Ganime GÜLMEZ

Her şeyi, bir başka yaşarız bu diyarlarda.

Ünlü ressam İsmail Çoban’ın ‘Atölye Evi’ne icra kararı Ünlü ressam İsmail Çoban’ın ‘Atölye Evi’ne icra kararı

Belki sürekli kaçanızdır, yaşadıklarımızın altını çizmekten. Geçmişimize, kendimize, neden burada olduğumuza uzaklaştıkça uzaklaşanızdır. Yabancılaştıkça yabancılaşanızdır...

Gelinen yere adabte olmak, gelinen yerdekilerle aynılaşmayı gerektirir belki. Yabancı bir ülkede, bir avuç tanıdık olmak; eski tanıdıklarımızla dahi tanınmazlaştırır belki bizi ve hayatı. Belki!

Kaçanızdır tüm bunlardan belki, koşanızdır yeni edineceklerimizin peşinden. Kaybolanlarızdır! Belki...

Belki de, zamanı avuçlarımızda hissetmenin cesaretini kuşananlarızdır. Çoğalanlarızdır...

~~~

‘Edebiyat Bahçesi’ndeki tesadüfi gezintilerimde rastladığım Necmettin Yalçınkaya, beş öykü kitabının ardından ilk romanını yazmış: Elma Çiçeği!

Ve bu romanla biraz geç buluşmuş olmama rağmen, 2000 yılı sonrası ayağı bu diyarlara basmak zorunda kalan bir sürgünün, böyle bir romanı yazmış olması beni çok memnun etti.

Yanısıra, romanda bize ait sayısız güzellikler betimlenirken, yine bize ait ‘kötü’ gerçekler de betimlenmiş. Olduğu gibi betimlenmiş. Ancak kesinlikle tükürülmemiş! Bu da beni çok memnun etti.

Bir ‘anı-roman’ yankısındaki bu yolculukta, Yalçınkaya’yla aynı zamanlarda aynı mekânlarda bulunduğumuzu, ortak tanıdıklarımız olduğunu görmek ise beni gerçekten hayli şaşırttı.

~~~

Kadın ya da erkek; belki siz de bir zamanlar bir Fırat’tınız.

Ya da şimdiye dek sayısız Fırat tanıdınız.

Bu bütün Fıratlar’ın göçüp geldikleri yer farklıydı belki. Ancak geliş sebepleri hep aynıydı.

İşte bu aynılıklarla atılır adımlar, aynı olduğumuzu düşündüklerimizin arasına.

Sonra yaşam yolu, kısmen elimizde olan, kısmen de elimizde olmayan sebeplerle alır götürür hepimizi, başka başka sapaklara. Yine de ‘aynılar’ gibi davranmaya devam ederiz, ortak girişlerimizde belirli alanlara ve mekânlara. Ve ayrıştıkça ayrışırız aslında, bu sistemin içerisinde. Karşıymış gibi dururuz, irademizin ve bilincimizin ehlileştirildiği, ‘monte edildiğimiz’ bu sisteme. Ve işte çürüme! Orada başlar! Bu çürümeyi farkedebilirsek kurtarırız irademizi-bilincimizi.

Peki ya farkedemezsek!!!

Farkındasızlığın hafifliğiyle yaşamayı tercih edersek!!!

İşte bütün bunlara dalışımız ortaktır; Fırat’la, Mustafa’yla ve Ali Haydar’la.

~~~

Mahpusluktan sonraki hayatta, atacağı ilk adımları bulmaya çalışandır artık Fırat: “Tutsaklık günlerine geri döndü Fırat. Yoldaşları ile nasıl çoğaldıklarını, küçük bir tebessümü alıp nasıl halka halka büyüttüklerini hayal etti. Tutsaktı ama mutluydu. Şimdi özgürdü ama mutsuzdu.”. Ve hangi yollar yürünürse yürünsün, mahpusluktaki omuzomuzalığın arılığı yakalanamayacaktır artık.

~~~

Egeli’dir Fırat. Ola ki Ege’ye atım atmışlığınız varsa ve bir daha hiç ama hiç o diyarlara adım atamayacağınızı biliyorsanız, romana dalar dalmaz: “Simide “gevrek”, domatese “domat”, çekirdeğe “çiğdem” derlerdi. Güneşin batışı bile çok farklıydı; serinlercesine denizi yalar ve dağlara sarılarak batardı.” gibi tasvirlerde kayboluverirsiniz.

