MODERN FEODALİZM VE ALMANYA

Sanayileşme eşiğini atlayarak Aydınlanmayı ve uluslaşmayı yaşayamamış Almanya, İspanya, İtalya ve Portekiz aslında yakın zamana kadar feodalizmin Avrupa’da ki temsilcileriydiler. Almanya şimdi de kapitalizm ve modern feodalizm arasına sıkışmış durumda. Almanya’yı anlayabilmek için onun tarihsel sürecini üç(3) bölümde ele almak gerekiyor.

Birinci dönem; Martin Luther adlı din adamının 1517’de Katolik Kilisesine karşı 95 maddelik protesto bildirisiyle başlar. Bu protesto diğer Katolik ülkelerde örneğin Fransa, İspanya, İngiltere, Portekiz ve diğerlerinde yapılamazken bunun Almanya’da olmasının nedeni; Rönesansın İtalya’da ortaya çıkmasını sağlayan siyasi koşulların Almanya’da da olmasındandır. Bu koşul, güçlü-merkezi siyasi yapılanmanın olmamasıyla yakından ilgilidir. İtalya da irili ufaklı 300 e yakın şehir devleti varken, Almanya’da da 36 feodal devlet vardı. Luther bu protestoyu İspanya ve Fransa’da yapsaydı kesin öldürülürdü. Ama Almanya’da onu koruyan ve destekleyen siyasi gücü olan Saksonya Dükü vardı.

Luther’in başlattığı bu reform hareketi Almanya’dan çok, diğer ülkelerde yankı ve destek buldu. Almanya’da Protestanlığın etkin olamamasının nedeni ise, siyasi bölünmüşlüğüne rağmen, merkezi Krallığın(Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu) Katolik Kilise ile yakın işbirliği ve de bir yanıyla Alman halkının dinin derin etkisinde kalarak reformcu, ilerici hareketlere karşı kayıtsız kalmasındandır. Bu kayıtsızlık sadece dinin etkisiyle açıklanamaz. Diğer yanıyla birçok köylü isyanının kanlı şekilde bastırılmasının getirdiği yılgınlık ve Luther’in tavrı da bunda rol oynamıştır. Örneğin 1524-1525 yılında ki köylü isyanlarını bastıran feodal Prensler tam 130 bin köylüyü katletmişlerdi. Daha da önemlisi Protestanlığın başlatıcısı Luther’in bu isyana destek vermeyip prenslerin yanında tavır alması, Lüterciliğe karşı ister istemez kuşkuyla yaklaşılmasına neden olmuştur.

Bu dönem 1862 yılına kadar devam eder. Fakat 30 yıl (1618-1648) savaşları adı verilen kavga, Almanya’yı( o dönemde ki Prusya’yı) feodal karanlığa daha da gömmüştür. Çünkü bu savaş din kavgası gibi gözükse de(Katolik-Protestan) aslında burjuvazi ve feodalizmin kavgasıydı. Burjuvazi yani Protestanlar yenilmişlerdi. Dolayısıyla önce feodal prenslikler güçlenmiş ve kurumlaşmış, bilimsel gelişmelere, keşiflere(Amerika ve diğer yerlerin) katılmayarak merkezi bir sermayenin oluşması yaratılamamış ve de sanayileşme sürecine girilememiştir. Sanayileşme ve merkezileşme adımları 19.Yüzyılın ikinci döneminde başlamış fakat geç kalınmıştır. Çünkü Batı Avrupa’da ki ülkelerin çoğunluğu, sanayileşmenin sonucu olarak aydınlanmayı yaşayarak feodalizmi 1500’lerden itibaren tasfiye etmeye başlamışlardı bile.

