Türkiye’nin siyasal gündeminde laiklik tartışmaları, otoriterleşmenin derinleşmesi ve iktidarın ile ana muhalefetin krizleri birbirine zincirlenmiş halde ilerliyor. Aynı zamanda 2018 yılından bugüne ekonomik kriz derinleşerek devam ediyor. Yani sistem krizli bir şekilde yol almaya çalışırken, bu bağlamda “komünistler” ile “cumhuriyetçiler” arasındaki tarihsel ayrım ve olası kesişim alanları yeniden önem kazandı.
Cumhuriyetçiler için laiklik, Cumhuriyet’in kurucu sütunudur. Bugün iktidarın din temelli toplumsal mühendisliği karşısında bu sütunun hızla aşındığı ortada. Eğitimden yargıya, sosyal politikalardan kültürel yaşama kadar her alanda dinselleştirme yalnızca siyasal İslamcı bir iktidarın tercihleri değil, aynı zamanda sermayenin ihtiyaçlarıyla da birleşmiş bir proje olarak karşımızda duruyor. Bu noktada cumhuriyetçiler “laiklik” ekseninde savunmaya geçerken, komünistler daha ileri bir iddia ortaya koyuyor: Laikliğin kalıcı olabilmesi için sadece siyasal iktidarın değil, kapitalist düzenin de sorgulanması gerekir. Çünkü sermaye, dini yalnızca ideolojik hegemonya aracı değil, aynı zamanda ucuz emek rejiminin meşrulaştırıcısı olarak da kullanıyor.
Otoriterleşme, bu düzenin ikinci ayağıdır. Cumhuriyetçiler bunu anayasal-demokratik çerçevenin çöküşü olarak okurken; komünistler ise sınıf mücadelesinin bastırılmasıyla doğrudan ilişkilendiriyor. Sendikaların etkisizleştirilmesi, işçi grevlerinin yasaklanması, muhalif basının susturulması yalnızca “otoriterleşme” değil, aynı zamanda sermayenin çıkarlarının korunmasıdır. Dolayısıyla komünist bakış açısı, bu rejimin yalnızca siyasal değil, ekonomik temellerini de hedef alır.
Muhalefet krizine gelince… Cumhuriyetçi muhalefet, iktidarın yarattığı dinselleşmeye ve otoriterleşmeye karşı tutarlı bir cephe açmakta zorlanıyor. Bunun nedeni, sermaye düzeniyle uzlaşma arayışıdır. Bir yandan laiklik savunusu yapılırken, öte yandan sermayenin çıkarlarını zedelememek için işçi sınıfının taleplerine mesafeli duruluyor. Bu ikircikli tutum muhalefeti etkisizleştiriyor. Komünistler ise tam da bu boşluğa dikkat çekiyor: Laiklik, demokrasi ve özgürlükler ancak işçi sınıfının örgütlü mücadelesiyle güvence altına alınabilir.
Bugün Türkiye’de cumhuriyetçilerle komünistlerin yolları bir kez daha kesişebilir. Laikliğin, özgürlüklerin, hatta en temel yurttaşlık haklarının savunusu ortak bir zemin yaratabilir. Ama asıl ayrım burada belirginleşir: Cumhuriyetçiler burjuva düzen içinde bir “normalleşme” ararken, komünistler köklü bir dönüşümün zorunluluğunu hatırlatır.
Sonuçta mesele şudur: Cumhuriyet’i savunmak için emekçi halkı hesaba katmayan, sermayenin sınırları içinde kalan bir muhalefet bugünkü otoriter düzene karşı gerçek bir alternatif sunamaz. Komünistler bu gerçeği ısrarla dillendiriyor. Cumhuriyet’in kazanımlarını geleceğe taşımanın yolu, onu emeğin iktidarıyla taçlandırmaktan geçiyor.