermişti. Bana hayallerimi başarabilme gücü vermişti. Artık sinemaya başlamaya karar vermiştim. Bu özgüven ile sinemaya dört elle sarıldım. Hüseyin sen bu işi başarabilirsin, dedim.

Sinema alanı çok eski olmadığı için araştırması zor olmadı. Kitaplar aldım. Kütüphanelere gittim. 1860’larda filmlerin nasıl yapıldığını okudum. Charlie Chaplin ilgimi çekmişti. Çok filmlerini izledim. Benimde küçükken çoraplarım uzun olduğu için Charlie Chaplin derlermiş. Bu araştırmam sonrasında kendi kültürümdeki filmlere yönelmeye başladım. Burada da Yılmaz Güney’le karşılaştım. Onu izledikten sonra artık ona takılı kaldım.

Sinemaya başlarken sizi etkileyen isimler Charlie Chaplin ve Yılmaz Güney oldu yani?

Bu iki isimden etkilendim. Çok iyi hatırlıyorum. Yılmaz Güney’in Endişe filmini izlediğimde babamın yaşamı gözümün önünde canlanmıştı. Onunda yaşamı pamuk tarlalarında geçmişti. Yine Sürü filmini izlediğimde köyümüzdeki hayvancılık ve insanların çektiği çileyi anımsardım. Yol yine öyle. Bana çok yakın gelmişti, Yılmaz Güney’in hayatını araştırdığımda daha çok ilgimi çekti.

İlk olarak 2002 yılında anneme film yapacağımı söylediğimde ‘O kadar okumuşsun doğru dürüst bir şey yap’ diye karşı çıkmıştı. ‘Sinema nedir?’ gibisinden tepki göstermişti. Annemin itirazı üzerine Bielefeld Üniversitesinde Halk Bilimi üzerine okumaya başladım. İkinci dönemden sonra yapamadım. Kendimi yine sinemanın içinde buldum. Annemle yine kavgam başladı. Annem o zaman bana ‘Madem istiyorsun. Yapacaksan en iyisi olacaksın yoksa izin vermem’ diye şart koştu. Böylece sinema eğitimimin yolu açılmış oldu. Hamburg’a gidip sinema üzerine staj yapmaya başladım. 6 ay ofiste çalıştım. Burada filmin nasıl yapıldığını, finansmanını ve festivallere nasıl katılım sağlandığı öğrendim. Ama hemen sete başlamadım.

Neden?

Set hayatı ilk başlayanlar için çok zordur. Ya seni korkutur ya da başka şey öğrenmeni engeller. Sonrasında film setlerinde staj yapmaya başladım. İlk önce setlerde staj yaptım. Sonra sırasıyla asistanlık, yönetmenlik stajları yaptım. Yönetmen asistanlığına kadar çıktım. Toplam 22 filmde bu şekilde çalıştım. Aynı zamanda babamın küçük kamerası ile setlerde tanıştığım arkadaşlarla 12 tane kısa film çektim. 2003 yılında ilk kısa film tecrübem bir futbol hikayesiydi. Dayımla birlikte yapmıştım. Yani boş zaman bırakmıyordum. Bu şekilde 2006’ya kadar geldim. Burada Almanya’daki büyük sinema okullarına başvuru yapıyordum. Hepsinden red aldım. En son Viyana’daki Sinema Üniversitesi beni kabul etti. Viyana’da 6 yıl okudum. Hem yönetmenlik hem de senaristlik bölümlerini birlikte okudum.

Bu arada çektiğin filmler oldu mu?

Üniversite okurken ilk yaptığım kısa film Kürt halkının hikayelerinden bir parça oldu. Cheeesee (2008) isimli 7 dakikalık bir film yaptım. Irak’ta savaş döneminde Kürt bir ailenin bodrum katında yaşadıklarını anlatıyordu. Okul bu filmi öğrenci Oscarlarına gönderdi. Benim Oscar ödüllü öğretmenim Michael Haneke bana çok yardımcı oluyordu. O film 70-80 ülkeyi gezmişti. Ödüller almıştı. Bana çok kapılar açmıştı.