İkinci dönem; 1862 de Otto Von Bismarck ile başladı diyebiliriz. Kral tarafından 1862’de Başbakan olarak atanan Bismarck, büyük sorunları ‘kan ve kılıçla’ çözmeyi hedefleyen bir yarı feodal, yarı burjuva bir siyasidir. Tam anlamıyla dönemin, hatta 1945’lere kadar olan Almanya tarihi kesitinin tipik bir temsilcisidir.  Monarşi ve burjuvazinin muhteşem bir bileşkesidir. Alman burjuvazinin sosyal devlet, milliyetçilik, geçmiş soyluluğa sadakat vb. tüm değerlerini şahsında toplamış bir Alman muktediridir. Lutherci olmasına rağmen ilerici değildir. O, sanayinin gelişmesi için çaba harcamasına rağmen, parlamentoyu lağveden ve Kraldan başka güç tanımam diyen feodal bir gericidir. Almanya’nın anti demokratik ulusal birliği için savaşlar yapan ırkçılığın ve Hitler’in fikir babasıdır. İşçi sınıfına ve temsilcilerine ‘devletle uzlaştığınız oranda size destek vereceğim’ diyen sosyal devletçidir. Özetle o, Almanya’nın ruhu ve aynasıdır.

Bu dönem 1945 yılında ki Nazizm’in yenilgisine kadar devam eder. Bu tarihi evre, GEÇ KALMIŞ ULUSLAŞMA sürecinin Almanya’da ki hikâyesini oluşturur. Aslında dönem, sanayileşemeyen, dolayısıyla aydınlanmayı yaşayamayan tüm ulusların başına gelen felaketlerin, büyük trajedinin de hikâyesidir. Bunlar kısaca şunlardır:

a-) Burjuvazi bu dönemde feodal kültürün etkisindedir. Bu kültür ile gelişmeye çalışmaktadır. Dolayısıyla burjuvazinin Aydınlanmayı yaşamış ülkeleri taklit ve onlara yetişmek için hızlı hareket ettiğini ve ulusçuluğu milliyetçiliğe, giderekte ırkçılığa çevirdiğini görürüz.

b-) Burjuva aydınları da bu dönemin özelliklerini yansıtırlar. Hegel ’in idealist diyalektikçi, Feuerbach’ın metafizik materyalist, Kant’ın milliyetçi, Goethe gibi çok yönlü bir aydının burjuva devrim düşmanı ve feodal bir dükün hizmetkârı, Schiller ve diğerlerinin anti-aydınlanmacı olmaları tesadüf değildir. Marx ve Engels ise, işçi sınıfı aydınları olarak, bu fasit dairenin dışına çıkmışlardır.

b-) Alman toplumunu oluşturan sınıflar(işçiler, köylüler, esnaf, zanaatkârlar ve burjuva kesimler) feodal toplumun geriliğini, bağnazlığını üzerlerinde taşımaktadır. Çünkü aydınlanmayı yaşamamışlardır. Bu da onların tekçi, kişilere bağlı, otoriter bir kültürün etkisinde olduklarını gösterir.

c-) İşçi sınıfı ve temsilcileri de dönemin özelliklerini gösterir. Bunun dışına çıkabilen sadece Marx ve Engels’tir. Anti Marxist Lassalle’in Sosyal Demokrat Partide ki takipçileri Bebel, Liebknecht, Kautski ve diğerleri bu dönemin tipik ikiyüzlü, dar kafalı temsilcileridir. Öyle ki Marxist Sosyal-Demokrat-komünist Parti, 1919 lar da kendilerinden ayrılan Spartaküs Hareketin liderlerini katlederken, 1930 lu yıllarda, Spartaküs Hareketinden komünistler de, Nazilerle birlikte sosyalistlerin toplantılarını basacak kadar feodal kültürün etkisi altındadır.

d-) Milliyetçilik 1930’lar da eğer ırkçılığa dönüşmüşse, bunun arkasında feodal kültür yani tekçilik, biat kültürü ve cahillik yatar. Bu açıdan radikal dincilerle ırkçılar arasında özünde hiçbir fark olmadığını Hitler iktidarı bize göstermiştir. İki akımda, düşünceye, burjuva kültüre, çok renkliliğe ve sevgiye düşmandır. Görünen şekli farklılık, feodal kültürün yeni dönemde(kapitalizm koşullarında) aldığı biçimdir sadece: Neo-faşizm mülteci düşmanlığı ile işe başlarken, dinci akımlar burjuva kültürün merkezi Avrupa’yı hedef almaktadır. Tabi ikisi de çalışma tarzı olarak terörü kullanarak.    

