Merz’in Türkiye ziyareti ve Avrupa sağının yeni pragmatizmi

"Merz’in 'mülteciler şehirlerimizin görüntüsünü bozuyor' açıklaması, yalnızca göçmenleri dışlayıcı bir çıkış değil, aynı zamanda Avrupa burjuvazisinin de sınıfsal korkularının dışavurumudur."

Türkiye’nin siyasal tarihi, iktidar ve muhalefet arasındaki gerilimin her defasında aynı eksene devletin bekası ile halkın iradesi arasındaki çatışmaya oturduğunu gösteriyor.

Bugün Ekrem İmamoğlu’na yöneltilen “casusluk” suçlaması, yalnızca bir yargı hamlesi değil, Cumhuriyet’in başından bu yana süregelen devlet refleksinin güncellenmiş halidir.

Tarihsel Süreklilik: Devletin Kendini Koruma Refleksi

1920’lerde “iç düşman” komünistti, 1970’lerde “anarşist”, 1980’lerde “bölücü”, 2000’lerde “terörist” ya da “ajan”. Devletin bekasını koruma iddiası, her dönemde halkın siyasal örgütlenme hakkına karşı bir bariyer olarak kullanıldı. İmamoğlu’na yöneltilen suçlamalar da bu zincirin son halkasıdır.

Antonio Gramsci’nin “hegemonya” kavramıyla açıkladığı gibi, iktidar yalnızca zorla değil, rıza üreterek hükmeder. Erdoğan iktidarı da, bu rızayı dinî-milliyetçi bir meşruiyet zemininde yeniden üretirken, Batı’yla kurduğu pazarlık ilişkisini özellikle mülteci anlaşmaları üzerinden hegemonik bir kaldıraç olarak kullanıyor.

Merz ve Avrupa Sağının Yeni Pragmatizmi

Almanya’da CDU lideri Friedrich Merz’in Ankara ziyareti, Avrupa sağının yeni ideolojik çizgisini özetliyor: İnsan hakları ikinci planda, güvenlik ve göç kontrolü birinci sırada.

Merz’in “mülteciler şehirlerimizin görüntüsünü bozuyor” açıklaması, yalnızca göçmenleri dışlayıcı bir çıkış değil, aynı zamanda Avrupa burjuvazisinin de sınıfsal korkularının dışavurumudur. Marx’ın “kapitalist üretim ilişkilerinin yarattığı yabancılaşma” dediği olgu, artık kültürel bir biçim almış durumda: Yoksul, göçmen, mülteci hepsi “tehdit estetiği”ne indirgeniyor.

Rosa Luxemburg’un “Ya sosyalizm ya barbarlık” uyarısı, tam da bu tarihsel noktada yeniden anlam kazanıyor. Çünkü Avrupa demokrasileri, otoriter rejimlerle yaptıkları ticari ve diplomatik anlaşmalarla, kendi içlerindeki barbarlığı yeniden üretiyor. Erdoğan’la pazarlık, yalnız Türkiye’yi değil, Avrupa’nın da ahlaki temelini çürütüyor.

Emperyalizmin Yeni Biçimi: Göç Yönetimi

Lenin’in “Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” eserinde tanımladığı gibi, sermayenin dışa taşan biçimleri yalnız ekonomik değil, politik nitelik de taşır. Bugünün Avrupa-Türkiye ilişkisi tam olarak bu tarifin güncel hâlidir: Avrupa sermayesi Türkiye’yi bir üretim ve tampon alanı olarak kullanmaktadır; Erdoğan rejimi ise bu bağımlılığı “milli irade” retoriğiyle meşrulaştırıyor.

Sığınmacılar, hem Avrupa’nın vicdanını hem Türkiye’nin demokrasisini rehin alan yeni bir jeopolitik para birimine dönüştü. Merz’in ziyareti bu pazarlığın diplomasideki sembolüdür.

Diasporanın Çıkmazı ve Solun Sessizliği

Batı’daki Türkiye kökenli sol ve demokrat çevreler, dijital mecralarda güçlü bir dayanışma dili geliştirse de, gerçek siyasal baskı kapasitesine dönüşemiyor. Bu, kısmen Avrupa solunun tarihsel kriziyle ilgilidir. 1968 kuşağının devrimci enerjisi, neoliberal Avrupa’da kültürel kimlik siyasetine indirgenmiş durumda.

Gramsci’nin “organik entelektüel” kavramını hatırlayalım: Devrimci düşünce, yalnızca eleştirmekle değil, örgütlenmekle anlam kazanır. Diaspora bu noktada, entelektüel öfkesini örgütsel bir güce dönüştüremiyor.

Sonuç: Sessizlik de Bir Tavırdır

İmamoğlu’nun maruz kaldığı baskılar, yalnız Türkiye’nin iç meselesi değildir. Bu, aynı zamanda Avrupa’nın kendi sınıf çıkarları uğruna otoriterliğe göz yummasının hikâyesidir.

Batı’nın “insan hakları” söylemi, sınır kapılarında ve mülteci kamplarında sessizliğe gömülüyor.

Bu nedenle mesele yalnız Erdoğan’ın otoriterliği değil, kapitalist dünyanın ikiyüzlülüğüdür.

Rosa Luxemburg’un sözleriyle bitirelim:

“Özgürlük her zaman, farklı düşünenin özgürlüğüdür.”

Türkiye’de bu özgürlük bastırılırken, Avrupa’da sessiz kalan herkes tarih karşısında aynı suça ortaktır.