16-17 Eylül 1988 tarihinde Kırşehir Cezaevinden on sekiz mahkûm ile birlikte firar eden siyasi tutsak NİHAT İŞBULAN ile Hamburglu yazar Süleyman Deveci'nin gerçekleştirdiği bir söyleşiye yer veriyoruz.

5.5 AYDA KAZDIKLARI 136 METRELİK TÜNELDEN FİRAR ETTİLER 

Süleyman Deveci: Özgürlük kavramı sizce nedir, ne anlama gelir? Sizdeki tanımını bize nasıl açıklardınız? Cezaevinden dışarıya ilk çıkış anınızdan başlayarak, bir tutsak için, özgürlüğün ne demek olduğunu anlatabilir misiniz?

Nihat İşbulan: Bizler aslında üzerine alelade bir kimlik geçirenler değildik. Bizler sokaklar ve mahalleler idik. Faşizmin zulmü ve baskısı altında ezilen ve aşağılanan sokak ve mahallelerin boynu bükük, gözü yaşlı ve sesi kısık gariban, yoksul ve fakirlerinin sesi ve bileği idik. Ne bir eksik ne bir fazla, bizler gücün ve zulmün karşısında sadece olması gerekenler idik. Aslında bizler özgürlük, kardeşlik ve eşitliğin tutsak edilen, hapsedilen, işkencelerden geçirilen direnişleri idik.

Dört duvar arasında hapsedilmiş ve özgürlüğü tutsak alınmışken insanın normal havayı soluması dahi azap. Her şey kısıtlı, yasaklı, esirgenmiş, engellenmiş vaziyette. Dışarıyla karşılaştırıldığında unutulmaması gereken dört duvar arasında olduğunuz. Yani hemen her türlü özgürlük elinizden alınmış vaziyettesiniz. Oysa dışarısı içeriye kıyasla bambaşka, soluk alıp vermeniz başka, yürümeniz, davranışlarınız, günlük hayatın akışı, su içmeniz, yemek yemeniz, davranışlarınız daha bir başka oluyor .

Dışarı çıktığımızda nereye gidilecek, nasıl olacak, ne yapacağız gibi sorularla kafanız meşgul iken diğer yandan kendimi hafiflemiş gibi hissediyordum. Hemen insanlarla iç içe olunduğu böylesi anlarda bir karamsarlığa kapılıyorsunuz. Zira hava bile farklı. Sonra kafanızdaki kaygılar bir türlü rahat vermiyor. Buluşulabilecek miyiz, almaya gelecekler mi, kazasız belasız bundan sonrasını atlatabilecek miyiz, vs. Arkadaşlarımızla ayrılırken hüzün tabii ki daha da arttı. Bilinmezlikler ortama hakimdi.

Ama diğer yandan rahat ve özgürdük. Artık dışarıdaydık, dört duvarı parçalayıp aşmıştık. Dışarı çıkanlar yurtdışına çıkartılacaklardı. Cezaevinden kaçtıktan sonra 10 km yol almamıştık ki rehberimizi kaybettik. Kırşehir‘in içine yeniden girdik. Kuş gibi hafiftik. Yakalanmak, kuşatılmak artık umurumuzda bile değildi. Mutluyduk. Başaracağımıza hep inanmış ve başarmıştık. Önceki nice firar tecrübelerinden yapılmaması gereken hataları biliyorduk. Kısa bir süre sonra yola koyulduk.

Yürürken ayağım burkuluyordu. Bir parkın içinden geçtik. Bir yolda yürürken. Sanki arabalar yolda gitmiyorlar, bizim üzerimize, üstümüze doğru geliyorlardı. 9 sene sonra özgürdüm, her şey normaldi aslında. Ama insan karmakarışık duygular içerisinde oluyor. Karmaşık duygular yığını denilebilir yakanıza yapışan. Bu engeli de atlatırsak artık tamemen başaracağımıza inancım tamdı.

Politikayla nasıl tanıştınız? Buradaki zamanın gençlerinin hayatları, politikayla tanışma biçimlerini sizin döneminizle kıyaslayarak neleri söyleyebilirsiniz?

