Bektaş’ı 1983 yılı mart ayında İstanbul-Alemdağ Cezaevi’nde tanıdım. Koğuşa ilk girdiğim gün aynı davadan yargılandığım Haydar Başbağ’ın ilk sözünü ettiği kişilerdendi. Yaklaşık 45 dolayında tutuklunun bulunduğu koğuşta birçok siyasi davadan devrimciler kalıyordu. Her grup kendi komününü oluşturmuş, hatta ranzaların arası çarşaflarla kapatılarak küçük “devletçikler” oluşturulmuştu. Grupsal refleksler, yaşayış ve davranış biçimleri ön plandaydı. İşte, bunun dışında davranabilen ender kişilerden biri de Bektaş’tı. Sohbeti sıcaktı, içtendi; siyasi tartışmalarda ise pek fazla söz etmez, hiç boşa konuşmazdı. Gülümsemenin bu kadar çok yakıştığı bir devrimciyi yakından tanımaya başlamıştım. “Devrimin Delikanlısı”ydı o. Dürüst, harbi ve sözünün eri, davasının neferiydi. Böyle devrimci gençler yazabilirdi yeniden tarihi... Tanıdıkça iyi eğitilmiş, çelikleşmiş bir kadro olduğunu, romantik devrimcilik dönemini geride bıraktığını fark ediyordum.

Koğuşta kazımına ara verilmiş olan tüneli bilen birkaç kişiden biriydi. Mayıs ayı ortasında bir ihbara dayalı yapılan aramada tünel bulununca anında cezaevi kapatıldı. Hepimiz apar topar Metris’e nakledildik. Koğuşlarımız ayrı olunca yolumuz da ayrıldı.

1983 yazı baskılara ve yasaklara karşı yapılan 28 günlük açlık grevi başarısızlıkla sonuçlanmış, bunu fırsat bilen askeri yönetim baskılarını artırmaya başlamıştı. Tektip Elbise uygulamasını dayatmak için fırsat kolluyordu. Kasım ayında saldırıya geçti. Siyasi davaların ileri gelenlerini ve tutuklular üzerinde etkili olduğu düşünülen kişileri tecrite atmaya başladı. Cezaevinin ayrı bir bölümünde, erkek tutuklulardan ayrı bir yerde tecrit oluşturuldu. Dayaklarla zorla tecrite götürülen ilk dört kişinin içinde ben de vardım. İki haftadan sonra üç kişi daha atıldı tecrit koğuşuna. Bundan kısa süre sonra üçüncü grup da geldi. Bu dört kişinin içinde Bektaş da vardı. Böylece altı ay sonra yolumuz yeniden kesişti. Çok yoğun bir saldırı altında bulunuyorduk. Hemen her gün operasyon yapılıyordu. Metris’in Metris olduğu 1983-84 kışını birlikte yaşadık Bektaş’la. Onun gözlerine umutsuzluk, kararsızlık uğramazdı. Operasyonlara karşı nasıl direneceğimizi, ne yapacağımızı nasıl konuşmuşsak o öyle davranırdı. İki cop yiyince mevzisini terk etmezdi. Faşist zulme ve saldırılara karşı “kimsenin önünde eğilmeyen” bir ruha ve karaktere sahip Bektaş gibi devrimci arkadaşlar sayesinde direnebildik. O, en ağır operasyonlarda bile dik duran ve sonrasında ise gülümseyebilen kişilerdendi...

ABD'li doktor hastaların serumlarına zehir katmış! ABD'li doktor hastaların serumlarına zehir katmış!

Dördüncü ayın sonunda 1984 Şubat ayında tecriti dağıtmak zorunda kaldılar. Sağmalcılar Hücre Tipi Cezaevi’ne sevkler başladı. İlk grupla birlikte götürüldüm, yolumuz yeniden ayrıldı onunla. Sağmalcılarda bizi yine ağır bir süreç bekliyordu. Kısa süre içinde ölüm oruçlarına dönüşecek açlık grevi içinde bulduk kendimizi. Devrimci Sol Davasından tutukluların dışında TİKB Davasından ölüm orucuna katılanlar da oldu: Bektaş da Fatih Mehmet Öktülmüş’ün yanında ölüm orucuna katıldı. Bu ölüm orucunda yaşamını yitirenler arasında yoldaşı Fatih ve Alemdağ Cezaevinden ortak dostumuz Haydar Başbağ da vardı. Bektaş ise 73. günde ölüm orucunun bitme aşamasında ölüm orucuna son vermiş ve yeniden hayata tutunmak zorunda kalmıştı. Bunun hemen ardından da Adana cezaevine nakledilmişti.

