Çocuk "ba" bile dese, o "baba"dan sayıldı. "Aman baban duymasın"cı anneler bunu kabullendi. Zaten bu halk da kimseye "anne" deyip, bağrına basmadı.

Babacılar, Orhancılar, Ferdiciler, Müslümcüler, bir de Süleyman Demirelciler'di.

Onca kadından, onca çocuğa rağmen bir İbo baba olamadı.

"Baba"cılar hayatın sillesinin hep 12'den vurduğu, sermayenin ezdiği insanlardı. Rolün büyüğü babaya verildi.

Ufak mutfaklarda anneler çocuklarına "Baban kızsa da dövse de babandır" diye fısıldadı.

Babalar, kimsenin bilmediği bir gizi biliyormuş ve o sırrı verecek olan sadece o'ymuş gibi davranır ya Müslüm Baba'nın da bilmese de biliyormuş gibi yapması yetiyordu.

Bir şeyleri bilmek için illa eğitim gerekir mi? Kendisine sorulduğunda 60 yıllık ömrünü şu iki cümleyle özetledi:

"İlkokulu bitirdim. Gerisi yok."

Hiçbir zaman uzun uzadıya kendini anlatmaktan hoşlanmadı, bundan sıkıldığını, manasız bulduğunu hiç gizlemedi, hayatına biçtiği kısa cümlelerin terzisiydi.

13 yaşında sahnede

BBC Türkçe'den gazeteci Elif Key'in haberine göre 7 Mayıs 1953'te Şanlıurfa'nın Halfeti ilçesine bağlı Fıstıközü köyünde dünyaya geldi.

13 yaşındayken Adana'da bir çay bahçesinde şarkı söylemeye başladı. Bir yandan da terzi çıraklığı ve kunduracılık yapıyordu. Elbette arabeskin kunduracılıkla bir bağlantısı vardı. "Ayağında kundura" yokluğun adresiydi, Türk arabesk tarihinin baş aksesuvarıydı.

Aynı çay bahçesinde düzenlenen ses yarışmasına katılıp, birinci olduğunda 14 yaşındaydı. Çukurova Radyosu'nun sanatçısı olduğunda, soyadını da Gürses'e çevirdi.

Her Cumartesi radyoda canlı türküler söylüyordu. 68 yılında ilk 45'likleri çıkmaya başladı.

Yolu elbette İstanbul'a düştü. 1969'da "Sevda Yüklü Kervanlar / Vurma Güzel Vurma" 45'liği 300 bin adet satarak rekor kıracaktı.

Plak şirketleri o yıllarda gazetelere teşekkür ilanı veriyor, dostlara akrabalara albümü alan hayranlara teşekkür ediliyordu.

Verdiği her konser olaylarla başlıyor, olaylarla bitiyordu. Yeter ki hayranları ona bir dokunabilseydi.

Gülhane Parkı, adeta mezbahaya dönüyor, hayranları kendilerini jiletliyor, hatta isyan öyle bir boyuta geçiyordu ki hayranları nedense birbirlerini bıçaklıyor, konserler iptal ediliyordu.

Polislerle Müslüm Baba'nın fanatikleri aynı isyanın tarafları olsalar da karşı karşıya kalıyordu. Bir araştırmaya göre çalışan nüfusun 5'te 1'i "Müslümcü" idi.

Demek ki çalışan nüfusun beşte biri yaralıydı. Askerde nöbet bekleyenler, kader mahkumları, gece işçileri, benzin tüketmesin diye vitesi yokuş aşağı giderken Ecevit vitesine geçenler Müslümcüydü, itirazı olanlardı.

İtirazım yok, ihtiyacım var

Yıllar sonra "İtirazım Var"ı perakende günleri kapsamında "İhtiyacım var"a çevirdiğinde, tüketim toplumuna hizmet etmeye karar vermişti.

Piyasa kurallarına göre oynayacaktı oyunu. "İhtiyacım var şu uzun tatile / İhtiyacım var bir güzel perdeye / Dünyanın bilgisine / Yeni bir elbiseye / Mutlu günler görmeye / İhtiyacım var" Liste uzundu, perdeler, LCD televizyonlar.