Ben ailecek sosyal demokrat bir gelenekten geliyorum. Hep solun içerisindeydik. CHP‘lilik ilk sıradaydı. Ben on altı yaşlarımdayken Dev-Gençli bir arkadaşım vardı, onunla takılıyordum daha çok. O liseliydi, ben ise spor yapıyordum. Spor yapan arkadaş grubumuz büyüdükçe büyüdü. Zamanı gelince de boks ve güreş yapan kişiler sağcıların saflarına katıldılar, futbol ve basket oynayan bizim arkadaşlar ise sol cenahta kaldı. Arkadaşlarla bu siyasi kutuplaşmalar yaşandıktan sonra siyasi hayatım başlamış oldu. Yürüyüşler, mitingler, hemen her türlü politik aktiviteler sürerken benim artık askere gitme çağım geldi dayandı.

Askere gittim. Askerdeyken Yılmaz Güney‘in kitaplarını okuyordum. Birgün subayın birine yakalandım. Meğer azılı MHP‘li biriymiş. Bana dayak atıp başka bir bölüğe gönderdi. Şimdi bizlerin politikleşme süreci ile buradaki gençliğin geçirdiği evreleri kıyaslamak haksızlık olacaktır. Bizde bugünün teknolojisi yoktu. Şimdi bilgisayarı, interneti olmayan genç yok gibi. Dünya da, bilgi de ayaklarının altında, ellerinde, ceplerinde. Örneğin biz bir yerden bir başka yere haber götürebilmek için "moped" denilen küçük motorsikletleri kullanırdık. Motorsikleti olmayan örgüt yoktu Adana‘da. Şimdi her şey çok farklı. Sayfalarca yazıyorsunuz, yakalandın mı yandın bizim zamanımızda. Yanında götürmek, taşımak da emniyet açısından her zaman o kadar basit ve kolay değil.

Bizlerin farkı bence hemen hepimizin devrime olan inancımız ve gözükaralığımız idi. Yoldaşlığa verdiğimiz değerdi. Şimdinin gençleri sistemin kendilerine ön gördükleri çerçevede bir yaşam tarzını benimsiyorlar. Bugünkü teknolojik bizlerden daha iyi yorumlayıp kullandıkları da bir gerçekliktir. Ama buna rağmen bizim mücadele ve birikimlerden tecrübe edebilecekleri çok şeyler vardı.

Ben çok anlamlı ve değerli buluyorum. Hoşlarına gitmeyen bir şey olduğu zaman tavır takınıp itiraz edebiliyorlar. Dediğim gibi farklılıklar çok. Bugün gençler bize oranla çok daha bilgililer, teknolojik olarak üstünler, daha donanımlılar. O dönemin gençliği ile bugünkü gençlik arasında öyle büyük farklılıklar yok. Siyasi olarak ilgililer, duyarlılar ama onlara önderlik edecek bir yapı yok. Gençliğe sahip çıkmak gerekir. O zaman Devrimci Yol vardı. Türkiye çapında tüm gençliği kucaklayabilecek politik önermeler sunmuştu. Bugün bunun boşluğu var. Devrimci hareketlilik, kıpırdanmalar her yerde. Ama sokaklarda, fabrikalarda, üniversitelerde bu yığınlara önderlik edebilecek devrimci hareket yok. Bizim zamanımızda her gün eylem vardı, silahlı çatışmaların dışında her yerde grev, direniş, şalterleri indirme, boykot etme vardı. Bugün yok, ya da çok ender karşılaşıyoruz böylesi kitlesel süreklilik arz eden hareketlilikler söz konusu degil.

İlk defa polisle, işkence ile, savcı ile tanışma süreçlerinizden bahseder misiniz? Nasıldı ilk karşılaşmalarınız, bunlara dair neler söyleyebilirsiniz?

Faşistler örgütlüydü, devlet destekli silahlı saldırıyordu, devrimciler ise savunma durumundaydı. Ama 1977-78‘e gelindiğinde özellikle devlet destekli sivil faşistlerin kasıtlı öldürme yaralama saldırganlıkları artınca doğal olarak silahlı savunma, direniş grupları, komiteleri kurmaya ve oluşmaya başlandı. Yani devrimcilerin o dönemki anti- faşist mücadeleleri ayn zamanda sisteme, emperyalizme ve faşizme karşı mücadelelerinin bir parçasıydı. Bugün aynı zamanda bu durumu yorumlamak ve ortaya çıkarabilmek çok önemlidir. Türkiye’de kırıntı düzeyinde dersek bir takım demokratik yaklaşım ve bakış açılarının var olmasında bizlerin bu mücadelelerinin büyük payı vardır.

