Memet Ali Alabora yıllardır memleketinden uzakta. Yakın çevresiyle hala sıkı bir bağı var elbette, onu sık sık ziyarete giden yakınları, dostları hep oluyor, ama kendisi Türkiye'ye dönecek durumda değil, malum sebeplerden dolayı.

Cumhuriyet'ten Emrah Kolukısa'nın "Memleketimden İnsan Manzaraları" adlı tek kişilik gösterisine sayılı gün kala sinema ve tiyatro oyuncusu Mehmet Ali Alabora ile yaptığı söyleşiye yer veriyoruz.

"Galler üç milyondan biraz fazla nüfusu olan bir ülke, Galler’deki herhangi birine uzaklığınız bir derece; yani birinden söz ediliyorsa, siz tanımıyorsanız bile sizin tanıdığınız biri mutlaka tanıyordur. Dolayısıyla da kendinizi buralı hissetmek uzun sürmüyor. Bir de bu kadar küçük bir ülke olduğu için bir şeyleri değiştirmek, dönüştürmek için daha fazla cesaretiniz oluyor. Galler sanatını nasıl değiştirebiliriz diye 5 arkadaş bir masa etrafında toplanabiliyorsunuz mesela."

Memleketimden İnsan Manzaraları'nı Cardiff'te sergileyeceksin. 14 Şubat'ta izleyiciyle buluşuyorsun. Öncelikle şunu sorayım, Memleket Şairi Nazım Hikmet'le seni buluşturan şey (ya da şeylerden biri) memleket hasreti mi oldu?

Aslında Cardiff’teki ön gösterim olacak. Esas prömiyerimizi 16 Şubat’ta Augsburg’da yapacağız. Sonra da genelde Avrupa’da geziyor olacağız. Proje fikri hasret sonucunda çıkmadı. Çeşitli meclislerde her Nazım okuduğumda arkadaşlarımın, özelikle de Akın Olgun’un “bir proje yapmalısın” baskısıyla çıktı. Ben bu baskıya 3-4 yıl direndim, geçen yıl babam, Akın, Cihan (Yılmaz - oyunu teknik sorumlusu) otururken Memleketimden İnsan Manzaraları’nı yapma fikri ortaya çıktı.

ŞİİRİNİ İLK EZBERLEDİĞİMDE ON YAŞINDAYDIMbn

Nazım'la ilk ne zaman tanıştığını anımsıyor musun? Evde, ya da bulunduğun başka ortamlarda onun şiirleri okunur muydu örneğin? Kimdi senin için o?

Çok iyi hatırlıyorum. Ankara Belediyesi’nin 1970’lerin sonunda çocukları için hazırladığı muhteşem bir kitap serisi vardı. İçinde Nazım Hikmet’ten, Can Yücel’den, Orhan Veli’den, Oktay Rıfat’tan, Yalvaç Ural’dan ve daha nice şairden şiirler vardı. 10 cilde yakın olması lazım, başka ciltlerde de hikayeler, masallar vardı. Kapakları hala gözümün önünde, içindeki çizimlerde. Ben o kitapları okuyarak büyüdüm. Kendi isteğimle ezberlediğim ilk şiirler o kitaplardandır. Yanlış hatırlamıyorsam, Nazım Hikmet’in “Kız Çocuğu” şiiri de o kitaptaydı. İlk okuduğumda çok etkilenmiştim ve kendi kendime ezberledim. 10 yaşındaydım.

Adının Memet oluşu yani 'h' harfinin yokluğu da Nazım'dan geliyor aslında değil mi?

Evet. Babam Nazım’ın ‘Memet’ ismini kullanmasından esinlenerek adımı Memet koymak istemiş, fakat annem Ali olsun diye ısrar etmiş. Arayı dedem bulmuş, o zaman Memet Ali koyun demiş. Nazım asıl yazılışı Mehmet olan ismi halk arasında söylendiği şekliyle yazarak kullanıyor, manevi oğlu Memet Fuat aslen Mehmet olan ismini böyle kullanmayı uygun görmüş. Nazım, iki yıl önce hayatını yitiren, öz oğluna da şiirlerinde ‘Memet’ diye sesleniyor.

