Jeostratejik değişimlerin gösterdikleri



Son on gün içerisindeki bazı gelişmeler, ABD’nin dış politikasında – Türkiye’yi de etkileyecek olan – yönelim değişikliğinin nasıl bir ivme kazanmış olduğunu gösterdi. ABD dış politikasını yakından tanıyanlar için pek de sürpriz olmayan bu değişim, iki yıl önce Hillary Clinton tarafından ilân edilmişti.

Yönelim değişikliğine değinmeden önce şu üç gelişmeye bakmak gerekiyor: ABD, Britanya, Fransa, Rusya, Çin ve Almanya’dan oluşan »5+1« grubu İran ile nükleer programı konusunda, kimi gözlemcinin »tarihsel« diye nitelendirdiği bir anlaşma yaptı. Bu anlaşma sayesinde ABD ile İran’ın olası yakınlaşmasının kolaylaştığı rahatlıkla söylenebilir. Beklenildiği gibi, başta İsrail olmak üzere kimi bölge ülkesi ve ABD’li »şahinler« anlaşmaya sert bir şekilde karşı çıktılar ve Obama’yı »zayıf davranmakla« suçladılar.

Anlaşmanın açıklanmasından sadece iki gün sonra ABD yönetimi, Çin’in yeni »Hava Savunması İdentifikasyon Bölgesi« olarak ilân ettiği hava sahasına iki B-52 bombardıman uçağı göndererek, Çin’in tek yanlı aldığı bu kararı tanımadığını ve bölgedeki »stratejik partnerlerini« yalnız bırakmayacağı sinyalini verdi – B-52’lerin savaş kapasitesi göz önünde tutulursa, hiç yanlış anlaşılamayacak bir sinyal.

Ve aynı günlerde Obama’nın Ulusal Güvenlik Danışmanı Susan Rice Afganistan devlet başkanı Hamid Karsai’yi ziyaretinde, Karsai’nin hazırlanan uzun vadeli »Güvenlik Antlaşmasını« imzalamaması durumda, ABD’nin Afganistan’ı 2014’den itibaren »yalnız bırakacağını« açıkladı. Şantajın ne kadar etkili olacağını vurgulamaya gerek yoktur herhalde.

Bu, birbirlerinden bağımsızmış gibi görünen üç gelişme, Hillary Clinton zamanında pek inandırıcı görünmeyen yönelim değişikliğinin gerçekleşmekte olduğuna işaret etmektedir. Görüldüğü kadarıyla Obama yönetimi askerî kaynaklarını Ortadoğu’dan Pasifik Okyanusu’na kaydırmakta kararlı. Nitekim bu adım hem Ortadoğu dengelerini, hem de son derece karmaşık ilişkiler yumağı hâline gelmiş olan Uzakdoğu – Pasifik bölgesini yakından etkileyecek.

Türkiye açısından belirleyici olan Ortadoğu’dur elbette. ABD, 1979 İran Devrimi’nden bu yana İsrail ile Körfez despotlarına yönelik desteğini artırmıştı – hatta ABD’nin bölgedeki »istikrar« çıkarlarına ters düşen siyasetlerine, yani İsrail’in yeni yerleşim bölgeleri siyaseti ile Suudilerin saldırgan Vahabizm-İhracatına rağmen. ABD’nin bu desteği sayesinde bölgedeki güç dengeleri hep İsrail ve sünni despotlar lehine gelişmekteydi.

İsrail ve Suudi Arabistan, 80 milyonu aşkın nüfusa, zengin petrol ve doğal gaz kaynaklarına sahip, imparatorluk devleti deneyimine sahip olan İran’ın nükleer programına izin verilmesi ve ABD’ne yakınlaşması durumunda, bölgedeki hiç bir devlette olmayan bir güç potansiyeline sahip olacağından çekinmekteler. Bu nedenle Molla Rejiminin baskıyla zayıflatılması gerektiğini savunuyorlar.

Ancak makul bir siyaset izleyen İran’ın, muhtemelen değiştirilecek bir bölgesel güvenlik konsepti çerçevesinde ABD’ne yakınlaşması, ABD’nin hem bölgesel, hem de küresel jeostratejik çıkarları ile örtüşmektedir. Bir kere böylesi bir yakınlaşma, ABD’nin bir kez daha Müslüman bir ülke ile – içerisinden nasıl çıkılacağı bilinemeyen – bir askerî ihtilafa düşmesini engelleyecektir. Bununla birlikte bütün Ortadoğu’yu yangın yerine çevirecek olan Sünni-Şii-çatışmasının aşılmasına yardımcı olacaktır. Çünkü bu çatışma, ABD’nin güçlerini Pasifik’e çekme stratejisi için büyük bir tehlike arz etmektedir.

ABD son bir yıl içerisinde Suriye’deki Esad Rejimi’nin beklenildiği gibi içerden yıkılamayacağını kabul etmiş durumda. Aynı zamanda Esad Rejimine karşı konuşlandırılan İslamist güçlerin ise giderek daha büyük bir tehlike oluşturmaya başladıklarını ve bu çerçevede Avrupa’lı partnerlerinin benzer kaygıları taşıdıklarını da görmekte. Sonuç itibariyle ABD yönetimi bölgedeki istikrarı sağlamak için, tüm izolasyonuna ve zayıflatılan ekonomisine rağmen İran ile işbirliğine girmesinin kaçınılmaz olduğuna kanaat getirdi denilebilir. Bu açıdan son haftalarda Türkiye’nin çok hızlı bir biçimde İran ile ilişkilerini yeniden yakınlaşma üzerine kurması bir tesadüf değil.

Tüm bu gelişmeler Türkiye’nin merkezinde bulunduğu bölgede farklı ve yeni ittifaklar ile güç dengelerinde değişimlerin olabileceğine işaret etmektedir. Bu değişimler kuşkusuz doğrudan Türkiye’nin politikalarını belirleyecektir. Şu anda yerel seçim atmosferine girmiş olan Türkiye’de kitlesel Kürt hareketi ve sol güçler gözlerini önlerindeki tabaktan kaldırmak ve etrafa bakmak görevi ile karşı karşıyadırlar. Aksi takdirde yapılan bütün hesaplar geçersiz kalacaktır.

7 Aralık 2013