1979‘da Durdu Cincik adlı bir Devrimci Yolcu işkencede katledilmişti. Adana‘nın o zaman en işlek caddesi olan Küçüksaat’de korsan miting koyarak bu katliamı protesto ettik. Askerler ve polisler vardı. Onca tedbire rağmen çatışmalar kaçınılmazdı. Miting bittikten sonra disiplinli bir şekilde geriye çekilmeye başladık. Ben de bir arkadaşımla beraberdim. O zamanlar Tekel Sigara Fabrikası bizim denetimimiz altındaydı. Oradaki Adana Tekel sigara fabrikası direnişi çok meşhurdur. Ama bugünden baktığımızda Adana tekel fabrikasındaki mücadele ve direniş pek bilinmez. Ben bir fiil bu direniş ve mücadelenin direk örgütleyicilerinden biriydim, benim gibi devrimcilere düşen görev bu direniş ve mücadele birikimlerimizi gelecek kuşaklara aktarmaktır. Ülkemiz siyasi tarihinde önemli bir yere sahiptir direnişiyle. Oraya gittiğimizde yolda karşımıza bir subay çıktı. Başladılar ateş etmeye. Ama biz fabrikaya ulaştık. Arkadaş yanımdaydı, gece o yakalandı. Ben fabrikada saklanabildim. Sabah vardiyası gelince de o kalabalıktan yararlanıp kaçmayı başardım.

Meğer işkence altında polise ifadeler vermiş. Tekelciler, solcu işçiler olarak emniyet çevrelerinde biliniyorduk. Polis beni o dönemde fabrikadaki sigaraların kamulaştırılması eyleminden dolayı arıyormuş gibi ifadeler yayılmıştı. Arkadaş cezaevine düştü. O sıra içerisinde kendisini iki defa ziyaret ettim. Arkadaşlara da, bana da nasıl bir ifade verdiğine dair hiçbir bilgi vermedi. Sorulduğunda tehlikeli bir şey yok, çıkarız diyordu. Yaklaşık iki ay sonra bir gün tekele gittiğimde polisler beni yakaladılar. Önce karakol, jandarma, sonrasında emniyet, mit artık kim varsa emniyette sorgumda yer aldılar. İfadelerde ben vardım, adım geçiyordu. 15 gün sürekli işkence gördüm. İşkencenin her türlüsünü yaşadım diyebiliriz. Filistin askısı, falaka, elektrik verme vs. Arkadaşın verdiği ifadeler doğrultusunda zaten her şey ortadaydı. Hakimin önüne geldiğimde savcılığın da talebi üzerine aranmamı tutuklanmama çevirdiler. 15 gün askeri tutukevinde kaldıktan sonra sivil cezaevine nakledildim. Ayak tabanlarıma yediğim falaka sopalarından dolayı tek başıma yürüyemiyordum.

İlk cezaevi hangisiydi, ilk yatmadan, uyumadan önce geçirdiğin geceyi bize anlatır mısın. Nasıldı o gece ve sonrasındaki günlük hayat?

Bir yandan canım acıyor, işkenceden getirip beni önce askeri cezaevine, oradan da Adana sivil cezaevine getirdiler. Bizimkilerin koğuşuna verdiler. Ağrı, sızı, tedavi için hastane, muayene yoktu. Bir revir ve cezaevi doktoru vardı. Ama doktor sakıncalıdır diye hiç kimseyi hastaneye sevketmiyordu. Cunta daha gelmemişti. 4. Koğuş bütünüyle Devrimci Yol tutsakları ile doluydu. İçeride kitaplar okunuyordu. Semtler, fabrikalar şeklinde bölümler ayrılmıştı. Gruplar halinde teorik bilgiler, eğitim çalışmaları veriliyor, seminerler, toplantılar gerçekleştiriliyordu. İçerisi tamamen siyasi bir okul gibiydi. Öğrenmek, bilinçlenmek, aydınlanmak için iyi eğitimdi ve politikayla iç içeydik denilebilir. Öyle tek başına olabileceğin bir ortam yoktu. Dışarıda yoğun bir pratiğin içerisindeydik. Her bir günü vurulmadan, kalleş bir pusuya düşmemek için, mahalleyi, kendimizi savunmak için devirirken içeride bunun tam tersi vardı. Sadece teori, bilgilenme, öğrenme. Ufkumuz ve bilincimiz geliştikçe gelişiyordu.