Biraz arka planına bakalım mı projenin... nasıl bir metin oluşturuldu, sahneleme aşamasında reji nasıl bir yol izledi gibi sorular var aklımda, ama sen istersen en başından bir anlat tüm bu süreci.

Önce Memleketimden İnsan Manzaraları'nın 98 sayfalık birinci kitabını kesintisiz yapma fikri ile yola çıktık. Ben Eylül ayında ezber yapmaya başladım. Fakat kitabın ortasında geldiğimde sadece okuyarak iki saati geçeceğini fark ettik, reji ile iki buçuk saati bulurdu, bunun izleyici için zorlayıcı olacağını düşündük. Metinde kısaltma yaptık. Nazım’ım metnine hiçbir ekleme yapmadan, sadece bazı bölümleri çıkartarak, bütünlüğünü bozmadan bir buçuk saatlik bir hale getirdik. Memleketimden İnsan Manzaraları’ndan tek kişilik bir performans yapma fikri ortaya çıktığı o ilk gece, ilk düşündüğüm bunu kimin sahneye koyabileceğiydi daha doğrusu ‘performans metni’ni kimin oluşturabileceği. Performans metni derken kastettiğim çağdaş tiyatroda kullanılan bir kavram olan ve bir performansın tüm öğelerini, tüm göstergeleri kapsayan, seyircinin tanık olduğu teatrealliğin tamamı. O ilk gece Phillip Mackenzie’yi düşündüm ve hemen kitabın İngilizcesinin siparişini verdim. Phil ile beraber en son Galce Türkçe yaptığımız oyun ‘Y Brain - Kargalar’da çalışmıştık. Phil hareket tasarımını yapmıştı. İki dili de bilmemesine rağmen zengin bir performans metni oluşmasında en büyük katkılardan birini sağlamıştı. Bu oyun için de Türkçe bilmeyen biri ile çalışmanın avantaj olacağını düşündüm. Böylelikle hem metne, hem de Nazım’a belli bir mesafeden bakabilecek biri ile çalışma imkanım olacaktı, çünkü benim için böyle mesafe imkansız. Tam da düşündüğüm gibi oldu ve Phil ile çalışmak çok iyiydi.

Oyunun belli olan tarihleri şöyle 16 Şubat Augsburg, 21 Şubat Swansea, 28 Şubat Hannover, 1 Mart Hamburg, 16 Mart Londra, 20 Mart Viyana, 22 Mart Basel, 4 Nisan Köln, 5 Nisan Duisburg, 3 Mayıs Cambridge, 17 Mayıs Strasbourg.

Başka kimse olacak mı sahnede senden başka?

Hayır, ben tek başımayım sahnede. Ama etrafımda 60’a yakın karakter var, her oynadığımda etrafımda görüyorum onları.

Nazım'ın çok özgün, çevirisi bir hayli zor bir dili, kendi ritmi, müziği olan bir tarzı var. Gösterinin Türkçe olduğuna göre yabancı izleyiciler için bir zorluk olacak mı, anlamak, tadına varmak adına?

Bu oyun daha çok Avrupa’da yaşayan Türkçe konuşan kitle için tasarlandı. Ama kimi yerlerde üst yazı kullanarak Türkçe bilmeyen seyirciye de ulaşmak istiyoruz. İlk etapta bu tür bir çeviri olmayacak. İlk kez Cambridge performansında yapmak istiyoruz.

Oyun Avrupa'da turneye çıkacak değil mi? 

Oyun Avrupa’da başlayacak. Cardiff’te bir ön gösterim yaptıktan sonra 16 Şubat'ta Augsburg'da başlıyoruz. 

