Türkiye İstatistik Kurumu'nun verilerine göre Türkiye nüfusu 75 milyondur. Bu nufusun yaklaşık 10 milyon kadarını okuma-yazması olmayanlar oluşturmaktadır. Yüksek Seçim Kurulu (YSK)’nun açıkladığı geçici seçim sonuçlarına göre, 10 Ağustos 2014 tarihli cumhurbaşkanlığı seçiminde 56 milyon 33 bin 940 adet seçmen oy kullanma hakkına sahiptir. Bu seçmenin seçime katılım oranı yüzde 74.12 oldu. Yani 56 milyon 33 bin 940 adet seçmenin sadece 40 milyon 567 bin 72 tanesi oy kullandı. Kullanılan oyun 735 bin 883 tanesi ise geçersiz sayıldı. Seçime katılmayan 16 milyon civarındaki seçmen (bunun 10 milyon kadarı okuma yazma bilmediğinden hesap dışı kalırsa) yani oy kullanmayan 6 milyonluk seçmen böylelikle RTE’ın seçilmesini sağlamış oldular, kendilerini ‘tebrik ederim’!
Bu rakamların gösterdiği sonuç şudur: Recep Tayyip Erdoğan (RTE) kullanılan 40 milyon 567 bin 72 adet oyun sadece yüzde 51,8`ini, yani 19 milyon 870 bin 619 oyunu almıştır. Ve böylelikle 56 milyon 33 bin 940 seçmenin yaklaşık 20 milyonu RTE`a oy vermiş, 36 milyondan fazla seçmen ise RTE aleyhinde tavır koyarak kendisine hayır demiştir, dolaysıyla RTE´in aldığı 20 milyonluk oy ile „cumhur“´un „başkanı“ olunamaz. RTE, sadece üç aday içinden en fazla oyu alarak bir makama seçilmiştir ve bu makamın adı da Cumhurbaşkanlığı makamıdır. Bu çıplak gerçeğe rağmen RTE kendisine oy vermeyen 36 milyonluk ezici kitlenin isteklerini, beklentilerini, yaşam biçimini, inancını vb. görmezden gelmeye devam edecek ve dinci faşizmini parça parça inşaa edecektir ve bunu da anayasal kurumları kullanarak yerine getirecektir. Son 12 yıl içinde olduğu gıbi bundan sonra da 2. Cumhuriyetçiler, sözde liberal ve solcular AKP Faşizminin uygulamalarını ülkenin demokratikleşmesi olarak satacaklardır.

İçlerinde benim de dahil olduğum milyonlarca seçmen, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bir dayatma ile karşı karşıya kaldığı için, sırf RTE bu seçimlerde kafasındaki ırkçı, ötekileştirici ve faşist emellerine ulaşmasın diye, İhsan Ekmelletinoğlu´na oy vermek durumunda kalmıştır. Çatı adayını dayatanların kendileri bile seçim kampanyası sürecinde gerekeni yapmadıkları türünden bir eleştiri ile de karşı karşıya kaldılar. Bu sebeple de kamuoyunun bir kesimi tarafından görevlerinden istifa etmeleri gerektiği eleştirileriyle karşı karşıya kaldılar.

CHP´nin sayın Genel Başkan'ının, cumhurbaşkanlığı seçim sonucundan dolayı görevinden istifası çözüm müdür? Bence değildir. Nedenini bir kaç örnek vererek paylaşayım.

1.Türkiye´de özellikle de AKP iktidarı döneminde iyice palazlanan ve günümüzde bir ekonomik ve siyasi güç haline gelmiş olan olan sadaka kültürü, yüzyılların içinde yoğrularak kendi tabanını yaratmış, beslemiş ve sonunda da cumhurbaşkanlığı seçimlerinde istenen sonucun elde edilebilmesinde hatırı sayılır bir katkı sunmuştur. Fakirlik AKP, RTE ve bir bütün olarak siyasal İslamcıların temel gıdasıdır. Ekonomik sefaletin olmadığı yerde RTE‘ın barınması mümkün değildir. Seçim sonuçları bu gerçeği bir kere daha net bir şekilde göstermiştir ve böylelikle sadaka kültürü kendi içinden bir cumhurbaşkanı çıkartmıştır.

Sadaka kültürünün tohumları, İslam dini ile toprağa ekilmiştir. İslam dininin kurulduğu dönemde sosyal devletin olmaması, Ibu dinin Peygamberi Hz. Muhammed´in (s.a.v.) dönemin yoksullarına yardım edilmesi maksadıyla servet sahibi olanların servetlerinin belli bir bölümünü yardıma muhtaç olanlara “zekat” yoluyla vererek hem onların aç kalmalarını engellemek hem de bu “zekat” dolaysıyla sevap kazanılacağı inancı, zamanla çıkar grupları tarafından suistimal edilmeye başlanmıştır.