Hakim önüne ilk defa çıktığında duruşma nasıl geçti, hislerin nasıldı? O ana dair kafanda neler kaldı, bize neler söyleyebilirsin?

İşkenceden daha yeni çıkmıştım, daha hakim önüne getirilme yok. Adli tıpa götürdüler. Doktor işkence gördüğüme dair bir rapor verdi. Beni gerisin geri emniyete götürdüler. Raporu işkenceciler amirlerine gösterdiler. Böyle rapor mu olur diye doktora telefonda kalayı, küfrü bastılar. Beni bu arada yeniden adlı tıpa götürdüler. Yine aynı doktora getirdiler, adam bu defa darp izi olmadığına, vücudumda morluk olmadığına dair yeni bir rapor verdi. Oysa ben işkenceden haşat olmuşum, her yerim yara bere içinde, ayakta zor duruyorum. Düzmece raporu aldıktan sonra savcının odasının önünde beklemeye başladık. Sonrasında direk mahkeme oldu, savcılık sorgusu değil. Yarıgıcın önündeydik. Mahkeme savcısının istemi üzerine tutuklanmama karar verildi. Kısa süre içerisinde tutuklanıp oradaki askeri tutukevine atıldım. Birkaç hafta sonra da dediğim gibi Adana sivil cezaevine bıraktılar. Hakim dosyaya şöyle bir bakıp tutuklama kararı vermişti. 6 ay sonra savcı çağırıp ifademi aldı. Bu her mahkuma uygulanan genel prosedürdü. O ifadeden sonra da savcı dava için iddianame hazırlıyor. 146/1‘den hakkımda idam istemi ile dava başlatılmış.

Adana cezaevinde tünel çalışması vardı, o dönemde cezaevi devrimcilerin denetimindeydi.

Genel askeri güvenliği Devrimci Yol tarafından sağlanıyordu ve tünel çalışması yapılıyordu, arka soldan bazı arkadaşlar dördüncü bölümüne alınmıştı, cezaevi hamamı çalışmıyordu ve kapalıydı. Tünel buradan başlamıştı ve karşı evin bahçesinden çıkılacaktı. Tünelin bitim noktasına gelinmişti, elektrikte arıza vardı, İsmail Şahin yoldaşımız tamir ederken cereyana kapılmıştı, Mahmut bana geldi; ambulans lazım İsmail cereyana kapıldı dedi, hemen kapı altından teğmenle konuşup ambulans hazırlandı. İsmail’i getiriyorlardı ama İsmail ölmüştü o anda. Elleri parçalanmış, kemikleri görünüyordu. Hastaneye götürüldü. Doktor teğmene demiş tırnaklarında toprak var. Teğmen şüphelenmiş. İsmail’den haber gelene kadar tünel çalışması durmuştu.

Yeniden toplantı yapıldı ve tüneli kazmaya devam edildi. O gün bir gurup arkadaşların toplu tahliyesi vardı, onlarla haber yollandı gece onbirde kaçış yapılacaktı, hızlı bir şekilde tünel deşiliyordu, saat onbirde çıkış yapılan yer yolun ortasına çıkmıştı.

İlk dört kişi kaçtı, beşinci kişi tereddüt ediyor kafasını çıkarıp geri çekiyordu. O anda köpek havlayarak tünelin çıkışına gelip havlamaya devam edince asker de, dur kimsin diye bağırıp ateş açtı. Çatışma başladı, askerler arka sola ateş açarak girdiler ve üç arkadaşımızı öldürdüler. Tünelden ancak dört kişi kaçabildi. 27 Haziran 1980 günü Mustafa Özenç, Erdal Aykaç, Mahmut Hızlı ve Adem Kütük kaçmışlardı.