Memleketin her köşesindeki insan hâllerinin ve sizin, bizzat kendinizin oradaki hâllerinizin hasreti, sevgisi ve özlemi yakar yüreğinizi. Anılarınız canlanıverir bu tasvirlerde. “Kemeraltı’nda İskender döner” yerken buluverirsiniz kendinizi. “Saat Kulesi’nin önündeki rüzgârı” hisseder, yola ve yoldaşlara aşkınız tekrar sımsıcak canlanıverir içinizde ...

~~~

İzmirli Fırat, Buca Hapishanesi’nde yatar: “Babalarımızın ve mahallelinin el birliği ile ve canla başla çalışıp yaptıkları cezaevi yıllar sonra biz gençlere ev sahipliği yapacağını nereden bilebilirdik!”. Sonrasındadır ki bu mahpushaneyi yapan babalar, onu yapan kendi ellerine nalet okurlar...

Yollarımız, kimlerle neden kesişmişti ki hepimizin?: “Zaten doğruya, adalete olan sevdası kesiştirmişti yollarını Fırat’la. Zamanla kesişmenin ötesine geçip anadan, babadan ayrı kardeş olmuşlardı. Güzel, yaşanılır bir dünya istemek değil miydi onları insan yapan? Ancak aynı özlemden dolayı gitmek zorunda kalıyordu sevdiklerinden, yurdundan...”.

Karslı Mustafa’yla Kars’a uzanırsınız sonrasında.

Dedesi 1938’de Dersim’den Aydın’a sürülen, alevi olduğunu sonradan öğrenen Ali Haydar; Ali Haydar’ın eşi ve çocuklarıyla merhabalaşırsınız.

Ve bu bütün ömür köklerinin-hikâyelerinin, başka türlü bir ‘geçmiş’ kavramına dönüşmesine doğru yola koyulursunuz...

~~~

“Uçak bulutların arasında beyaz bir kuş gibi süzülerek ilerliyordu. Düş gibiydi her şey, yüzlerce ton ağırlığında bir demir parçasının kuşlar gibi havada uçmasına insanın aklı ermiyordu. Yüksekten bakıldığında her şey bir karınca kadar küçük görünüyordu. Dağlar, ovalar, nehirler, şehirler ardında kalıyordu Fırat’ın.”

Ve Düsseldorf’a inilir! Daha yolun başlangıcıdır ki, yolcular birbirlerinden ayrılmaya başlar...

Bu diyarlara ilk geldiğinizde, herkesi dikkatle dinleyen, dinlediklerinizden öğrenmeye çalışan, ancak henüz hiçbir şeyi farkedemeyensinizdir. Herkes kendi geldiği yılları, daha dünmüş gibi size anlatma ihtiyacı hisseder. Onlar birbirlerini dinlemeyi unutmuştur. Sadece yeni gelenlerdir dinleyici koltuğuna en iyi yerleşebilenler. Yılları ardınızda bırakmaya başladığınızda ise, artık bizzat kendinizde farkedersiniz; siz de yeni gelenlere geldiğiniz anlarda yaşadıklarınızı-hissettiklerinizi aktarmak istersiniz. ‘Yenilik’i ve ‘eskilik’i ayrıştırmak için, sürekli kendinizi frenlemeyi öğrenmeyi denersiniz.