1987 yılında tahliyemden sonra yurtdışına çıkmış ve Köln’e yerleşmiştim. Cezaevlerindeki birçok arkadaşımla bağım kopmuştu ama cezaevlerini ilgiyle takip ediyordum. Tutuklularla dayanışma çalışmaları içindeydim. Böyle bir ortamda 1988 yılı 17 Eylül’ünde Kırşehir Cezaevi firarı haberi bomba gibi düştü medyaya. Firar edenler içinde Bektaş da vardı. Alemdağ Cezaevi’nde söylediğini gerçekleştirmiş ve özgürlüğüne kavuşmuştu...

Bektaş’la 1989 yılında Almanya’ya geldikten sonra TÜDAY (Türkiye-Almanya İnsan Halkları Derneği) çatısı altında yeniden yolumuz kesişti. Ölümüne kadar da ilişkimiz sürdü. O yine önceden tanıdığım Bektaş’tı. Gözlerinden umut dolu gülümsemesi hiç eksik olmayan, toplumsal mücadeleden beslenen, her düzlemde kendini yeniden üretebilen ve insanı derinden kucaklayan özelliğiyle birçok alanda çalışmalar sürdürdü. TİKB’nin yurtdışı örgütlenmesi içinde önemli bir yer aldı. Avrupa Sürgün Meclisi’nin çalışmalarına yönetici olarak katıldı. Örgütü ile yollarının ayrılmasından sonra yazın çalışmalarına ağırlık verdi; deneyimlerini ve birikimlerini kitaplaştırdı. Kendine borç bildiği yeni bir kitap çalışmasına girdi: Benim Adım Dilaver. Oktay Duman ile birlikte örgütünün efsanevi liderlerinden Mehmet Fatih Öktülmüş’ün yaşamı ve mücadelesini kaleme aldılar. Ardından da onu anlatan belgesel bir film yaptılar: “Hoşça kalın Arkadaşlar!”

Bu çalışmalar ayrıldığı örgütü tarafından iyi karşılanmadı. M. Fatih Öktülmüş’ün adını ve anısını sömürmekle suçlandılar, baskılara maruz kaldılar. Hastanede son günlerinde görüştüğümüzde hâlâ bunun üzerinde etkisinin olduğunu gördüm. Haksızlığa uğradığını söylüyordu. Fatih hepimizin, Türkiye Devrimci Hareketinin ortak değeri, diyordu...

Bektaş, amansız hastalığa karşı mücadele verdiği yaşamının son günlerinde bile gözlerinde 39 yıl önce gördüğüm gülümsemeyi yitirmemişti. Ölüm korkusuna teslim olmamıştı. Ortak anılarımızdan konuştuk uzun süre. Türkiye siyasetine girdik. Solun böyle bir süreçte dahi bir araya gelememesine üzülüyordu. Yarım kalmış kitap çalışmasından bahsetti ve bunu tamamlamak istediğini söyledi. O ne söylese de önünde sayılı günlerin olduğunu görüyordum. Sanki içimden geçenleri fark etmişti. “Buradan çıkıp elimde bastonla da olsa aranıza katılacağım,” dedi. Kitabı gibi, “Ölüm Bizim İçin Değil” diyordu. (*)

Onu, Köln’de Alte-Feuerwache’de ya da Keuptstraße’de elinde bastonla yürürken göreceğime olan inancımı hâlâ yitirmedim...

Şakir Bilgin,

Yazar-Yayıncı

Köln, 9 Şubat 2022

(*) Ufuk Bektaş Karakaya 5 Şubat 2022 tarihinde Köln’de yaşama veda etti. 6 Şubat tarihinde yoldaşlarının ve dostlarının katıldığı büyük bir anmanın ardından Türkiye’ye götürüldü. 9 Şubat tarihinde memleketi Malatya-Kuluncak’ta layık olduğu bir törenle toprağa verildi.