Devrimcilerin bölümü askerler tarafından sabaha kadar ateş altındaydı, dışarıdan, müdüriyet bölümünden ve teğmen bağırarak küfür ediyorlardı; “Nihat İşbulan, Mahmut Hızlı çıkın lan karşıma”, diye bağırıyordu. Sabah sıkı aramalardan dan sonra bir hafta içerisinde beni Adıyaman Cezaevine sürgüne gönderdiler.

Adıyaman‘da cezaevinde, hakkımdaki idam davasının başladığını televizyondan öğrendim. Adana‘daki aynı davadan yargılanan arkadaşlarım mahkemeye çıkartılmışlar. Biz sürgünleri de Adıyaman‘dan Adana‘ya götürmeye başladılar. Adana Sıkıyönetim Mahkemesi‘ne çıktık. Oldukça aceleciydiler. Davayı bir bütün olarak birkaç hafta içerisinde bitirme hevesindeydiler. O dönemde ilk açılan önemli davalardı Tekel, Yeşilevler, Yavuzlar ve Dev-Yol Davaları. 6-7 ay içerisinde dava sonuçlandı. Haftanın üç günü mahkemedeydik. 7 kişiye idam cezası verildi. Bir sivil hakimin itirazı ile 2 mahkum müebbet aldı, biri de bendim. 23 sanık beraat etti. Kalanlar da 4-8 yıl arasında cezalara çarptırıldılar.

Peki gelelim firar meselesine. Kafanda kaçma fikri ilk defa nasıl doğdu? O zamanki hayallerini, dışarıya yönelik planlarını, hesaplarını hatırlıyor musun?

Yukarıda değindiğim gibi mahkemeler yüzünden bizi elleri kelepçeli Adıyaman’dan geri Adana‘ya sevk ettiler. Ben 16 ay, diğer birçok arkadaşım gibi tek bir hücrede kaldım. Yoldaşımız Mustafa Özenç 1981‘de idam edildiğinde ben müşahede diye adlandırılan hücrelerin bulunduğu bölümdeydim. Koşullar oldukça kıt ve kısıtlıydı. Başımızda sürekli silahlı askerler vardı. Cezaevi ortamındaki genel kurallar ve baskı çok ağırdı. Baskılar tamamıyla bir kişiliksizleştirme politikasına hizmet ediyordu. Yemek, görüş, kitap, havalandırma cezaları sürekli tutsaklara veriliyordu. Bizler de siyasi tutsak olduğumuz için, buna uygun davranılmasını istiyorduk. Uzlaşma olmayınca açlık grevine gidildi. Özellikle 1984 yılına gelindiğinde ülke çapında bu direniş dalgası büyüdükçe büyüdü. Cezaevi idaresi taleplerimizi kabul etti ve 21. gün sonra anlaşmayla açlık grevi bitirildi. Ama verilen sözlerin hiçbirini yerine getirmediler. Bunun üzerine koşullar oluşunca fiziki direniş ve açlık grevine gideceğimizi düşünerek cezaevi idaresi kararlılığımızı görünce, anlaşma sağlandı. Dayatmaları ve angaryayı kabul etmedik. Beni yeniden hücrelere götürdüler. Kısa bir süre sonra da biz müşahede altında bulunan 18 kişiyi Kırşehir Cezaevi‘ne sürgüne gönderdiler. Orası siyasilerin olmadığı bir cezaeviydi.

25 Mart 1988‘de Metris Cezaevi‘nden 29 kişi 37 günde kazdıkları 38 metrelik tünel sayesinde özgürlüklerine kavuşmuşlardı. Biz Kırşehir’e geldiğimizde hareketlilik boş durmadı. Burada cezaevinin dış kısmına yakın bir yerde ev alınmıştı ve oradan deşilip bize doğru gelinecekti. Ama Metris firarından sonra idare yani adalet bakanlığı ülke çapında çıkartılan bir kararname ile siyasi mahkumların cezaevinin ortasındaki koğuşlara yerleştirilmesi talimnamesini verdi.