DÜNYANIN NERESİNDEYSEM ORALIYIM

Orada tiyatro yapmak bir yabancı için nasıl? Ne gibi zorlukları ya da kolaylıkları var?

Önce hemen şunu söyleyeyim, ben kendimi Galler’de hiçbir zaman yabancı gibi hissetmedim. En büyük zorluk seyirciye ulaşabilmek. Biz 2017 yılından beri her yıl Galler’in en ücra köşelerine kadar turne yapıyoruz, bugüne kadar tüm Galler’i 4 kez turladık. Kimi zaman seyirci bulmak gerçekten zor oluyor. Türkiye’deki turne deneyimimde gördüğüm şeylerden biri, ücra köşelere gittiğinizde insanların sadece meraktan oyuna geldiğiydi. Burada da öyle olacağını düşünmüştüm ama çoğunlukla öyle olmadı. Burada aşması zor bir ilgisizlik var. Doğru ilişkileri kurup, doğru mekanları bulduğunuz da ise olağanüstü deneyimler de yaşanıyor. Başladığımızdan beri seyircimizin arttığını da söylemeliyim. En büyük kolaylık ise Arts Council olması ve projeler için fon alma mekanizmasının çok daha etkili, sürekli ve pratik olması. Ayrıca fonu alamadığınız zaman da aldığınız geri bildirimin çok faydası oluyor.

Yaşadığın şeyi nasıl tanımlıyorsun? Sürgünde misin sence?

Ben kendimi sürgünde hissetmiyorum, çünkü sürekli Türkiye ile yaşamıyorum, tabii ki olan bitenden haberim oluyor. Ben aynı zamanda Galler’in derdini dert eden burada üreten bir tiyatrocuyum, bu anlamda da aynı zamanda buralıyım, dünyanın neresindeysem oralıyım.

Hakkında çıkarılan yakalama kararının senin üzerinde ne gibi bir etkisi var. Ayrıca yaşadığın yerde kendini emniyette hissediyor musun, yoksa hep bir tedirginlik var mı içinde?

Aradan 6 yıl geçmiş. Kendime yeni bir hayat kurmaya, kendimi yeniden tanımlamaya çalışıyorum. Bir anda bir davanın odağı haline geliyorum, hakkımda yakalama kararı çıkarılıyor. Psikolojik olarak kolay bir şey değil, hayatınızdaki bir şeyi bir türlü aşamaz hale geliyorsunuz. Tabii ki Osman Abi’nin durumu ile karşılaştırıldığında bu daha küçük bir şey, üç yıl boyunca haksız yere içeride olmak hiçbir şeyle mukayese kabul etmez. O noktada kendimi emniyette hissedip hissetmemin de bir önemi kalmıyor.

Kara Melek ve ardından Yılan Hikayesi gibi dizilerle bugün bile benzeri bulunmayan bir popülerliğe, şöhrete kavuştun. Ama tüm bu şöhreti fazla da önemsemedin ve sendika işlerine, oyuncu haklarına eğildin, bu uğurda önemli çalışmalar yaptın. Oyuncular Sendikası'nın kurulmasında çok önemli payın var. Oysa bol reytingli işlere yaslanıp tüm bunlara bulaşmadan da yaşayabilirdin, onlarca başka oyuncu gibi. Bu anlamda geriye baktığında ne düşünüyorsun, iyi ki yapmışım diyor musun? Ya da, pişmanlıkların var mı?

Vallahi pek bir pişmanlığım yok, sözünü ettiğin herşeyi iyi ki yapmışım. Daha iyi işlerde rol alabilirdim belki, olsa olsa o olur, pişmanlık denmez buna ama.

Bugün, 6-7 yıl sonra, daha soğukkkanlı bir şekilde dönüp baktığında nasıl yorumluyorsun Gezi'yi? Neydi sence orada yaşananlar?