Üçüncü dönem; Almanya’nın 1946 yılı sonrasını ve bugününü içerir. Geçmişte aydınlanma sürecini yaşamamış bir toplumun, milyonlarca insanın ölümüne neden olan siyasi vahşetin sonuçlarıyla yüzleşerek kendisini eğitmeye başladığını görüyoruz. Bu eğitim, zorlukları, engelleri mücadele ederek aşma, sorunlarla yüz yüze kalıp onları çözmeyi içeren aydınlanma süreciyle değil, tamamen, yaşanan vahşetten ürkmenin, paniklemenin, kendini sorumlu hissetmenin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Örneğin eğer siz, kendini beğenmiş biri olarak, herhangi bir nedenle güvenlik güçlerinin ağır baskı ve işkencelerini yaşayan arkadaş ve yoldaşlarınızın bir vahşetine tanık olmuşsanız, bundan ciddi şekilde etkilenecek ve insanlara bakışınız bir dönem için değişecektir. Fakat zamanla bu etkiden kurtulacak ve eski kendini beğenmiş, gururlu ve şuurlu davranışınıza dönmeniz, eğer kendinizi aydınlanma süreci içinde (anti feodal kültürel birikim)  eğitmezseniz kaçınılmaz olacaktır. Çünkü zorluklarla mücadele ederek, sorunları çözerek iyileştirmeler yapmadığınız ve de bu acı ve bilgileri tüm ruhunuza nakşedecek bir süreci yaşayıp kültürel düzeyinizi yükseltmediğiniz için, yaşadığınız şok, bir müddet sonra geçecek ve eski halinize döneceksinizdir. Geri dönüşün olmaması için kültürel birikimi, artık gelinen aşamada sadece burjuva kültür anlamda değil, daha çok sosyal olarak geliştirmek gerekiyor. Almanya’da ise şunları gözlüyoruz:

  • Bugün Almanya’da devletin, Faşizm sendromundan dolayı uyguladığı sosyallik, içselleştirilmeyen memur tavrıdır. Görüldüğü gibi giderek zayıflamaktadır.
  • Alman halkı arasında sosyal ilişkiler olağanüstü zayıftır. Ve giderek daha da azalmaktadır.
  • Doğu Almanya’da ki sosyalizm, en az Hitler olayı kadar toplumu olumsuz etkilemiş ve bugün gericiliğin sessiz çoğunluğunu oluşturmaktadır.
  • Almanya’da çevreciliğin ve doğallığın popüler olmasının tarihsel arka planı vardır. Aydınlanma karşıtı düşüncenin çıkış noktalarından biri de doğallık, yalınlık güdüsüdür. Romantizmin milliyetçiliğe ve ırkçılığa evrilmesinde ki bu düşünsel serüven, geçmişte bu toplumun genlerine işlemişti. Çevrecilik hareketi sosyalleşmeye çalışıyor olsa bile, kapitalizm koşulları bunun içselleştirilmesini önleyecektir. 
  • Bu toplum kapitalizm de ısrar ettiği müddetçe ve herhangi bir kriz anında fabrika ayarlarına(neo faşizme) dönmesi muhtemel (son 75 senelik cumhuriyet döneminde iktidarda olan partilerin kimliği anti faşizm konusunda oldukça sorunlu). Bunun için en iyi zaman da, eğer bir kriz (ekonomik veya siyasi) gerçekleşirse, 1933-1945 vahşetinin canlı hatıralarının ortadan kalkacağı önümüzdeki dönem olacaktır.
  • Almanya'da egemen güçler faşizmi, komünizmle bir ve aynı görmektedir. Bunun öncelikli nedeni Doğu Almanya deneyimidir. Komünist Partinin yasaklandığı bu ülkede kaçınılmaz olan faşizmi önlemenin yolu: 1-Doğu Almanya’da komünizmin uygulanmadığını kitlelere anlatabilmekten; 2- Marx ve Engels’in öğretilerine Alman emekçilerinin dönmesini sağlamaktan geçmektedir
  • Yeni Faşizmin gelişimini engelleyecek kısa vadeli en büyük çalışma da aydınlanma sürecini Yeni burjuvazinin(NATO’cu, ABD merkezli) kontrolü dışına çıkarmaktır. Bunun için bağımsız, geniş cepheli devrimci Alman Hareketinin yaratılması gerekmektedir. Die Linke(Sol) bu görüşü savunsa da Doğu Almanya geleneğinden kopuşunu sağlamadıkça geleceği kazanamayacaktır. 

        Haftaya İtalya.