Merz’in Ankara seferi gerçek ortaklık mı, eski hesapların devamı mı?

Almanya Başbakanı Friedrich Merz’in Ankara’ya yaptığı ilk ziyaret, “stratejik ortaklık” söylemleriyle süslense de, gerçekte tarihten miras kalan çıkar odaklı bir ilişkinin yeniden teyidinden başka bir şey değildi.

Görüşmenin merkezinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’la yapılan ikili temaslar yer aldı; ancak Türkiye’de hapishanelerde tutulan muhaliflerle Ekrem İmamoğlu’ndan Selahattin Demirtaş’a kadar herhangi bir buluşma planlanmadı.

Merz, insan hakları konularını gündeme getirmemeyi adeta diplomatik nezaketin bir gereği saydı. Ne de olsa Almanya ve genel olarak Batı, Türkiye’yi NATO’nun doğu sınırının muhafızı ve İslam dünyasına açılan “Truva atı” olarak görmeye devam ediyor.

Batı’nın beklentisi açık: Erdoğan yönetimi, Hamas üzerindeki etkisini kullanarak Ortadoğu’da denge rolü oynasın; buna karşılık Avrupa, Türkiye’ye hem siyasi meşruiyet hem ekonomik rahatlama sağlasın. Almanya açısından ise daha somut bir beklenti var: Merz, reddedilen sığınmacıların “daha hızlı” biçimde Türkiye’ye geri gönderilmesi için kapıları araladı. İnsan hakları ihlalleri bu tabloda bir “ayrıntı”dan ibaret kaldı.

Haftanın başında Ankara’ya uğrayan İngiltere Başbakanı Keir Starmer, Türkiye’ye 20 Eurofighter savaş uçağının satışını öngören milyar dolarlık anlaşmayı imzalamıştı. Bu satışın yolu, Almanya’nın önceki blokajını kaldırmasıyla açıldı. Görünen o ki Merz, askeri işbirliğini derinleştirmeye ve yeni silah projelerine de onay vermeye hazır.

Merz’in “ilişkileri yeniden gerçek bir stratejik ortaklığa dönüştürme” vaadi, aslında yüz elli yılı aşkın süredir süren bir silah kardeşliğinin yeni bir perdesi. Bu hikâyenin kökleri, Alman İmparatorluğu’nun “güneşte bir yer edinme” hevesiyle başlattığı Bağdat Demiryolu projesine kadar uzanıyor. Birinci Dünya Savaşı’ndaki askeri ittifak, Ermeni Soykırımı’nın gölgesinde “tarihi dostluk” olarak anıldı. Bugün NATO şemsiyesi altındaki bu ortaklık, demokrasiden ve insan haklarından çok, jeopolitik çıkarların sürdürülebilirliğini hedefliyor.

Merz, belki de seleflerinden daha dürüst: Almanya’nın Türkiye’yle kurduğu bu “çıkar eksenli dostluğu” gizleme gereği bile duymuyor.

Erdoğan ise içerideki seçmenini tatmin edecek dinî ve milliyetçi söylemlerle yetindi. Göçmen meselesinde ise ne Almanya’dan gerçek bir eleştiri geldi ne de Türkiye tarafından samimi bir cevap. Merz’in “göçmenler şehirlerimizin yüzünü değiştirdi” sözleri, Türk tarafından duymazdan gelindi; Erdoğan için önemli olan, kendi tabanına “dik duran lider” görüntüsünü sunmaktı.

Ziyaretin magazin kısmında ise başka bir sembol ön plana çıkarıldı: Merz’in çantasını kendi taşıdığı görüntü. Alman medyasında “sadelik” ve “eşitlik” mesajı olarak sunulan bu kare, Türkiye’de erkek egemen kültüre ince bir mesaj gibi servis edildi. Ancak bu jestin, Ankara’nın beton gerçekleri içinde ne kadar karşılık bulduğu tartışmalı. Çünkü hem Alman hem Türk tarafı, kadınları protokolde figüran rolüne sıkıştırmaktan öteye geçemedi.

Sonuçta iki pragmatik devlet, kendi çıkarları doğrultusunda içeride kırbaç, dışarıda şeker dağıttı.

Merz’in diplomatik bagajında insan hakları yoktu; Erdoğan’ın ise demokrasiye dair tek bir cümlesi.

İki lider, farklı dillerde aynı cümleyi kurdu: “Çıkarlar konuşur, vicdan susar.”