Gezi ile ilgili düşündüklerimi Köln’de yapılan Yol Bir Sürek Binbir Barış Senfonisi için yazmış ve okumuştum.

Bir ilktir Gezi

Kendinden önce gelenden,

topraktan, ağaçtan beslenen

bir ilk.

Anidir. Acildir.

Hem şimdidir, hem kadimdir.

Komiktir Gezi, öfkelidir, hırçındır, isyankardır,

Hep bir dalgacıdır ama.

Yaratıcıdır, çok yaratıcıdır.

Eğlencelidir, neşe’yi koyar hayatın merkezine.

Yukarıdan aşağıya değildir,

Emir tanımaz,

İtaat etmez,

Hamaset sevmez.

Yayılan, kaplayan, sıçrayan bir köksaptır.

Tanımaktır, tanışmaktır,

sevgi ile bakmaktır Gezi,

bilmediğine, tanımadığına.

Yardımlaşmak, paylaşmak, ortaklaşmak,

sarılmak, sarmaş dolaş olmaktır.

Dinsizin hakkından gelecek kadar imansız,

Yeryüzü sofraları kuracak

kadar imanlıdır.

Kendini özgürce yaşamaktır,

Kendini var etmektir.

Aşktır.

Kadındır, erkektir, lezbiyendir, gaydir,

Biseksüeldir, Transtır, Queer’dir,

Kendini nasıl yaşıyorsa odur.

Kiminin kaybettiği gözüdür artık Gezi.

Kiminin dönemediği vatanı.

Kiminin rüyası.

Kiminin ise kabusudur.

Bitmeyen kabusu.

“Yaşamayı ciddiye almaktır” Gezi

“insanlar için ölebil”mektir.

“hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,

hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,

hem de en güzel en gerçek şeyin

yaşamak olduğunu bildiğin halde.”

Ethem gibi..

Ali İsmail gibi..

Medeni gibi…

Mehmet gibi…

Abdullah gibi…

Atakan gibi...

Berkin gibi…

Canların bir olması, münkire kılıç durmasıdır Gezi.

Oyuncu, sanatçı dostlarının seni yalnız bıraktığını düşündün mü hiç?

Hiç arayıp sormayan da oldu, dostluğunu hiç eksik etmeyen de.

Türkiye'ye dönmek denince ne geliyor aklına, neler hissediyorsun bu konuda?

Karışık duygular.

"Nazım’ın tam anlamı ile Marksist bir estetik peşinde olduğunun farkına vardım. Marksist düşünce pratiğinin araçlarını kullanarak epik bir şiir oluşturduğunu gördüm. Bu anlamda yöntemi Brecht’e benziyor. Brecht’in tiyatroda yaptığını şiirde yapıyor. Örneğin kitabın başında Galip Usta hüzünlü bir anında kafası fikirlere daldığında “İstanbul’da ne kadar fabrika olduğunu” düşünmeye başlıyor ve ardından motorları, pulanlyaları, kayışları, volanları, pulanyaları düşünmeye başlıyor."

Nazım’a yoğunlaştığın bu dönemde ona dair yeni ne keşfettin? Ya da neye çok şaşırdın onunla ilgili?

Nazım’ın tam anlamı ile Marksist bir estetik peşinde olduğunun farkına vardım. Marksist düşünce pratiğinin araçlarını kullanarak epik bir şiir oluşturduğunu gördüm. Bu anlamda yöntemi Brecht’e benziyor. Brecht’in tiyatroda yaptığını şiirde yapıyor. Örneğin kitabın başında Galip Usta hüzünlü bir anında kafası fikirlere daldığında “İstanbul’da ne kadar fabrika olduğunu” düşünmeye başlıyor ve ardından motorları, pulanlyaları, kayışları, volanları, pulanyaları düşünmeye başlıyor. Nazım bir işçiye psikolojik bir gerginlik anında üretim araçlarını düşündürtüyor, bence bu kendi dünya görüşünü estetize etmesi açısından dahiyane. Memleketimden İnsan Manzaraları’nı bugün okuduğumda, bugünkü Türkiye’nin geriye dönük olarak tarihsel ve sosyolojik izini sürmenin mümkün olduğunu gördüm. Nazım’ın tanıklık ettiği karakterlerin neredeyse hepsinin bugüne kadar izini sürmek mümkün. Bu kitap üzerinden, bugün sorun olarak yaşadığımız bir çok olgunun kökeninin 100 yıla yakın geçmişi olduğunu daha net görebilirsiniz.

