Büyük bir olasılıkla bir pencere kenarında oturup ağır, kurşuni bir o kadar ışıltılı salak bir İstanbul akşamında elinde yine olasılık dahilinde özlenen çayı dudaklarına götürüp bilmem kaçıncı ? yudumu ağzında dilin ile bir kez dolaştırdıktan sonra boğazından ağır aksak geçişini ki o son yudum İstanbul’dur ,orada Viyana’yı yüreğinde hissettin ya.

İşte şimdi yaşamın iki kapılı ve iki adımlı bir yer olduğunu anladın..

Çiftehavuzlar'daki 42.sokaktaki solgun ve yorgun baba evinin kapısından çıkıp avluyu geçerek sokağa çıkmak kadar kısa.. işte o kadar kısa. Çok mu zaman geçti? Ya da ne kadar ? Kaç kırgınlık? Kaç sürgünlük ..? 

O zamanlara ait münasebetler dost insanlar gibi zaten yoktular...!

O zamanlar dediğimiz “şey” 18 li 20 li yaşlarımızın delikanlılığında o melun, hain bir o kadar güler yüzlü mavi ve siyah ve en gerçeğinden kırmızı “çıkar ilişkisi” ni hiç tatmadığımız için kendimizle barışık olduğumuz yıllar. Dost ve yoldaş olma durumu yalnız, sade, su kadar berrak, su kadar gerekli ve bizi bir Aura gibi sarıp sarmalayan davranış hep baki kaldı. Ta ki biz büyüyene kadar.

Sonra büyüdük biz; göremediklerimiz, duyamadıklarımız, yapamadıklarımız, sevemediklerimiz, yakalayamadıklarımız, sorguluyamadıklarımız, yüzleşemediklerimiz ve hesaplaşamadıklarımız... Arkamıza bir baktık; peşimizdeler.

"Gör beni" dedi arkadaki iki boyutlu gölge

ama görememek diye bir şey vardı; 

sen göremedin.

Mesela sen mahallede ki  yumruklu yıldıza  bir başka aşıktın. 

Bir tutam kırmızı olmak için yanıp tutuştun.

Kelime dolusu cümleler sürgüne düştü...

"Sesimi duy" dedi gölge, kulaklarını tıkadın...

"Götür beni" dedi, yorgundun...

"Sev" dedi, sevmek yasaktı....

"Kaçır" dedi," zaten benimlesin" dedi gölge…

Yaşamın içinde; kırmızı  düşün ucunda,

öylece kalakaldık...

İnsana olan umutla...

Sonra, o zamanlar için vicdan eleğinden geçirdiğin “rütbeli dostluklar” peydah oldu. Tek kelime ile “dostum” dan sonra , bir o kadar “can dostum” oldu, özel durumlar için kullanmak üzere “kara gün dostum” oldu, mesela yedekte bekleyen “hatırlı dostlar” vardı, üç-beş kişilik “en iyi dostum” kontenjanına kimleri oturtacağımıza “gelişen koşullar” karar verdi…

“DOST-luk” eğer bir eylem biçimiyse dilbilgisi itibarıyla bir “fiil” dir .

Yani ,apolet baskısı derken “DOST”luklara rütbe vermeye başladık; verebildikleri “ŞEY” oranında, yoksa “ŞEY” leri.. yoksa canları cehenneme…..rütbelerini söktük bir bir…

Her zaman olduğu gibi bedeli yine masum, iyi niyetli dostluklar ödüyor. Acaba bu dostlukları kim ayrıştırıyor, niçin yapıyor? Asıl sorumlusu kim?

İnsanı seven, insana değer veren yanımızda çok samimi olunması gerektiği, birbirinin yüzüne söylenmesi ve birbirini uyarması gerektiren "ŞEY" dostluktur... 

Bir zaman sonra etrafına ,sağına soluna ,önüne-arkana bakarsın kimse var mı diye, elinde yalnızca uçları sararmış , siyah-beyaz bir foto kalmış yalnızca ki; O fotoğraf sana bakar... Çok gelincikler çok kırmızı gösterir. 

O çok gelinciklere, o çok kırmızılara, o siyah beyaz fotoğraflara; kimleri, neleri, nerede, kimlerle, ne zaman, nasıl yan yana getireceğine hangi yaşlarda olacaklarına, güneşi gökyüzünde nereye konumlandıracağına o mavi bulutun hemen arkasına koyup gülümsemesine izin verilir mi? 

DOST-luk, dipsiz kuyudur ve çok boyutludur. İşte öyle; dertleştik EYLÜL ve KIRMIZI düşle...

Sol memenin altı cevahir  bir gün mutlaka hoş gelir sefa gelir. 

*Eylül'ün ardından kırmızı düşlerimize, gidenlerimize sevgi ve saygıyla