Türkiye´nin pratikte bir hukuk ve sosyal devlet olmaması yüzünden, nufusun yardıma muhtaç olan kesimine devlet yerine, RTE, Fethullah Gülen, Süleymancı, İsmail Ağa vb. türünden tarikatların el atmasını beraberinde getirmiş ve zamanla nüfusun önemli bir kesimi bu dinci, cinci, sahte dinci unsurların etki alanıne girmiştir. Türkiye bir hukuk ve aynı zamanda mesela Federal Almanya Cumhuriyeti gibi sosyal bir devlet olmuş olsaydı, Türkiye´de bir sadaka kültürü yaşam hakkı bulamayacaktı.

2. AKP´nin devletin imkanları ile hem kendi seçmenine hem de kendi seçmenine çok yakın olan katmanlara (özellikle kırsal kesimde yaşayanlara) kömür, buzdolabı, mobilya ve gıda yardımı gibi yardımıların yanı sıra yoksul kesimin çocuklarının eğitim ihtiyaçları gibi alanlarada (cemaat okulları , ışık evleri vb.) el atmaları, sanki bu yardımların sadece RTE sayesinde elde edildiği inancı pompalandı ve böylelikle bu kesim nezdinde, “RTE giderse bu tür yardımılarda kesilir” inancı pekiştirilmiştir. Bundan dolayı´ da RTE´ın cumhurbaşkanlığı seçimlerinde en fazla oy aldığı bölgeler, yoksulluğun en yoğun yaşandığı yerleşim yerleri olmuştur.

3. 2005 yılında Avrupa Birliği (AB) ile başlayan sözde tam üyelik müzarekeleri, AKP tarafından suistimal edilmiş ve sanki RTE sayesinde AB Türkiye ile tam üyelik müzakerelerine başlamıştır yalanı pompalandı. Kısa süre içinde vize kalkacak, tam üyelik gerçekleşecek, biz de Avrupa´ya rahatça gidip gelebileceğiz, orada iş kurabileceğiz yalanı gerçekmiş gibi AKP ve onun sözde liberal geçinen kiralık kalemleri tarafindan sürekli işlendi. Türkiye-AB ilişkilerinin resmi temaslarını rahmetli İsmet Paşa döneminde hayat bulduğu, AB ile tam üyeliği de içeren ve bir ortaklık anlaşması olarak da adlandırılan 1963 tarihli Ankara Anlaşması da yine İsmet İnönü hükümeti döneminde gerçekleştiği gerçeği hem göz ardı edildi, hemde İsmet Paşa'ya karşı acımasızca hain ve faşitçe saldırılar tavan yaptı. Gümrük Birliği de Tansu Çiller'in Başbakanlığı döneminde 31.12. 1995 tarihinde yürürlüğe girmiş ve böylelikle ortaklık ilişkisinin en son dönemine geçilmiştir. Buraya kadar RTE dahil olmak üzere, AKP Kurucularının tamamı AB`ne karşı olduklarını, AB´nin bir Hıristiyan Kulübü ve bir Yahudi lobisi olduğu gibi gerekçeleri ileri süren ve “Milli Görüş “geleneğinden olan militanlardı. Ankara Anlaşmasının 1999 tarihli Helsinki kararları ile tam üyeliğe giden yolun nerdeyse kapalı olduğu inancı varken, aniden Türkiye´ye tam üye olmak için sırada bekleyen “tam üye aday ülke” statüsünün de verilmesi ile, 2005 yılında tam üyelik müzarekeleri başlamış oldu.

3. AKP´nin hazıra konduğu bir başka önemli gelişme ise, cefasını CHP ve DSP gibi sosyal demokrat ve demokratik sol eksenli partilerin çektiği, Kemal Derviş tarafından hazırlanan ve AKP tarafından uygulamaya konan “güçlü ekonomiye geçiş” programıdır. MHP-DSP döneminde Türkiye´ye çağrılan Kemal Derviş tarafından hazırlanan bu proğram, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli´nin gereksiz yere “hodri meydan hadi erken seçime gidyoruz” diyerek AKP´nin önünü açmış, 2002 Kasım'ında yapılan seçimlerde AKP yüzde 34 oranında oy almış ve sayın Deniz Baykal‘ın liderliğindeki CHP‘nin girişimi ile RTE‘ın önündeki yasal engelin de kalkmasıyla daha sonraki yaşanan süreçde olan olmuş ve Kemel Derviş‘ in hazırladığı bilinen iktisat programı uygulamaya konulmuştur. Şu an Türkiye ekonomik olarak güçleniyor ise, bunun AKP değil, Kemal Derviş´in hazırladığı proğram sayesinde gerçekleştiği gerçeği de inkar edilmiştir. Ama Türkiye ekonomisi üretken değildir. İthalatı fınansmanı için ihracat yapılıyor, elde edilen her 1 TL ihracat geliri için nerdeyse 90 kuruşluk ithalat gerçekleştiriliyor. Hali hazırdaki Türkiye ekonomisinin ipleri ülkede sıcak para bulunduran uluslararası sermaye güçlerinin elindedir. Getirdikleri sıcak para sayesinde servetleri daha da kabaran uluslararası finans kuruluşları, Türkiye´de ekonomik sefaleti tetikletici bir etki göstermekte ve buna zemin hazırlayan AKP sayesinde ülke nüfusu iyice fakirleşmektedir. Türkiye ekonomisi üretkenlikten çıkmış, bir rant ekonomisine dönmüştür. Cari açık ve dış borç çekilemez hale gelmiştir. Türk seçmeni fakirleştikçe buna paralel olarak RTE güçlenmiştir. Yoksulluğa karşı etkin önlem alınmadıkça sadaka kültürü RTE gibilrini hep ülkenin başına bela etmeye devam edecektir.

