İyi ki varsın, Cengiz ağabey![1]

“Hepimiz bir çeşit bilinçli bilinçsizlik

bir çeşit körlük geliştirmezsek,

toplum içinde yaşamaya

tahammül edemeyebiliriz.”[2]

Geçenlerde uğradık… Cengiz Gündoğdu ilerleyen yaşına, zayıflayan gözlerine, yaşıyla birlikte yol alan sağlık sorunlarına karşın, durmaksızın sorular üreten, yanıtlar arayan pırıl pırıl beyni, tükenmeyen azmiyle karşıladı bizi. Çalışma masasının üzerinde yığılı tekrar tekrar okunmaktan eskimiş kitaplar, ama daha da önemlisi, “Bu Marx’tan aldığım notlar; bu da Lenin’inki” diye gösterdiği, şimdilerde daktiloya geçmekte olduğu iki dopdolu, eprimiş defter…

“Bilinç sorunu üzerine kafa yoruyorum şu sıralar,” dedi mealen, çocuksu heyecanıyla. “Bilinç bilmenin, bilginin çok ötesinde bir şey. Bir kez yerleşti mi kolay değişmiyor. Çocuk dünyanın düz olduğuna dair (yanlış) bir bilinç edinmişse bir kez, iyi not almak için sınav kağıdına sizin dediğinizi yazıyor, ama görüşünü değiştirmiyor…”

Sonra son kitabını uzattı bize: “Tarih Boyunca Toplumsal Bilinç”…[3]

“Bilinç” sorunu Cengiz Ağabey’in kafasını epeydir meşgul ediyor. Nasıl edinildiği, nasıl yerleşikleştiği, nasıl değiştiği, neden değişmekte bu kadar zorlandığı…

“Tarih Boyunca Toplumsal Bilinç” bu uğraşın ürünlerinden biri. Sorusuna en yaklaşan saptamasını da bu yapıtta yapıyor: “Bilinç ele avuca sığmaz bir yeti. Bilinç yalın değil. Din… felsefe… estetik… ahlâk… dünya görüşü. Bilinç içeriğini oluşturuyor.” (s.12)

Bir başka deyişle “bilinç”in tekil bir unsur değil, birbiriyle uyarlı alanlardan/unsurlardan oluşan bir örüntü olduğunu söylüyor Cengiz Gündoğdu. Bu haliyle insanın “bilme” isteğinin değil, “anlamlandırma” gereksiniminin bir ürünü. “Anlamlandırma” faaliyeti ise, karmaşık bir iktisadi-siyasal, tarihsel-toplumsal ya da özcesi, sınıfsal bağlam üzerine yerleşiyor. Yöneten-yönetilen ikilemi ortaya çıktığından ya da sınıflı toplum(lar) biçimlendiğinden beri, eşitlerden oluşan bir kolektivitenin doğal ve toplumsal yaşam içerisinde yolunu bulma, uygun duyuş-düşünüş davranışları geliştirme güdüsünün değil, yöneten-yönetilen ilişkilerinin gelişiminin buyrultuları doğrultusunda biçimlenmiş. Yani “ideolojik”… Cengiz Gündoğdu bu durumu Alâeddin Şenel’in sözleriyle saptıyor: “Bir düşünüşe ‘ideolojik’ etiketini takabilmenin ölçütü, doğru ya da yanlış olması değil, belirli bir sınıfın bakış açısının ürünü olup olmamasıdır.” (s.17)

Cengiz Gündoğdu, toplumsal varlık ile toplumsal bilincin, bir başka deyişle insan toplumlarının yaşam gereksinimlerini üretiş tarzı ile hayatı anlamlandırma tarzı arasındaki ilişkiyi Karl Marx ile Friedrich Engels’e dayandırarak saptamanın ardından, Sümerler’den başlayarak, toplumsal bilincin, yani “din, felsefe, estetik, ahlâk ve dünya görüşü”nin serbest nazım bir tarihçesini özetliyor bizlere. Hayır, yaptığı bir “düşünce (ya da felsefe) tarihi” değil. Bu tarihin, ona hükmeden sınıfsal ilişkilerle bağlantılarını araştırıyor.