Elbette kaçma fikri her zaman vardı. Bu bir devrimci görev. Umutlar dışarıya yönelikti. Her an kaçmaya hazır ve nazır vaziyetteydik diyebilirim. Arkadaşlarımız gelip bizi kurtaracak beklentisi yakamızdaydı. İlk sondajlamalardan haberimiz vardı ama iç koğuşlara verilme kararından sonra umutlarımız kırıldı. Koğuş değiştirmeyle aynı gün tünelimizin başlangıcı olacak tuvalet taşının birinin yerinden oynadığı fark edildi. Sonrasında 5,5 ay sürecek olan bir kazma, deşme operasyonu başlayacaktı. Spartacus Operasyonu böylece resmen başladı. Sırf iki ay boyunca 12 m’lik mesafeye ulaşmak için uğraşıp kazdık. Dile kolay 3 veya 4 m boyunca yerin altından derinlemesine kazıldı. Çıkan toprak sorununun ne olacağı meselesi halledildi. 50 m uzunluğundaki kalorifer borularının oraya toprak koyulacaktı. Sonra dünya rekorunu kırıp 136 m kazdık. Kırşehir Cezaevi firarının Türkiye devrimci mücadeleleri açısından önemi büyüktür, bundan dolayı da bu firara ilişkin bir çok anlatımlar ve kitaplar okudum. Ancak burada eksik bir konu var. Tünele giriş ile kalorifer borusu arasındaki mesafeyi hesaplamadıkları için onların anlatımlarında 118 metre olarak belirtmektedirler. Oysa doğrusu 136 metredir.

Tünelin içine ilk olarak iki arkadaş girdi. Çıkan toprağın ne olacağı sorunu kısa sürede çözüldü. Haftalar sonra kalorifer borularının geçtiği duvara geldiğimizde orası delindi. Tesadüf bu ya bir akşam cezaevi savcısı yanında gardiyanlar koğuşa girdiler. Meğer gardiyanları çay keyfi yaparken yakalamış. Bize kıyak yapacakmış alıp gelmiş ne varsa. Biz ise tünel patladı patlayacak korkusu içerisindeyiz. İki kişi aşağıda tünelde harıl harıl çalışıyor. Herkes şok oldu ama bozuntuya kimse vermiyor. İçimiz içimizi yiyor, kendi kendimize bu iş bitti, buraya kadarmış diye düşünüyoruz. İşi gırgır şamataya vurduk, fark etmeden çekip gittiler. Ancak o zaman derin ve rahat bir soluk alabildik. Zamanla tünele inenlerin sayısı üçe çıkartıldı. Biri toprağı eşeliyor, biri hava basıyor, diğeri de çıkan toprağı torbalara dolduruyordu. Tünel çalışmaları ilerledikçe biz çalışkan köstebeklerin sayısı da arttı.

Bugünden şöyle geriye dönüp kabaca baktığında o günü hayallerinden ne kadarını gerçekleştirebildin?

Aradan onca yıl geçti. Şimdi kitaplarda okuyunca, fotoğraflara bakınca insan şaşırıyor. Nasıl yaptık, nasıl başardık, o kadar daracık yerde nasıl hava aldık, nasıl oldu da o tünel çökmedi vs. diye. Tünel uzun mu uzun ve bir o kadar da dardı. 50 cm ye 60 cm idi . Dışarıdan kimseye bu faaliyetler hakkında bilgi verilmedi, herhangi bir sızma olmadı. Her birimizin kendine göre bir hayali vardı. Ben başından beri başaracağımıza inanıyordum. Bu inancım hiç eksilmedi. Aramızda daha önceden tünel tecrübesi olan arkadaşlarımız vardı. Ne yaptığımızdan emindik. Ama öyle fazla büyük hayaller de kurmuyorduk, daha çok gerçekçiydik denilebilir.

Bir anımı anlatayım, ben zamanında bir arkadaşımıza sinirlenmiştim. O zamanlar tv‘ler iki kanallıydı. Bu arkadaşın da elinde uzaktan kumanda, zırt pırt kanal değiştiriyor ve kimselere de vermiyor. Birinde klasik müzik bir diğerinde Kemal Sunal filmi örneğin. Millet içeride gülmeye hasret, o inat ediyordu, sadece onun dediği oluyordu. Kendi kendime dedim bir gün dışarıya çıkarsam kendime bir televizyon alacağım, kumandası sadece ben de olacak. O kanaldan öbürüne zaplayıp duracağım. Bunu yaptım da. İçimde kalmadı.

