Günümüz kapitalist-emperyalist toplumda kadın erkek ilişkisi, aile birliği ve bu birliğin yıkımının nedenleri ile çocuk üzerindeki etkileri.
Ailenin Çözülüşü ve Toplumsal Yansımaları
Toplumun en küçük örgütlenme biçimi olan aile, insanın aidiyet duygusunun, sevginin ve dayanışma bilincinin ilk filizlendiği yerdir. Ancak günümüz kapitalist–emperyalist düzeninde aile kurumu ciddi bir çözülme sürecindedir. Bu çözülüş yalnızca bireyler arasındaki duygusal kopuşu değil, aynı zamanda toplumsal dokunun da zayıflamasını beraberinde getirmektedir.
Bu süreçte aile, bir sığınak olmaktan çıkıp çatışmaların, yabancılaşmanın ve duygusal yalnızlığın merkezine dönüşmüştür.
Kapitalist toplum dahil, insanı sömüren tüm toplumsal yapılarda aile olgusu; soyun devamı ya da ortak yaşamın doğal merkezi olmaktan çıkarılmış, sistemin sürdürülebilirliğini sağlayacak bir “çalışan–köle” üretim merkezine indirgenmiştir. Her ailede dünyaya gelen çocuk artık sevgiyle büyüyen bir insan değil; sömürü düzeninin devamını sağlayacak bir iş gücü unsuru, yani üretim çarkına eklenecek bir dişli olarak görülmektedir.
Böylece aile, insani değerlerin beslendiği bir kök olmaktan ziyade, sistemin ekonomik ve ideolojik yeniden üretim alanına dönüşmüştür.
Kadının Ekonomik Bağımsızlığı ve Yabancılaşma
Kadının ekonomik olarak bağımsızlaşması, tarihsel açıdan önemli bir özgürleşme adımı olsa da modern sistem bu dengeyi bozarak kadın ve erkek arasındaki ilişkiyi bir güç mücadelesine dönüştürmüştür. Bu durum, kadında zaman zaman bir “güç zehirlenmesi” yaratarak ilişkilerde “sana ihtiyacım kalmadı” biçiminde bilinçaltı bir mesafe oluşturmuştur.
Oysa aile birliği, ihtiyaçtan çok birlikte var olma bilinci üzerine kuruludur. Ekonomik bağımsızlık kopuşu değil, dayanışmayı güçlendirmesi gereken bir olguyken; modern sistem bu dengeyi bozarak kadın–erkek arasındaki çelişki ve çatışmayı körüklemiş, aile birliğini zayıflatan bir unsura dönüşmüştür.
Erkeğin Kimlik ve Otorite Kaybı
Bu süreçte erkek de kendi kimliğinde derin bir sarsıntı yaşamıştır. Tarihsel olarak “koruyucu, sağlayıcı” rolüyle tanımlanan erkek figürü, modern sistemin dönüşümüyle birlikte bu kimliğini yeniden tanımlamak zorunda kalmıştır. Ancak bu geçiş süreci sağlıklı yürümemiş; erkeğin yaşadığı kimlik ve otorite kaybı derin bir duygusal ve psikolojik yıkım yaratmıştır.
Bunun sonucunda sevginin ve saygının anlamını yitirdiği bir noktaya gelinmiş, insanlar aynı çatı altında birbirine sadece tahammül eden bireyler hâline dönüşmüştür. Tahammülün bittiği yerde ise aile birliğinin yıkımı kaçınılmaz olur.
Kadın ve Erkek Arasındaki Rollerde Belirsizlik ve Yarattığı Kaos
Modern yaşam, kadın ve erkeğin toplumsal rollerini iç içe geçirerek doğal dengeyi bozmuştur.
Kadın ekonomik özgürlük kazanırken duygusal alanında yabancılaşmış; erkek ise toplumsal konumunu koruma çabası içinde derin kırılmalar yaşamıştır.
Bu karışıklık, aile içinde rollerin bulanıklaşmasına; otorite ve sorumluluk alanlarının netliğini yitirmesine yol açmıştır. Kadın ve erkeğin rollerinin birbirine karışması aile içinde bir kaos ortamı yaratmış; huzurun yerini gerilim almıştır.
Oysa aile birliğinin sağlıklı bir şekilde sürdürülebilmesi, rollerin üstünlüğüyle değil; rollerin uyumuyla mümkündür.
Çocuğun Rolü ve Aile Bağının Gerçek Anlamı
İki insan evlenir, karı koca olur; her şey olur ama hâlâ “aile” değildir. Aile kavramı, çocukla birlikte can bulur; ete kemiğe bürünür.