Böylelikle örneğin, “yeri düz, yassı bir disk olarak, göğü de üstten ve alttan kubbe biçiminde katı bir yüzeyle örtülü çukur bir yer olarak düşün”en (s.15) tarihin ilk sınıflı toplumu Sümerlerin (daha doğrusu Sümerli filozofların) neden “bütün Yakın Doğu’da doğma haline gelen bir öğreti” yani “yaratıcı tanrının bütün yapması gereken”in, “bir plan yapmak, sözcüğü söylemek ve adını koymak”tan ibaret olduğunu savlayan “tanrısal sözün yaratıcı gücü” (s.16) öğretisini geliştirdiklerini anlamak, mümkün hale geliyor. Bir kubbenin sarmaladığı disk imgelemi herhangi bir “kutsal”a zorunlu bir gönderme içermese de, Sümer toplumunun egemen sınıfının kopartılmaz bir parçası olan rahipler, bu “kubbe ve disk”i tanrısal bir iradeye tabi kılmışlardı: kralların imgesinde biçimlenmiş, iradeleri hemen ve tartışmasız bir biçimde yerine getirilmesi gereken tanrılar…

Din, hele ki “tanrı” düşüncesi, bu bakımdan toplumsal bilincin yönetileni yönetene tabi kılan kullanışlı bir bileşeni. “İnsan midesi bayat, kokmuş yiyeceklere tepki gösterir. İnsan beyni, yanlışa tepki göstermez,” (s.18) diyor Cengiz Gündoğdu.

Yine sınıflı (ve devletli) bir toplum olan Hititler, insan (kral) biçimli tanrılar hiyerarşisi tasarlayarak bir ruhban eliyle uyrukları bu hiyerarşiye tabi kılma uğraşını sürdürmüştür.

Gündoğdu, bu modelin Antik Yunan’da da tekrarlandığına dikkat çeker. Torağın servetin temel kaynağı olduğu ve ruhbanla iç içe geçmiş toprak sahibi bir soylu sınıfının köle ya da “özgür” emekçilere dayatılan angaryalar aracılığıyla hükümranlığını sürdürdüğü kadim toplumlarda, mitoslar ruhban eliyle düzenlenip standardize ve kanonize edilerek sömürü ve tahakkümü sürdürme işlevini sürdürmekteydi.

Antik toplumlar dünyayı ve evreni nasıl tahayyül ederlerse etsinler, tanrılarını krallar kadar kaprisli, “fikirlerini değiştiren, politik anlaşmalar yapan, kabile kriterlerine göre favori halklar seçen, mali haraçlar talep eden… başka bir deyişle tam olarak tapınılmak isteyen krallar gibi davranan” insan-biçimliler olarak kurguluyorlardı; temsilcileri ise “tesadüfen” krallar gibi yaşayan, altın saraylara, lüks kıyafetlere, tebaalarının yaşamı ve ölümü üzerinde mutlak güce sahip” kimselerdi.[4]

Ancak bu ilişki, Antik Yunan’da bir noktada kırılmaya uğrayacaktır: “M.Ö. 6. yüzyılda Milet’te yeni bir sınıf ortaya çıktı, ticaret burjuvazisi.” (s.23) Prof. Özgüç Güven’in deyişiyle, “Yüksek ticaret kapasitesi Miletos’ta tekstil ve yün ticaretinden zenginleşen bir sınıf olarak plutocratların ortaya çıkmasına yol açar. Buradaki zengin sınıf ploutis olarak anılır. (…) Ticaret yoluyla elde edilen varsıllık, iktidarın bölüşülmesine ve konuşma ortamının doğmasına yol açar.” (s.24) Böylece yükselen yeni sınıf, ticaret burjuvazisi ya da plütokrasi, aristokratlara (ve dahi onların dayattığı toplumsal bilince) meydan okuyarak iktidardan pay isteyecekti.

Kendini mitolojiden ayırt eden ve tanrıların hükümranlığına meydan okuyan felsefe, bu ortamda doğmuştur ve sınıflar savaşımının çocuğudur.

Hiç kuşku yok ki bütün antik Yunan filozoflar yükselen ticaret burjuvazisinin ideologluğuna soyunmuş değildir. Yeni burjuvaziyle aristokrasi arasındaki kıran kırana mücadelede, aristokratların yanında saf tutan pek çok filozof vardır; idealist filozoflar. Ama önemli olan tartışmanın artık ruhbanın tekelindeki tanrısal düzlemden (“Tanrılar böyle istiyor”) çıkıp, dünyevî/ akılcı bir düzleme yerleşmiş olmasıdır. Miletos’lu maddeci filozoflar, yaratıcı/ yönetici tanrı(lar) tasavvuruna meydan okuyarak ilk maddenin ne olabileceğini, evrenin nasıl oluştuğunu tartışıyor, astronomi, fizik, meteoroloji, toplumbilim (öz. Sofistler) konusunda eserler veriyor, yaratıcı, düzenleyici tanrı(lar) fikrini yerden yere vurup mitos ve tanrıların insan kurguları olduğunu öne sürüyorlardı.

