Öykü yazmak dünyanın en eğlenceli uğraşılarından biri olmasını, her türden çılgınlığı bağrında barındırıyor olmasına borçlu olabilir. Evden alışverişe, işe, yola, otobüse, arabaya gidene kadar onlarca materyal, öge, unsur, al kullan kullanabildiğin kadar. Tabi öykü gözün açık ise, açılmış ise. Kimi bu iş için yıllarını verirken, kimi o gözü açamadan aramızdan göçüp gider. Öykünün en eğlenceli yanı kurduğunuz atmosfer, bulduğunuz mekân, olayların geçtiği zaman ve tabi ki bulduğunuz kahramanlar, yarattığınız hikâye figürleridir. Kimi öykücü bunları günlük yaşamdan birebir alıp aktarırken, kimi kurmaca ile gerçeği harmanlar, kimisi de sadece hayali şahısları baş tacı eder, ettirir.

Benim öykü kahramanlarımın hemen hepsi Almancıdırlar, göçmenler, ilticacılar, kaçaklar, ötekiler, en alttakiler daha açıkçası sesleri en az duyulanlar veya hiç duyulmayanlardır. Bu neden böyle diyen soranlara şaşmamak elde değil. Her horoz kendi çöplüğünde öter demişler, buralarda yaşayıp memleketteki bohem hayatı veya alabildiğine sömürüyü, işinden atılmış bir babayı, sosyal medyadaki paylaşımları yüzünden tutuklanan sıradan bir vatandaşı, yaptığı haber için gözaltına alınıp haksız yere cezaevine atılmış bir gazeteciyi anlatmayı nasıl becerir insan? Ortaya tamamen hayal gücüne dayalı yüzeysel, derinlikten yoksun bir kahraman çıkar ki bu inandırıcılığı ve üslubu çok yönlü etkiler. Ayrıca toplumsal gerçekçi denilen yazarların burunlarının ucu varken daha da ötesini görebilmeleri imkânsızdır.

Öykü yazmayı ben birazdan fazla, oldukça çok boyutlarda gazeteciliğe benzetiyorum. Hani o meşhur kural var ya, “dünyanın öbür ucundaki doğal afetten ölen beş yüz insanın, oturduğunuz semtte düşüp ayağını kıran birininki kadar haber değeri yoktur”. Ben de ilk defa işittiğimde tepki ile karşılamıştım, okur pek anlamasa da gazeteciler ama bu mekân olayını çok iyi bilirler. Gerçi bizim gazeteciler için Hamburg mu, Avrupa mı, Türkiye mi önemli değil, köşe yazarları her şeyin en iyisini ben bilirim tavrında burnundan kıl aldırmıyor. Gerçi geldiğimiz noktada ne kadar gazetecilik yapıldığı da ortada, yandaş medya ile uydurma dandik diziler adeta sidik yarışındalar. Geçerken değinmeli, hiç 2,5 saat dizi olur mu yahu? Ne kadar mal bu insanlar, dünyanın her yerinde izlenen dizinin en heyecanlısı 50 dakikayı geçmez. Kel başa şimşir tarak mı diyelim, herkes hak ettiğini yaşar mı diyelim bilmiyorum.

Konu öykü, öyküde kahramanlar iken nereden nereye geldik. Göçmen yazarlar kendi disiplinlerini, yazmak istediği dalları kendileri saptıyor. Şiirde ısrar edenler, anılarda ısrar edenler, çocukluğunu, köyünü, arkadaşlarını, akrabalarını anlatmakta ısrar edenler edene. Romanın adı var yok ama okuru hemen hiç yok. Zira roman göçmenin okuma boyutlarını, göz ve anlama boyutlarını aşıyor, öykü bu anlamda şanslı, en azından biraz dahi olsa okurları var.

Blog sayfama gelen sorulardan edindiğim intiba öykünün, Almancıların öykülerinin hem göçmenler tarafından, hem de memleketteki düzenli öykü okurları tarafından ilgiyle okundukları. Ama kahramanlar meselesine gelince istekler karmakarışık. Neden şehitleri yazmıyorum, neden iktidara muhalif mahpusları yazmıyorum, neden devlete destek çıkmıyorum, neden kahraman asker ve polisi yazmıyorum, neden gerçek kahramanları yazmıyorum, neden onu bunu şunu vs. yazmıyorum. Ellerinden gelse neyi nasıl yazmam gerektiğini dikte ettirecekler. Trolleme buralara kadar gelmiş vaziyette. Bir kirletemedikleri edebiyat kalmıştı, onu da inşallah maşallahla halledivereceklerini zannediyorlar. “Göt kılları” okusa ne olur? “Okumuş göt kılı” olurlar, daha ötesi olamazlar. Kısa yazarlık hayatım boyunca ben hiç bunlara seslenmedim, hitap etmedim ki? Nereden buluyorlar bu cesareti anlamak zor.

11.04.2018

https://devecisueleyman.wordpress.com