Ardından Avusturya’da evsizlerin katıldığı futbol turnuvasını konu alan Kick Off (2010) adlı bir sinema belgeseli yaptım. 2010’da çıkmıştı. Avusturya’nın büyük festivallerinde ödüller almıştı. En iyi film, en iyi genç yönetmen, en iyi seyirci ödülleri aldı. 2012 yılında ‘Güzelliğin on para etmez’ ve çocuklara yönelik ‘Balkondaki At’ filmlerini çektim. İki filmle de ödüller aldım. Sonrasında 2013 yılı Barış sürecinin başlangıcında Amed Newroz alanında Yılmaz Güney Belgeseli’nin çekimlerine başladık. Film önerisi ise Mehmet Aktaş’tan geldi. Hızla başladık çalışmaya.

Yeni bir projen var mı?

Aslında hepsini saydım diyebilirim. 2017’de Yılmaz Güney Belgeseli’ni çıkardık. O tarihe kadar 4 tane senaryo çalışmam oldu. Yılmaz Güney belgeseli üzerine çalışırken gelir olmadığından yazdığım 4 senaryoyu bakanlığa gönderdim. Bunların üçü kabul edildi. ‘Çingene Kraliçesi’ isimli bir hikayenin senaryonun çekimlerini de tamamladık. İki çocuklu boksör çingene bir annenin hikayesini anlatıyor. 2019’da sinemaya çıkması hedefleniyor.

Yine gençlere yönelik bir film yaptım. 14 yaşındaki genç bir kızın hikayesini anlatan ‘Kurt’ adlı bir film.

Filmlerin dili Almanca mı?

Bu film Almanca. Filmde oynayan 3 gençten biri Kürt. Almanya’da yaptığım filmlerimde Kürtlerin de buradaki hayatın bir parçası olduğunu hep vurgulamaya çalışıyorum. Konusu ve oyuncuları bakımından bunu vermeye çalışıyorum. Bakanlıktan onay alan diğer bir filmim ise ‘Son Alman’ adında bir film. Nazi Almanya’sında görev yapan 85 yaşındaki bir Alman’ın hikayesini anlatıyor.

Diğer bir film ise dünya savaşlarında fotoğrafçılık yapan bir Kürdün hikayesini anlatıyor. Filmin adı ‘’Kırmızı Şarap’.

Filmlerinizi, sinemanızı nasıl tanımlarsınız?

İnsanın tarafını tutan konular var filmlerimde. Örneğin ‘Güzelliğin on para etmez’ hem Kürtler hem de Türkler tarafından beğenilmişti. Belki annem babamdan aldığım eğitiminde etkisi olabilir ama benim aklımdan pek geçmezdi Kürt kimliğimle bu kadar öne çıkacağım.Türkiye’dekiler gibi birçok şeyi yaşamadığım için hele Kürt halkının yaşadıklarını yaşamadığım için bu tür filmleri Almanya’da çekmek daha kolay geliyor. Yaşanan birçok hikayenin filminin çekilmesi beklentisi vardır mutlaka. Ben onları anlayışla karşılıyorum. Ben barış sürecinde bir ay Amed’de kaldım. Uçakların sesinden strese girdim. Sokaklarda yaşananları görünce kendi aileni düşünüp strese giriyorsun. Ben buradaki imkanlarla halkımın durumunu objektif bir şekilde göstermeye çalışıyorum.

Çok zorlandığınız zamanlar oldu mu?

Sinema çok masraflı bir sanat olduğu için ekonomik sorun ilk sırada geliyor. Bizim oyuncularımız içinde Kürt arkadaşlar sağ olsunlar Alman oyuncular kadar para almamalarına rağmen bize pahalı geliyor. Normal bir Alman filminin maliyeti 2,5 milyon Euro’dur. Bundan sonra benim yapacağım filmlerde 2 milyonu geçer. Film için devletten aldığım parayı burada harcamam şartı getiriliyor. Yani Almanya’nın verdiği parayla gidip Türkiye’de film çekemiyorum.

Aslında izleyicimiz kendisini anlatan filmleri izlemek için sinemaları doldurursa bu sorun ortadan kalkar. Recep İvedik filmi için 400 bin izleyici topluyor. Ama bir Kürdü yada Türkü anlatan filme insanlar gitmiyor. Sinemalar da izleyici sayısına göre bize yer veriyor. Aslında Kürt sinemasının en büyük sorunlarından birisi budur. Oyuncu konusunda sıkıntımız yok. Oyuncularımız büyük fedakarlık yapıyor. Dünyanın en büyük oyuncularıdır bana göre. Kürt oyuncularının gücü yaşadıkları trajediden geliyor.