4. CHP ve MHP kendi tabanlarının “ siyasi tercihlerini hiçe sayarak çatı aday dayatan” bir görünüm sergilemiştir. Türkiye´nin içinde bulunduğu siyasal konjüktür, CHP tarafından desteklenen hiç bir adayın başarılı olamayacağı gerçeğini dayatmıştır. MHP seçmeninini önemsenemeyecek kadar güçlü ve etkin olan seçmeni her şart altında CHP ile bir araya gelme yerine AKP ile uyum içinde olmayı yeğler. 30 Mart 2014 tarihli yerel seçim sonuçları ile 10 Ağustos 2014 tarihli cumhurbaşkanlığı seçimlerinde CHP ve MHP‘nin aldığı oy miktarı beraberce kıyaslandığında ortada yaklaşık 4 milyon civarında bir oy kaybı da bu gerçeğin en somut delilidir. Sanki bu gerçekler bilinmiyormuş gibi İhsanoğlu yerine, bir başka X şahıs aday gösterilseydi seçimleri kazanırdık demek, aldatıcıdır.

Türkiye şu an sırat köprüsünden geçmektedir. AKP ve onun etnik milliyetçilik yapan versiyonu, kendi emellerine ulaşmak için bir iç savaş çıkarmak dahil, her türlü kötülüğü, her türlü mantık ve ahlak dışı olayı göze almış durumdadır. Bu şartlar altında, özellikle de sadaka kültürünün yarattığı güçlü potansiyel karşısında tek bir siyasi partinin durması ve RTE gibi bir “Büyük Orta Doğu Projesi Eş Başkanına “ karşı başarılı olması düşünülemez.

Sonuç

Yukarda kısaca özetlenen gerekçeler ve buna eklenecek daha çok fazla nedenelerden dolayı RTE cumhurbaşkanlığı seçimlerinde en fazla oy almıştır. RTE`in yaklaşık 20 milyon seçmenin oyu ile seçilmis olmasının tek nedeni ve sorumlusu CHP´nin sayın Genel Başkanı Kılıçdaroğlu değildir. Aday belirleme sürecinden adayın belirlenmesine kadar yaşanan süreçte ve seçim kampanyalarında sayın Kılıçdaroğlu´nun sorumluluğu ve tavrı belirleyici olmuştur, bunun beraberinde getirdiği siyasi sorumluluk ve siyasi risk de elbette sayın Kılıçdaroğlu´na ait olacaktır ama, elde edilen sonucun asıl ve kesin belirleyicisi ve sorumlusu değildir.

CHP´nin RTE´i zorlayacak ve cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanabilecek bir güce sahip olamamasının sorumlusunu tek başına sayın Kılıçdaroğlu´na ya da bir başka kişiye yüklemek yerine olaya kurumsal açıdan bakmak daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Mevcut şartlarda, CHP Genel Başkanı ve cumhurbaşkanı adayı kim olursa olsun, elde edilen sonuç üç aşağı beş yukarı aynı olacaktı. Rahmetli Bülent Ecevit´in “Karaoğlan” olduğu 1974 yılında yüzde 42 kadar oy almasının dışında, yıllardan beri CHP seçmeninin toplam seçmen içindeki oranı en fazla yüzde 35 olumştur. Bu gerçek de dikkate alınarak MHP ile ortak bir adayda mutabık kalınması doğru bir adım olmasına rağmen, bunun tabana ve seçmene anlatılamaması, etkin seçim çalışması yürütülememesi, parti içi hizipleşmeler, Türk solunun etnik milliyetçilerin kuyruğuna takılması, milletvekili olmanın yolunun İmralı‘dan geçtiğini kavrayan çürük elmaların piyasada boy göstermesi, MHP tabaının önemli bir kesiminin AKP adaylarından biri olan RTE‘a oy vermesi gibi nedenler varken, sırf seçim sonucunun olumsuzluğunu bir partinin genel başkanına bağlamak yanlıştır.

Sayın Muharrem İnce´nin de vurguladığı gibi zaman “şimdi hezimete kılıf bulma zamanı değil, çare olma zamanıdır” deyip daha da güçlenmenin yolları ciddi ama çok ciddi bir şekilde aranmalıdır.

12 Ağustos 2014