AB, ortak bir mülteci politikası geliştirmeyi 13 yıldan fazla bir süredir planlıyor. 1999 yılında 15 üye ülkeden oluşan Birliğin devlet ve hükümet başkanları, Yugoslavya Savaşı nedeniyle artan mülteci sayısından yola çıkarak böyle bir hedef koymuştu. O dönem mülteci akınından en çok Almanya ve Avusturya etkilenmişti. Bugün ise AB’ye gelen mültecilerin çoğu Yunanistan üzerinden giriş yapıyor. Malta ve Kıbrıs da yoğun mülteci akınına uğramaktan yakınıyor.

Mültecilerin AB içerisinde dağılımı, hemen her dönemde orantısız bir tablo çiziyor. 1999 yılında bir araya gelen devlet ve hükümet başkanları, Birlik ülkelerinin sorumluluğu beraber üstlenmesi kararını almıştı. Ancak kararlaştırılan bu hedefe hâlâ ulaşılamadı. Hatta bir uzlaşma bulunması için 2012 yılı sonuna kadar tanınan süre de doldu ama söz konusu hedef hâlâ beklemede.

Tartışmalı Dublin II yönetmeliği

Özgürlüğe yolculuk


Ekim 2012’de yapılan son hamlede İsveç İçişleri Bakanı Tobias Billström ülkesindeki sorunları şöyle dile getirmişti: “İltica başvurusunda bulunanların sayısının artması sonucu oluşan zor durum nedeniyle, konu İsveç için son derece önemli. Günümüzde Avrupa'ya varan mültecilerin yüzde 90'ını 27 AB ülkesinden sadece 9’u barındırıyor. Bence bu konu birlikte hareket edilmesini gerektiriyor.”

Avrupa’nın iltica politikasını, Dublin II adı verilen yönetmelik düzenliyor. Bu yönetmeliğe göre mültecinin ilk ayak bastığı ülke, o mültecinin sığınma talebinden sorumlu olarak kabul ediliyor. Eğer sığınma başvurusunda bulunan kişi, ilk ayak bastığı ülkeden başka bir AB ülkesine geçerse yine ilk geldiği ülkeye gönderilebiliyor. İşte o nedenle AB’ye gelen mültecilerin ilk ayak bastığı Yunanistan gibi ülkeler, bu düzenlemenin bir an önce değiştirilmesini istiyor. Ama Almanya’nın İçişleri Bakanı Hans-Peter Friedrich gibi bazı politikacılar ise mülteci akınının kendi ülkesine yöneleceği endişesi ile bu düzenlemenin sürdürülmesini istiyor.Avrupa Parlamentosu üyesi Nadja Hirsch, bu soruna çözüm olarak bir mülteciler kotası öneriyor ve bunu şöyle açıklıyor: “Maalesef Dublin sistemi sorgulanmıyor. Biz Liberaller olarak, bu sistemin işlemediği kanaatindeyiz. Çünkü ailelerin parçalanması ya da bazı ülkelerin coğrafi konumu nedeniyle çok daha fazla mülteci kabul etmesi gibi birçok sorun var. O nedenle biz Liberaller, mültecilerin, AB içerisinde belirlenecek bir kotaya göre dağıtılması ve sorumluluğun paylaşılması taraftarıyız.”

Hirsch, bu kotanın ülkenin nüfusu ve ekonomik gücüne göre belirlenmesi gerektiğini kaydediyor ve bu kotanın Almanya’da mülteci sayısında neredeyse hiçbir değişiklik oluşturmayacağına dikkat çekiyor. Zira Hirsch’e göre Almanya zaten birçok sığınmacıyı kabul etmiş durumda. Özellikle İsveç’in ciddi oranda mülteci kabul ettiğini kaydeden liberal politikacı, Macaristan, Çek Cumhuriyeti ve İspanya’nın ise kapasitelerinin altında mülteci aldığını söylüyor.

İsveç'in örnek istihdam politikası

Mülteciler politikası, birçok AB ülkesinde yıllardır çok tartışılan konulardan birini oluşturuyor. Ülkesinde takibata uğradığını ispatlayan sığınmacılar gerçi sığınmacı olarak kabul ediliyor ama bunun pek de gönüllü yapıldığı söylenemez. Örneğin Almanya mülteci politikalarında en çok eleştirilen ülkelerden biri. Alman politikacı Nadja Hirsch, ülkede çok fazla sayıda nitelikli iş gücü sahibi mülteci bulunduğunu, ancak onlara çalışma izni verilmediği için sığınmacıların, genelde devlete bir yük olarak görüldüğünü kaydediyor. İsveç’in ise tam tersine daha liberal bir istihdam politikasına sahip olduğunu belirten Hirsch, vasıflı sığınmacılara hemen iş olanağı sağlanarak hem mültecilerin topluma uyumu hem de ülke ekonomisine katkısının kolaylaştırıldığını kaydediyor. AB Komisyonu'nun içişlerinden sorumlu üyesi Cecilia Malmström de Avrupa’nın mültecilere daha açık hale getirilmesini isteyen politikacılardan. Korunmaya ihtiyacı olan insanlara kucak açmanın AB’nin görevi olduğu kaydeden İsveçli politikacı, demografik açıdan zaten giderek yaşlanan Avrupa toplumunun sığınma başvurusunda bulunmasa bile göçmenlere ihtiyacı olduğunu vurguluyor. Malmström, „Avrupa, yabancılara kapalı bir kale mi yoksa onlara açık bir kıta mı?“ sorusunu gündeme getiriyor. Zira bu soru, AB’ye 2012 yılı Nobel Barış Ödülü’nün verilmesi ile de sık sık tartışılmıştı. Uluslararası Af Örgütü, yürüttüğü mülteci politikası nedeniyle AB’nin bu ödüle layık olmadığını savunmuştu.

Malmström de Avrupa’nın mülteci politikasına eleştirel yaklaşıyor: "AB, 2011 yılında dünya genelinde sığınma talep edenlerin yaklaşık yüzde 10’unu kabul etti. Bu da 20 milyon insana tekabül ediyor, yani AB nüfusunun yüzde 4’üne. Ama buna doğru perspektiften bakmalıyız. Örneğin ABD, dünya genelinde sığınma talep edenlerin yüzde 20’sini kabul ediyor, bu da ABD nüfusunun yaklaşık yüzde 13’ü demek.“