Kürt sinemasının durumu için neler söyleyebilirsin?

Önceden böyle değildi. Şimdi çok yetenekli yönetmenler var. Kadın, erkek çok nitelikli insanlarımız var. Aynı şekilde oyuncu da var. Çok sayıda kadın yönetmen de var. Avrupa’da, Türkiye’de ya da başka yerlerde çok eğitimli güçlü yönetmenler var. Türkiye’dekilerin durumu zor. Bunu görmek gerekiyor. Kürt sinemasında sorun seyircinin olmamasıdır. Gerçekten seyirci yok. Mesela Güney Kürdistan’dan Solin Yusuf ‘Haus ohne Dach’ adında bir film yaptı. Çok güzel bir hikaye. Avrupa’da Almanya’da ödüller aldı. Burada sinemaya çıktı. Seyirci bulamadı. 7-8 bin izleyici buldu. Gel de ağlama. Şimdi Netflix’e yabancı film çekiyor.

Neden? Çünkü kendi halkını anlatan filme sinemada izleyici gitmeyince bir diğer filmi yapamıyor. Yani bizim kendi kültürümüzü insanlara göstermemiz kendi elimizde. Saya saya bitmez Erol Mintaş’ın bir filmi vardı. ‘Annemin şarkısı’ diye. Bizim sinemada sorunumuz izleyicidir. Yılmaz Güney neden güçlüydü? Seyirci onun arkasındaydı. Güçlü olmasaydı Tarık Akan onun filminde oynamazdı. Tarık Akan Sürü filminden önce Hababam Sınıfında oynayan bir oyuncu. Bu nedenle Kürt sineması izleyici sorunu yaşıyor. Kürt Film Festivallerine gidin ne kadar mükemmel filmler var. Kobanê üzerine, gerçek yaşamdan esinlenmiş filmler var. İşte Mehmet Aktaş tüm Kürt filmlerini birleştiren bir proje üzerinde çalışıyor. Bir diğer örnek vereyim. Cannes, Berlin film festivallerinde her ülkenin film standları vardır. Kürtlerin standı var mı? Yok. Gelinen noktada bir Kürt standının artık buralarda olmasıdır. Her sene en az 15-20 Kürt filmi yapılıyor. Bu filmler standlarda yerini almalıdır. Tabi bu işin maddi külfeti de vardır. Senelik en az 1 milyon Euro bütçe gerekiyor.

Sorun sadece seyirci mi?

Seyirci sorunu sorunlardan en büyüğü. Başka sorunlar da var tabi ki. Altyapı sorunu var. Özellikle Türkiye’den gelen sinemacılarımızın altyapısı biraz eksik. Yine örneğin Güney Kürdistan’da bu DAİŞ saldırıları başlamadan önce sinema okulları kurulmuştu. Çok değer veriliyordu. Savaş başladıktan sonra Güney Kürdistan Kültür Bakanlığı maddi desteğini geri çekti. Dolayısı ile çalışmalar da durdu. Ben de o dönemler Duhok’da seminerler verdim. Güzel şeyler yapılıyordu. Fakat bakanlık maddi desteği çekince hepsi dağıldı.

Sinema ile bir halkı tanıtıyorsun. Kürt halkının bu konuda biraz imaj sorunu da var. Yani filmlerde farklı konuları işlemek gerekiyor. Hep savaş ya da politik filmler değil, farklı konularda da filmler yapmak gerekiyor. Filmlerde karakteri zenginleştirmek gerekiyor. Mesela anne, baba, aile karakterleri yer almalı. Kürt sinemasının bazı yeni şeyleri denemesi lazım. Bazı risklere girmesi lazım. Bunu ilk yapan Güney Kürdistanlı yönetmen Huner Saleem oldu. Kürt Kovboy hikayesi gibi bir film yaptı. Bu filmi Cannes’e gitti. Buna benzer mafya filmi olabilir, aşk komedisi olabilir. Biraz bu tür filmler yapmak seyirciyi bağlayabilir diye düşünüyorum. Tabi bu tür filmler için örneğin Almanya para vermez. Güçlü bir yapımcın olmalı. Filmin para yapacağından emin olman gerekiyor.