Antik Yunan “Aydınlanma”sı, uzun ömürlü olmadı. Antik Çağı sona erdiren Barbar istilaları, kentleri tarumar edip sanayi ve ticaret yaşamına son verdi; Avrupa neredeyse bütünüyle kırsala geriledi. Ortaçağ’ın hâkim toplumsal bilinci, böylelikle toprak sahibi feodal sınıfa yaslanan, evrenin “ne”den oluştuğu sorusuyla uğraşmayı bir kenara bırakıp, Tanrı’nın vasıfları üzerine yoğunlaşan idealist bir felsefe anlayışına dayalı Hıristiyanlıktı.

Ortaçağ’dan çıkış, sömürgeciliğe dayanarak yükselen (merkantil) bir burjuvazinin dümende olduğu bir devinimin sonucu olduğundan, Cengiz Gündoğdu’ya göre burjuvazinin oluşturduğu toplumsal bilinç, “hiçbir zaman doğruyu yansıtan bir bilinç olmayacaktır.” (s.39)

Gündoğdu, burjuvazinin tarihten aldığı derslerle, feodaliteye karşı mücadelesini dört yüzyıla yayarak dört farklı kanaldan yürütüp sonunda toprak sahibi sınıfın yaşamla bağlarını kopartmayı başardığını söylüyor. Bu dört alan, iktisat, felsefe, estetik ve bilimdir. İktisatta üretim araçlarından kopmuş, hayatta kalabilmek için işgücünü satmak zorunda olan “özgür” bir işçi sınıfı yaratarak onun ürettiği artı-değer üzerinden sermayesini katlayan bir burjuvaziyi dümene geçiren; felsefede Kilise skolastisizminin karşısına, tümellerin birer adlandırmadan ibaret olduğunu, dolayısıyla da tek gerçekliğin mevcut tekil varlıklar olduğunu öne süren nominalizm ile çıkan, böylelikle de skolastisizmin temellerini aşındıran; estetiğin her alanında feodal düzeni eleştiren yapıtları öne çıkartan ve nihayet bilimde büyük sıçramalar yaratırken bunları iktisadi-ticari faaliyetlerinin hizmetine koşan… burjuvazi, böylelikle feodal egemenlerin ayağının altındaki zemini kaydıracaktı…

Ama burjuvazi tarih sahnesine yalnız çıkmadı. Beraberinde kendi “mezar kazıcıları”nı, topraktan ve her türlü üretim aracından soyunmuş, hayatta kalabilmek için işgücünden başka hiçbir şeyi, dolayısıyla da “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi” olmayan proletaryayı da yükseltti. Ve bu yeni sınıf, geçmişteki sınıf mücadelelerinin (köle ayaklanmaları, köylü isyanları…) da deneyimiyle, insanca yaşam koşulları için direnişe geçti. “İnsanca yaşam koşulları” için iktidarı ele geçirmesi gerektiğini kavraması ise uzun sürmeyecekti… “Komünist Manifesto, tarihte ilk kez burjuva toplum bilincine karşı yazılmış bir belgedir,” diyor Cengiz Gündoğdu. Manifestoyla Marks’la Engels, proletaryayı tarih yapıcısı konumuna getirdiler.” (s.55)

Batı dünyasında toplumsal bilincin biçimleniş sürecini böylesi bir tarihsel arka planda irdelemenin ardından Gündoğdu, bakışını İslâm dünyasına çevirir. Muhammed Peygamber’in çağrısından Abbasilerin çöküşüne dek özetlediği tarihsel sürecin nasıl bir toplumsal bilinci biçimlendirdiğine eğilir.