Cezaevinden kaçışınızla ilgili iki kitap yayınlandı. Konuyla ilgilenenler piyasada hâlâ satılan bu yapıtları bulabilirler. Birinde senin de yazdığın birkaç sayfa var. Sen bunların dışında kaçışınızla ilgili söylenmemiş daha neleri dile getirmek isterdin?

Biraz uzunca olacak belki ama daha iyi anlaşılması için detaylandırmam gerekiyor: Biz tünele ekipler yani timler şeklinde başladık. Zamanla ekiptekilerin sayısı beş kişi oldu. En tecrübeli ekip bizim ekipti. Bir ekip mesaisini bitiriyor hemen arkasından diğer ekip başlıyordu kazmaya. Biri bitiyor diğeri başlıyordu. Diğer gün bir başka ekip kalınan yerden devam ediyordu. Muazzam bir organizasyon ve kolektif bir emekti sergilenenler. „Altın Köstebek“ diye kendi aramızda bir ödül konuldu. Kim günlük olarak en uzun mesafeyi deşerse ödül alıyordu. Ödül de sucuklu yumurta ve bir paket süttü. Benimle giren ekip, biz üç defa kazandık. Bunun haricinde bazı günler, gece değil de gündüz kazılmak zorundaydı. Bazen de hafta sonları tüneli kazıyorduk cezaevi betonunu üç metre derinliğinde. Tünelin ne yapıp edip bu duvarın altından geçmesi şarttı. 5 m aşağıya kazarak sorunu çözdük Uzunluk bir ara 80 m‘yi buldu. Dışarının arazisi engebeli. Karşımıza çıkan engeller oluyordu.

Bir süre sonra tüneldeki hava azaldığından ve çalışanların ihtiyacından dolayı havalandırma için körük yaptık, havalandırma boruları döşedik. Cereyan çektik, elektrik hatları ve ışık döşendi. Bir bütün olarak bakıldığında her şey devrimci yaratıcılık ürünüydü diyebilirim. Gardiyanlar sağ görüşlülerdi. Yardım almak ne mümkün. Gerçi kimselerden yardım almıyorduk. Doğal elektrik, havalandırma gibi en çok ihtiyaç duyulan gereksinimleri kendi kendimize hallediyorduk. Büyük ve unutulmaz, aynı zamanda örnek bir devrimci dayanışmaydı yaşadıklarımız.

18 kişiydik biz ve her birimizin ayrı bir görevi vardı. Herkes üstün bir başarı, disiplin ve kararlılıkla görev ve sorumluluklarını yerine getiriyordu. Demin de dediğim gibi ben başından beri bu işi başaracağımıza inanıyordum, arkadaşlar arasındaki uyum bana bunu gösteriyordu. Engellerin altından, yanından deşip kazıyıp birer birer geride bırakıyorduk.

O dönemde bir açlık grevi vardı. Biz ise tünel deşiyoruz. Belli bir mesafeyi çoktan geride bırakmışız. Açlık grevine katılsak tünel yanacak, onca emek güme gidecek. Soruyorlardı bize neden katılmıyorsunuz diye. Biz ise idare uyum gösteriyor, isteklerimizi yerine getiriyor diyorduk. Hatta uzlaşmacıyız diye eleştirenler de oldu. Oysa o anki siyasi çıkarlar bunu daha önemli kılıyordu. Önceliğimiz tüneldi. Uzunluk bir ara 80 m‘yi buldu. Dışarının arazisi engebeliydi. Bizi ıslah etti, uyumlu hale getirdi diye Kırşehir Cezaevi savcısına ödül verip bu başarısından dolayı Bursa‘ya tayinini çıkarttılar. Az daha kalsa ne olacağını görecekti. Halbuki uzlaşma nedenlerimizi çok daha iyi anlardı. Tünel yüzünde ister istemez az veya çok taviz veriliyordu. Doğrusu da buydu. Aynı bir ileri bir geri yol almak gibiydi.