GALLER'İ SEÇTİK ÇÜNKÜ...

Muhtemelen daha önce anlatmıştın ama yeniden sormak isterim. Yerleşmek için Galler’i seçmenizin özel bir nedeni var mıydı?

Galler’i seçmemizin temel nedeni Meltem (Arıkan). Meltem’in Galler’le olan açıklaması güç bağı. Ben de onun da bu bağını takip edip geldim Galler’e. Ve ben de kendi sağlam bağımı kurdum.

"Aradan 6 yıl geçmiş. Kendime yeni bir hayat kurmaya, kendimi yeniden tanımlamaya çalışıyorum. Bir anda bir davanın odağı haline geliyorum, hakkımda yakalama kararı çıkarılıyor. Psikolojik olarak kolay bir şey değil, hayatınızdaki bir şeyi bir türlü aşamaz hale geliyorsunuz..."

Galler’in en sevdiğin yanı ne? Hangi yönleri seni evinde hissettiriyor. Artık yerleştik duygusu var mı içinde? Boş zamanında, en çok ne yapıyorsun mesela?

Öncelikle doğası, her daim yeşil ve yeşilin her tonu var. Çok sakin ve huzurlu bir coğrafya. Sonra tarihi; bir tarafta kaleler, efsaneler, masallar, hikayeler; bir tarafta dünyadaki işçi hareketlerinin, sendikacılığın başladığı yerlerden biri Galler. Dili; Galce çok farklı bir dil, ben de öğrenmeye çalışıyorum, arkadaşlarımla çat pat konuşacak kadar öğrendim sayılır. Dil ile birlikte gelen bambaşka bir kültür var burda, her yıl yapılan Eisteddfod’da (Galce dilinin en büyük etkinliği) yapılan yarışmada iki dalda seçilen şiirlerin şairlerine taç takılıyor ve onlar bu ünvanı bir yıl boyunca taşıyorlar. Galler aynı zamanda şarkıların ülkesi diye biliniyor. Özellikle Galce dilinde şarkılar muhteşem. Bir de ragbi var tabii, o ayrı bir toplumsal fenomen burada.

Galler üç milyondan biraz fazla nüfusu olan bir ülke, Galler’deki herhangi birine uzaklığınız bir derece; yani birinden söz ediliyorsa, siz tanımıyorsanız bile sizin tanıdığınız biri mutlaka tanıyordur. Dolayısıyla da kendinizi buralı hissetmek uzun sürmüyor. Bir de bu kadar küçük bir ülke olduğu için bir şeyleri değiştirmek, dönüştürmek için daha fazla cesaretiniz oluyor. Galler sanatını nasıl değiştirebiliriz diye 5 arkadaş bir masa etrafında toplanabiliyorsunuz mesela.

Bugünlerde pek boş vaktim olmuyor. Olduğu zaman doğa yürüyüşü yapmak çok keyifli burda.

Sen hep çevreye ve insan haklarına duyarlı bir sanatçı oldun. Şimdi en büyük derdin ne, hayata, doğaya, insanlığa dair?

Sanırım artık doğa kendini en büyük derdimiz olarak dayatıyor, yakında kendi var olabileceğimiz koşulları yok etmiş olacağa benziyoruz. Ondan sonra ne insanlığın gelmiş olduğu hal ne de hayallerimizin bir önemi kalmayacak.

Yönetmen Phil ile provada...