Toplum tüketirken, Müslüm Gürses de tüketimin sesi olunca fanatikleri küsüyordu. Magazin programlarında mikrofonlar uzatılınca; "Çocuklar, aslında bu işler bize göre değil, hah hah ha değil mi ama" diyerek bir şekilde özür diliyor, ikna konuşması yapıyordu.

Hep düşünceli bir hali vardı. İri cüssesine rağmen hafif duruyordu. "Kafası 1500" diyenlerle dalga geçer gibi, felsefesinden damla damla veriyor, 'Beni bilmeyenler desinler ayyaş, bir kadeh daha ver, ver yalvarıyorum' diye şarkısını mırıldanıyordu.

"Varsın titresin elim" dizelerini söyleyen adam bir kola reklamında titreyerek, "bırr"layacaktı. Ondan ümidi kesen hayranlarının yerini başka hayranlar alıyordu.

Varoşlardan şehrin merkezine, kasetçalarlardan iPod'lara geçmişti. Minibüs müziği, camları siyah filmle kaplanmış lüks arabaların cd playerlarına girdi.

Müslüm Gürses'in sesi öldürmüyordu ama süründürüyordu. Kendisi de ölümle burun buruna geldiğinde 1978 yılıydı. Adana'da bir trafik kazası geçirmiş, ağır yaralanmış, "Öldü" diye morga kaldırılmıştı.

Yaşadığı sonradan farkedilince beyin ameliyatına alındı. Ameliyatın ardından artık koku alamıyor, yüzde 50 az işitiyordu. Görmesinde bir sıkıntı yoktu. Başka bir yöne baktığını, diğer arabeskçilerden farklı yollara sapacağını kimse bilmiyordu.

Teoman'la Nilüfer'le düetlerinin ardından Murathan Mungan'la ortak albüm yapınca entelektüellerin radarına giriyordu. Elbette reklamcıların da… Bembeyaz takım elbisesiyle boya reklamına çıkıp, "En güzel beyaz" diyor, çayları hüpletiyordu. Gülhane Parkı'nı kapattı, artık onu dinlemek isteyenler Açıkhava'ya, Parkorman'a gidiyordu.

Tahtın boşaldığını sananlar, misal Hakan Taşıyan için arabeskin yeni peygamberiymiş laflarını çıkaranları duyunca, "Ben öyle bir peygamber gönderdiğimi hatırlamıyorum" diyordu.

'Descartes da kardeşimizdir'

Bir programda Okan Bayülgen'e "Ben şimdi düşünebildiğime göre varım" derken 17'nci yüzyılın Fransız filozofu Descartes'la da düet yapıyordu.

"Bunu birisi söylemişti sanki vakti zamanında" dedi Okan Bayülgen nazikçe. "Olabilir. Bizden duymuş, söylemiştir. Mümkündür. O da bizim kardeşimizdir' dedi.

17'nci yüzyılda doğmuş olsaydı belki Descartes'la bir masanın etrafında oturup "itiraz" listesi de yapabilirlerdi. Bıçak değil, jilet değil, kağıt kesiydi gibi sesi.

Kanattığı yerin kanı dursa da acısı zor geçiyordu. Japonya'da ses mühendisleri Müslüm Gürses'in sesini inceledikten sonra Niğde Üniversitesi profesörlerinden Dr. Erdoğan Sürat'a gönderdikleri raporda tek kelimeyle: "Kusursuz" yazmışlardı.

Hayranları onun bir reklam figürü olmasını 8'de 8 kusurlu bulsa da mikrofonu eline aldığı an ayin başlıyor, dünya tersine dönse ondan vazgeçmeyeceklerin sayısı artıyordu.

Yapraklar gibi savrulduğunda, kış oldum unutuldum dediğinde hep yanında Muhterem Nur durdu. 30 yıl önce verdikleri bir röportajda, "Bizi ancak ölüm ayıracak" dedi Muhterem Nur.

Keşke yine 78 yılındaki gibi morgdan geri çıksa, zira bu ölüme herkesin itirazı var, ama o duymuyor. İnsanlar babalarını kaybedince beş duyusunu birden yitiriyor.

"İnci Taneleri" dizisi Gönül Yarası'ndan mı alıntı? "İnci Taneleri" dizisi Gönül Yarası'ndan mı alıntı?