Bu ilginin ölçüsü festivallerdir. Berlin 3-4 milyonluk bir şehir. Kürt film festivali yapıldı. Her filmde 50-60 kişi vardı. Fakat Berlin’deki Kürt nüfusunu düşündüğümüzde bu sayı çok az. Salonların dolması gerekiyor. Hollywood filmleri daha çekici geliyor. Bu bir neden olabilir.

Bir de filme izleyici toplayan star oyuncu dediğimiz oyunculardır. Bizim böyle oyuncularımız yok, çıkaramıyoruz. Böyle oyunculara ihtiyacımız var. Herkese hitap edebilecek oyuncu kadromuz yok. Nazmi Qırık 2000’li yılların en önemli oyuncularındandı. Sonra Ankara’nın Dikmeninde oynadı. Türkler onu tanıdı. Fakat biz Türkler kadar ona değer vermiyoruz.

Yılmaz Güney Belgeseli gösterimde ilgi nasıl?

Kürtler toplumsal filmi izlemeye gitmediler. Örneğin bir şehirde 3-5 kişi bireysel olarak gidip izlediler. Ama örgütlü yada toplu olarak izlemediler. İlgi az, çok az. Bu belgesel Yılmaz Güney’in insani tarafını, sanatını gösteriyor. Avrupa’daki film festivallerinin yanısıra Almanya’da 14 şehirde gösterildi. Birkaç hafta sinemada kalıp ayrılıyorlar. Amazon Preimer kendi sayfasında Nisan ayından sonra tüm dünyaya açacak filmi. Oradan da izlenebilecek.

Sinemacılar olarak ne yapmalıyız? diye sorgulamalıyız kendimizi. Suçu izleyiciye atmamızı doğru bulmuyorum. Belki burada yaşayan halkımızın sorunlarını anlatan bir filmde ünlü bir oyuncu oynatırsak etkili olabilir. Dünyaca ünlü bir aktörü bir Kürt filminde oynatma stratejisi de yapılabilir. Bu konularda Yılmaz Güney çok stratejik düşünüyordu. Önce kendisini Çirkin Kral yaparak kitlelere ulaştı. Sonra Umut, Sürü, Yol gibi filmler yapmaya başladı. Hedefim bir film yaparken işin maddi manevi yönünü düşünmeden yapacak düzeye gelmek. Bu da Oscar ya da Cannes gibi festivallerde ödül alırsan olur. Bazı yönetmenler vardır sadece bir filmi ödül almıştır artık ekonomik sorun yaşamıyor. Bu tür ödüller sana güç veriyor.

Sanat alanında Kürt gençlere örnek olmak nasıl bir duygu?

İnsan mutlu olmak için sevdiği ve başarılı işi yapması lazım. Tabi bu konuma gelene kadar eşimle birlikte çok zorluklar çektik. Sinema çok masraflı bir iş aynı zamanda. Sanatçısın ama gelir gider sorunun var. Yardım alamıyorsun. Benim için başarı sinema salonunun dolmasıdır. Ödül alıp almamak senin elinde olmayan bir şeydir. Bir yarıştasın jüri var vs. Ödül bir sonraki film için iyidir. Fakat başarılı bir yönetmen olmak için ödül beni mutlu etmiyor. Beni mutlu eden hikayeyi izleyiciye iyi anlatabilmektir.

Genç yönetmenlere şunu söylemek isterim: Yönetmenlik yaparak başarılı olacağım diye bu işi yapmasınlar. Önemli olan hikayeyi yani filmin hikayesini iyi anlatmaktır. Beni mutlu eden budur. Örneğin Ankara’da Yılmaz Güney Belgeseli bir festivalde gösterildikten sonra yaşlı bir anne yanıma geldi, ‘oğlum ben aşırı sağcıyım ama filmin çok hoşuma gitti’ dedi. İşte beni mutlu eden budur. Karanlık bir sinema salonunda bulunan insanlara aynı duyguyu yaşatabilmek benim için başarıdır. Hedef seyirci olmalıdır. Sinema ölmez ama zamanla seyircinin bakış tarzı ölebiliyor. İnternet çağı olmasına rağmen sinema salonları dolu fakat bakış tarzı değişiyor. Bu nedenle seyirciye ulaşmak, iletişim kurabilmek çok önemlidir.