Çocuk, aile olmanın en somut biçimidir — çünkü sevgi, sorumluluk ve bağlılık artık sadece iki birey arasında değil, yeni bir yaşam üzerinden anlam kazanır.
Aile içi huzur ve denge, çocuğun duygusal dünyasını doğrudan şekillendirir. Huzurlu bir aile birliğinde çocuk sosyal diyalektiğe uygun biçimde büyür; düşünsel ve duygusal kimyası sağlıklı gelişir.
Ancak çatışmaların, kopuşların ve sevgisizliğin hâkim olduğu bir aile ortamında çocuk, “sevgi, sevmek, sevilmek” gibi temel kavramların anlamını tam olarak öğrenemez. Bu da ilerleyen yaşlarda çevresine karşı sevgisizlikle tepki veren, duygusal olarak eksik bireyler yaratır.
Sevgiyle yoğrulmuş bir çocuk gelecekte daha vicdanlı ve adaletli bir dünyanın temsilcisi olur. Sevgisizlikle büyüyen çocuk ise hem kendine hem topluma yabancılaşarak toplumsal dokuyu zedeleyen bir unsur hâline gelir.
Aile Kurumunun Yeniden İnşası ve İnsani Değerlere Dönüş
Aile, yalnızca birlikte yaşamanın değil; birbirini anlamanın, paylaşmanın ve insan olma bilincinin en temel alanıdır. Modern çağın tüketen, rekabeti kutsayan ve bireyi yalnızlaştıran düzeni içinde aile öz anlamını yitirmiştir.
Bugün yeniden aile olabilmek; aynı çatı altında yaşamak değil, aynı bilinçte buluşabilmek, birbirinin ruhunu hissedebilmektir.
Ailenin Ruhunu Yeniden Kurmak
Aileyi yeniden inşa etmek; ekonomik, kültürel ve geleneksel değerleri yeniden kodlamak, insani ruhu yeniden canlandırmak meselesidir. Sevginin, saygının, merhametin ve vicdanın unutulduğu bir toplumda hiçbir aile yapısı kalıcı olamaz.
Gerçek bir aile birliği, bireylerin birbirine sahip olma arzusundan değil; birbirini anlama ve tamamlayabilme bilincinden doğar.
Ailenin yeniden anlam bulabilmesi için kadın ve erkeğin birbirine üstünlük kurmaya çalışan iki taraf değil; aynı bütünün iki bilinçli parçası olduğunu fark etmesi gerekir. Bu farkındalık rekabeti değil, dengeyi doğurur. Denge ise aileyi ayakta tutan görünmez bağdır.
Sevgi Bir Duygu Değil; Bir Sorumluluktur
Sevgi, tüketilen geçici bir duygu değil; korunması gereken bir sorumluluk olarak görülmelidir. Aileyi yeniden inşa edecek olan, duyguların geçiciliği değil; sevginin eyleme dönüşmüş hâli olan sorumluluk bilincidir. Birbirine karşı sorumluluk duymayan bireyler aile olamaz; sadece aynı mekânı paylaşan yabancılardır.
Çocuğa Karşı Ahlaki Sorumluluk
Bir çocuk aile içinde yalnızca büyümez; insan olmayı öğrenir. Bu nedenle her ebeveynin, çocuğun ruhuna işleyen her davranışın topluma yansıyacağını bilmesi gerekir. Sevgiyle büyütülen çocuk sevgiyle yaşar; korkuyla büyüyen çocuk korku üretir. Ailenin yeniden inşası, yalnız bugünün değil yarının insanını da şekillendirmektir.
Toplumsal Dönüşümün Temeli
Hiçbir toplumsal dönüşüm aile kurumundaki dönüşümden bağımsız değildir. Aile yeniden değer kazanmadıkça toplum da insani değerlerine dönemez.
Gerçek değişim, aile kurumunu yozlaştıran sistemin değişmesi ve insanın yeniden insanlaşmasıyla mümkündür.
Bu insanlaşma süreci ise evde başlar: bir annenin bakışında, bir babanın şefkatinde, bir çocuğun gülümsemesinde vücut bulur.
Sonuç
Aile kurumunun yeniden inşası eskiye dönmek değil; insani özün unutulmuş yanlarını hatırlamaktır. Bu öz; sevginin gücünde, vicdanın sesinde ve dayanışmanın sıcaklığında gizlidir. İnsan, aile içinde yeniden insan olmayı başarırsa toplum da kendi ruhunu onarabilir.