Tüneli yaklaşık 80 m düşünmüştük. Olmuyordu. Bir gün deşmeyecektik. Sonraki gün Adem Kütük ile ben ikimiz girdik. Tünelin sol tarafından deşip kafamızı dışarıya çıkartarak baktık. Meğer daha 20-30 m çıkışa mesafe varmış. Son günlerde sürekli benim de içinde bulunduğum ekip girdi tünele. Çok değil birkaç gün içerisinde tünelin çıkışını ben buldum. Güzel bir andı. Dışarıdan gelen sesler, ilk defa özgürlüğe bir bakış atmak. Sonra deliği geri kapattım. Geri döndüm, arkadaşlara haber verdim. Sabahleyin dışarı çıktık, sonra da hazırlıkları yapmaya başladık. Gece kaçacağız. Zaman nasıl geçti tahmin edilebilir. Saat 22.00 olunca biz tünele girmeye başladık. O uzunluğu katetmek bir saat sürdü yaklaşık. Çıkışın etrafını genişleterek açmaları gerekiyordu, ilk girenler zorlanıyorlar. Bir türlü açamamışlar çıkış deliğini. Herkes tünelde. 18 kişi nefes alıp veriyor. Teçhizat kaldırılmış, imha edilmiş. Uzun mu uzun bir sıra oldu ama dışarıya çıkan yok. Nihayet 22.55‘de çıkış genişletildi ve tüneli terk etmeye başladık. Yakında bir dere vardı, orada beklemeye başladık. Bizi alacak araçlar nihayet geldiler. Tam zamanıydı zira çevredeki köpekler havlıyor, cezaevinden nöbetçiler dışarıya bakıyorlar, şüpheli bir hareket görseler yandık.

Özellikle vurgulama ihtiyacı duyuyorum bu tüneli dışarıdan organize eden Metin Küreci arkadaşımızdı. Fedakarlık, örgütleme, organizasyon ve daha bir çok şey bu yoldaşın sayesinde oldu. Kendisini burada Hamburg’da kanserden kaybettik.Tünelde emeği bu eylemde çok büyüktür. Bu vesileyle onu da saygıyla anıyorum. Arabalara bindik ama macera meğer yeni başlıyormuş. Kılavuzumuzu bir ara kaybettik. Kırşehir’den geçtik. Gecenin bir vakti dahası sabah 03.30‘da Ankara’nın içinden geçtik. Polis bizim bulunduğumuz iki arabayı durdurdu. Tamam dedik buraya kadarmış. Bize doğru 3-4 m kala kalayı küfürü basıp çekin gidin diye hakaret etmeye başladı. Onu da atlattık. Bolu Dağı civarına geldik. İstanbul’a gidelim mi, bekleyelim mi konuşmasını oldu. Bir fındık tarlasının içerisinde kalakaldık. Neyse ki gelip 16.00 da bizi aldılar.

Biz Ankara’yı gece geçerken gardiyanın biri 3:30 da koğuşu kontrol ettiğini, bizi gece gördüğünü söylüyor. Bizi aldılar demiştim. Gebze‘ye varmadan yol kontrollerinden dolayı indik. Kontrol edilen noktayı yayan olarak aşacak ileride yeniden buluşacağız. Bir taş ocağına denk geldik. Sanki onlardanmışız gibi davrandık. Soranlara İstanbul‘a gidiyoruz dedik. Sonra bir kontrol da Tuzla‘da vardı. Herkesi, her yayayı ve aracı durduruyorlardı. Geriye dönüş, sıradan çıkmak mümkün değil. Şans yine bizden yanaydı. Bu tehlikeyi atlattık. Bir trene binip İstanbul’a Haydarpaşa’ya trenle geldik. Tam bir eve yerleştirildik, İstanbul‘da büyük çaplı bir operasyon başlatıldı. Bir gün sonra Asya yakasından Avrupa yakasına geçtik. Bizden ayrılıp Mersin‘e giden gruptan dört kişi yakalandılar. İstanbul’da bir aylık yeraltı hayatından sonra gerçek anlamda özgürlüğe kavuştuk.

Teşekkür ederim.

17.06.2019