Bilindiği üzere İslâm dünyasında, Muhammed sonrasında sahabe boğazlaşmalarıyla (Dört Halife devri) geçen bir sürecin ardından, İslâm coğrafyasında önce Emeviler ardından da Abbasiler egemenlik tesis eder. Gündoğdu’ya göre her iki imparatorluk da toprak mülkiyeti ve haraca dayalı bir egemen sınıf ile onun “yancı”sı ulemanın elinde biçimlenen bir toplumsal bilinç karakterize eder. Bu “bilinç”in asli özelliği, “Kadercilik”tir: “(Emevi halifelerinin-b.n.) meşruiyeti, yatay bir meşruiyet kaynağı olan toplumdan kazanmalarına imkân yoktu. Bu sebeple dikey meşruiyet kaynağı bulma yolunu seçtiler. (…) Sadece kendi iktidarlarının meşruluğunu değil, tüm Müslümanların yöneticilerinin meşruiyetini sağlayacak bir düşünce biçimi geliştirdiler. Bu teolojik yöntemin adı ‘kader öğretisi’dir. Böylece kader bütün olumsuzlukların faturasını Allah’a kesen bir öğretiye dönüştü. Bu öğreti hem zalime hem mazluma kurtuluş sağlıyordu. Kader zalim ile mazlumun birlikte yaşadığı sanal evin adıdır. Zalim zulmünün gerekçesini, mazlum da aczinin gerekçesini Emevi yönetimin geliştirdiği bu düşünce biçiminde buldu.” (Ahmet Akbulut’tan akt. s.61).

Kader öğretisi bundan böyle “özgür irade”yi savunan, rasyonalist ve eşitlikçi Mutezile yolunu izleyen bir avuç filozofun meydan okumasıyla karşı karşıya, her seferinde egemenlerin desteğini sağlayarak hükmünü sürdürecekti. Mabed el Cüheni (702) halife emriyle katledilecek, Gaylan el Dımışki’nin önce el ve ayakları, ardından kafası kesilecekti.

Abbasiler Emevi soyunu yıkıp kendi egemenliklerini tesis ettiğinde, Mutezile’ye bağlanan görüşler, bu öğretiye yakınlık duyan Halife Me’mun ve kısmen ardılı Mu’tasım döneminde serpilip gelişme olanağı bulacaktır. Me’mun’un Bağdat’ta kurdurduğu Beyt-ül Hikme, antik Yunan felsefesinin, İskenderiye gnostiklerinin, Mezopotamya, Hint bilgelerinin eserlerinin toplanıp Hıristiyan entelijensiya tarafından Arapça’ya çevrildiği, yeni düşüncelerin fışkırdığı bir köprü ve kavşak rolü üstlenir. Rasathaneler kurulur, matematikte, tıpta, coğrafyada, doğa bilimlerinde devasa atılımlar gerçekleşir. Orta Doğu Rönesansı başlamıştır. Işığın gözden neşrolmadığını, nesnelerden göze yansıdığını öne süren İbn Heysen, bilginin toplumsal olduğunu savunan El Kındi, dinsel düşünceye meydan okuyan El Sarahsi, vahiy müessesinin gereksizliğini ilan eden el Ravendi, eşitlikçi maddeci filozof el Razi[5], bilim ve deneyin savunucusu Farabi,[6] maddenin kendini yarattığı düşüncesine kapı açan İbn Sina… Bu mayalanmadan aldıkları esinle, sonradan Batı dünyasında Rönesans ve Reformasyon’un yolunu açacak öğretileri geliştirirler.

Ancak bu o kadar kolay olmayacak, Halife Me’mun’u izleyen halifeler, bu fikirlerde küfür ve zındıklıktan başka bir şey görmeyen ulema ve onun etkisi altında, “dini koruma” peşindeki halka karşı direnemeyerek bu filozof ve alimlerin seslerini bastırmak için ellerinden geleni artlarına koymayacaktı: filozoflar cezalandırıldı, katledildi, kitaplar, kütüphaneler ateşe verildi… Cengiz Gündoğdu’nun “felsefeyi… doğa bilimini… matematiği yadsıyan filozof” (s.79) olarak tanımladığı Gazali, bu saldırının ideolojik cephanesini sağlıyordu… Filozoflara kimse sahip çıkmadı. Zenc, Babek, Karmati vb. halk ayaklanmalarının Mutezile düşüncesi ile “tehlikeli” bağıntılarını sezen bir varlıklılar sınıfı, asla…

Bu koşullarda İslâm Rönesansı’nın son ışığı İbn Rüşd de sürgünden kurtaramayacaktır kendisini-bir caminin önünde sergilenip gelen geçenlerin yüzüne tükürmesi emrinden sonra…

