Bu ay başında yayımlanan “Yangın yeri ve burjuva toplumu” başlıklı köşe yazımızda Avrupa’daki gelişmeler bağlamında eski siyasetçilerden liberal Gerhard Baum’un “burjuva toplumu artık demokrasiden nefret ediyor” tespitinin “cuk oturduğunu” yazmıştık. Kanımızca bu tespiti biraz daha açmak yerinde olacak, şöyle ki: Egemen sınıflar, yani burjuvazi ve siyasi temsilcileri 21. Yüzyıl burjuva demokrasisinden, toplum çoğunluğunu yeterince pasifliğe ve itaatkârlığa itemediği ve toplumsal rıza üretimini zorlaştırdığı için nefret etmektedirler. O nedenle zaten formel ve sınırlı olmaktan öteye gidemeyen “liberal demokrasilerin” yerine Macaristan, Polonya veya Türkiye’de olduğu gibi, her yerde “illiberal demokrasileri” veya başka bir deyimle “parlamenter diktatörlükleri” kökleştirmeye çalışmaktadırlar. Olağanlaşan otoriterliğe ve ırkçı-faşist siyasi formasyonların dünya çapında elde ettikleri toplumsal desteğe bakarak bunda hayli başarılı olduklarını iddia edebiliriz.

Tüm bu gelişmeler doğrudan 1989/1990 karşı devrimiyle bağlantılıdır. Dahası karşı devrim henüz tamamlanmamış, tüm çarkları ivme kazanarak ve büyük bedeller ödenerek elde edilmiş kazanımları ezip, öğüterek yoluna devam etmektedir. 1917 Büyük Ekim Devrimi ile kurulan ve 72 yıl ayakta kalmayı başaran reel sosyalizm, tüm hatalarına rağmen sistem alternatifi olarak emperyalist-kapitalist güçleri dizginleyebilmişti. Şimdi ise, reel sosyalizmin yenilgisinden otuz yıl sonra dizginlerini koparan egemen sınıflar “kâr için cesetleri çiğneyerek ilerleyip” (Marx) insanlığa, doğaya ve yaşamın bütününe “sonu olmayan bir dehşeti” (Lenin) yaşatıyorlar.

Noam Chomsky’nin “İnsanlık tarihinin en tehlikeli noktası” başlıklı röportajında Gramsci’ye atıfta bulunarak “canavarlar zamanı” olarak nitelendirdiği günümüzde bu dehşet artık öylesine olağanlaşmıştır ki, bırakın kolektif biçimde karşı koymayı, verili ilişkilerin eleştirisi dahi tahayyül edilememektedir. Halbuki otoriter neoliberalizm, bu “vampirleşmiş” sermaye birikim rejimi insanlığın kanını emmeye, doğayı katletmeye ve dünyayı cehenneme çevirmeye devam etmektedir. Aynı zamanda – bilhassa Avrupa’da – ezilen ve sömürülen sınıfları “yamyamlaştırmaktadır”. Hem de öylesine ki, Rosa Luxemburg’un deyimiyle “etimizden et, kanımızdan kan olan” sınıf kardeşlerimiz açlık ve yoksulluktan, savaşlar ve ekolojik felaketlerden kaçarken Akdeniz veya Atlantik’te binlercesi yaşamını yitirir, Afrika çöllerine sürülerek katledilirken, hiddetimizi daha zayıf olanlara yöneltecek derecede…

“Sonu olmayan bu dehşet”, yani emperyalist-kapitalist vahşet artık ne reformlarla ne de parlamenter kretenizm ile sonlandırılabilir. Gerçekler gözümüze batıra batıra şunu kanıtlamaktadır: Günümüzde hem insan olmak hem savaşa karşı barışı, özgürlük ve eşitliği savunmak hem de kapitalizme karşı çıkmamak olanaksızdır, anlamsızdır. Kapitalist devlet, tüm baskı aparatı, yani kolluk güçleri, gizli servisleri, mahkeme ve savcıları, ordusu ve hükümetiyle burjuvazinin tahakküm aracıdır. Kapitalist devleti yıkmadan ne Akbelen’de ağaçları savunmak ne iklimi korumak ne kimliklerin özgürlüğe ve eşitliğe kavuşmasını sağlamak ne de emek sömürüsünü sonlandırmak mümkün değildir. Egemen güç ve mülkiyet ilişkileri altüst edilmeden, özel sermaye birikim koşulları yok edilmeden ve kapitalist üretim tarzı devrim yolu ile aşılmadan insanlığın yamyamlaşmaya devam etmesinin önüne geçilemeyecek, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya kurulamayacaktır. Parlamenter demokrasi diye bizlere yutturulmaya çalışılan burjuva diktatörlüğünün yegâne panzehri, en geniş ve en gerçek demokrasi olan proletarya diktatörlüğü, yani sosyalizmdir. Günümüzün emperyalist-kapitalist vahşeti bunu kanıtlamaktadır.

* * *

Ağustos ayında yıllık iznimi kullanacağım. Bu nedenle köşe yazılarıma ara vermek zorundayım. Okurun anlayışına sığınıyorum. Sağlıcakla kalın, Eylül’de tekrar yazışmak üzere…