“Mustafa ve Fırat’ın onlarla arasında tek fark vardı: Evvelkiler on iki eylül darbesinden hemen sonra yurtdışına çıkmışlardı. Erken tanışmışlardı sürgünle, hasretle, özlemle... Mustafa, Ali Haydar ve Fırat ise on iki eylülden otuz yıl sonra... Öncekiler epey yol almışlardı. Dili sökenler, iş kuranlar, evlenip aile kurmuşlardı. Önceki yaşamlarını reddeden, yok sayan, siyasi kişiliklerini bir kenara bırakan binlerce insanın varlığından çokça söz edilir olmuştu. Bunlardan her yerde, binlerce vardı.”

~~~

Mülteci kampına adım atar Fırat ve Mustafa. Dilsizdirler! ‘Ötekilik’ zaten burada başlar! Koyun gibi transfer edilmek üzere bindirildikleri otobüs; bir anda Tariş Direnişi İşçileri’ni taşıyan otobüs oluverir!

İnsan bu! Hele ki, henüz bir fidanken gelmemişse başka bir toprağa, ne kadar zaman geçerse geçsin, kökleri salınamaz ki buralara! Ve kök, salınabileceği bir parça toprağa düştüğünde, ağaca durduğu zamanlarda beslendikleriyle sızlayıp durur!

Ve işte böyle, başka bir ülkede, binilen ilk otobüste, Çiğli İplik Fabrikası’ndaki işçilerin balyalarla gerçekleştirdikleri o muazzam direnişleri ve yaşanılanlar hatırlanır. “Fırat’ın yürek sinemasında çevirip çevirip izlediği anıları... Saat üç gibi operasyonun ikinci aşaması başlatıldı. Dört koldan sürdürülen operasyonda polis demir kapıları panzer ve diğer zırhlı araçlarla kırarak fabrikaya girdi. Beş yüz-altı yüz işçi pamuk balyalarıyla oluşturulan barikatı ateşe vererek polisin fabrikaya girmesini engellemeye çalıştı. Fabrikanın çatısından da polise ateş açıldı. Bu sırada bir jandarma eri yaralandı.”

Artık arkada bırakılan Bern, Zürich, Wintherthur... şehirleri olmaya başlamıştır.

Yollar gidilmeye başlandıkça, yaşanılan yerin resmi de adım adım çizilmeye başlar. Otobüslere binişler de değişir, yolculukta hatırlananlar da: “Otobüs iki katlıydı, üst kata çıktı. Cam kenarına oturdu, dışarıyı izlemeye koyuldu. Gördüğü manzara müthişti. Bir tabloya bakıyor gibiydi. Dağların etekleri upuzun ağaçlarla kaplıydı. Birbirleriyle benzeşen, küçük bol pencereli ahşap evler, her pencere önlerinde asılı saksılar içinde rengârenk çiçekler, dolambaçlı dar yollar...”

~~~

Kartpostallar ülkesi İsviçre’ye yerleşilir.

Almanya’dan İsviçre’ye Mazlum kaçırır Fırat’ı!

Bu tasvir edilen kişi, bizim can Mazlum’dan başkası olamaz!

Fırat’la oynayan miniş, bizim Cerenimiz mi?

Bu kaza haberi; bizim Mazlum ve Cerenimiz’in gitme haberi mi?

Ve çoğumuzun bir yerlerde karşılaştığı; Sakinemiz, Leylamız, Fidanımız; işte bu diyarlarda mı katledildi...

Daha dünmüş gibi çaresizleşiyor yürek. Okurken, yazılışının da sıcaklığı-samimiyetinin etkisiyle yine sevgi-özlem gözyaşları karışıyor hayata...

~~~

“Bir yenilginin, bir kopukluğun sonucudur nar taneleri gibi Avrupa’ya dağılmak zorunda kalışımız... Türk solu o kadar çok acı çekti ki aileleriyle birlikte, bunları yazmaları bile travma etkisi yapabilir. Belki de birçoğu acılarıyla yüzleşmek, toplumu yeniden okumak istemiyor olabilir” der, bir Kürt kızı, İlkyaz!

Ve bütün bunlara rağmen, hayat hep çiçeklenmeye devam eder: “Elma çiçeği gibiydi içinde açan çiçek. Dokununca kırılacağını, kaybolacağını sandığı elma çiçeğinin renkleriydi...”

Karşıyaka’da olmasa da, yine güzel bir kıyıda ve rüzgârlı bir havada uçan bir şalı kapandır Fırat. Yoluna çıkan bir keskin virajı daha, böylece dönendir: “Gün açtı, gül oldu, ansızın yağdı yağmurlar, çoğaldı düşler. Umutlar düş, düşler kardeş oldu. Yalnızlıklar azaldı. Kocaman bir aileydi artık onlar. Fırat kimine kardeş kimine abi oldu.”

~~~~

Emeğine, yüreğine, kalemine sağlık Sevgili Yalçınkaya.

2000 sonrası, zorunlu olarak bu diyarlara düşen ‘nar taneleri’nden biri olarak, 12 bölümlük bu romanın her bölümünde; “İyi ki yazmış! Zaman, milatların jet hızıyla arkada bırakıldığı, altının çizilmesine fırsat dahi tanınmadığı bir zaman. Biz buralara ayak bastıktan sonra dahi, nice milatlar devrildi. İyi ki yazmış!” dedim tüm yüreğimle.

Bu romanın, yabancılaşmaya karşı hep beraber kulaç atmaya ‘ZAMANI-CESARETİ’ olanların da gözleriyle buluşabilmesi umuduyla...

Kitabın Künyesi: Necmettin Yalçınkaya, Elma Çiçeği; Ozan Yayıncılık Ltd. İstanbul, 2018.