Gündoğdu, bunun ardından Selçuklu, Anadolu Selçuklu ve Osmanlı toplumsal bilinci konusunu irdeliyor. Selçuklular konusundaki görüşü ilginç ve (Türklerin “devlet kuruculuğu” konusundaki resmi görüşe) aykırı: “Büyük Selçuklu Devleti’nin böyle kısa sürede altı devlete bölünmesinin ilk nedeni, Selçuklularda devlet kavramının oluşmaması. Bu nedenle baştaki kişi ölünce, çocuklar… yeğenler… amcalar… kadınlar hep birlikte erk kavgası başlıyor.” (s.96) Bu arada, tarihçilerin çoğunun “devlet aklı” olarak sunmaktan hoşlandıkları Nizamülmülk’ün[7] taht kavgalarına nasıl dahil olduğuna ilişkin anlatısı, çarpıcı… (ss.101-103)

Selçuklu’nun Anadolu’daki bakiyesi Anadolu Selçuklularının da taht kavgaları ve Türkmen köylüler ve gayrımüslim esnafın Babai ayaklanmasının yol açtığı zaaflı ortamda Moğol istilası karşısında dağılması sonrasında, sahne Osmanlı için hazırdı. Selçuklu’dan alınan ders, Osmanlı hanedanı için önemliydi; “devlet-i ebed müddet”in sürdürülmesi için başa geçen padişahın tahtta iddiada bulunabilecek kardeşlerini katletmesi vacipti… İmparatorluk, kardeş katlinin yanı sıra, yönetilenler nezdinde koyu bir dinsel taassubun (Sünnî İslâm) yaygınlaştırılması ve her türlü yeniliğin yasaklanmasıyla desteklenecektir. Bilim insanları, düşünürler, tereddütsüz katledilir: Lütfi Efendi, Molla Kasım, Şeyh İsmail Maşuki, Şeyh Hamza Bali, Nadajlı Abdurrahman… (s.117)

Batı’daki bilimsel, teknolojik gelişmelerle, burjuvazinin yükselişi ve merkezi devletlerin oluşumuyla, emperyalist girişimlerle baş edemeyen Osmanlı’yı çöküşten, Batı’nın kurumlarını ithal ederek ihya etmeye çalışan (ancak Gündoğdu’ya göre “Osmanlı’nın toplumsal bilincini değiştirmeye çalışma”yan (s.119) İttihat ve Terakki de kurtaramayacaktı…

Gündoğdu buradan, kısa bir Sovyet Devrimi parantezinin ardından Cumhuriyet dönemine geçiyor. “Cumhuriyet Aydınlanması” (kulluktan yurttaşlığa geçiş, aklın ve bilimin yüceltilmesi, laiklik, öğretim birliği…) ile “kalkınma yolu” olarak kapitalizmin benimsenmesi (İzmir İktisat Kongresi), bir “burjuva kültürü”nden yoksun, aferist bir burjuvazinin dümene geçişi (“Cumhuriyet’ten sonra işbirlikçiler, toprak ağaları, komisyoncular, üstleniciler Cumhuriyet Halk Fırkasını ele geçirdiler.” (s.136) arasındaki yaman çelişkinin çözümsüzlüğü, Gündoğdu’nun deyişiyle “devrimci küçük burjuvayla sosyalistlerin birleşerek savaşım veremeyişi” (s.137) Kemalist Aydınlanma’nın soluğunu kesen koşullardır, Ona göre…

Cengiz Gündoğdu, çalışmasının sonunu, Türkiye’de toplumsal bilinç biçimlerinin irdelemesine ayırmış. Bunları “Kemalist bilinç, dinsel bilinç, burjuva bilinci ve sosyalist bilinç” başlıkları altında topladıktan sonra, bu ülkede toplumsal bilincin başat unsurunun burjuva toplumsal bilinci olduğunu vurguluyor. Sanat alanında ödüller, star sistemi, dilin bir yanılsama aracına dönüştürülmesi, gerçekçi sanata karşı yürütülen savaşım gibi ideolojik müdahalelerle yerleşikleştirilen (ve günümüzde AKP eliyle İslâm ’la aşılanan) bu bilincin içeriğini ise şöyle veriyor:

- Tek değer ölçütü paradır.

- İnsan görüşü bireycidir. Gemisini kurtaran kaptandır.

- Bilgi görüşü, ben çıkarıma bakarım. Çıkarıma uyan doğrudur.

- Estetik hoşuma giden güzeldir.

- Felsefi görüşü kimin arabasına binsem onun düdüğünü çalarım. (s.153)

Cengiz Gündoğdu, aydınları “burjuvazinin us dışı, yanlış bilincine karşı” mücadeleye çağırıyor. Hayatın her alanında…

* * *

O, “Tarih Boyunca Toplumsal Bilinç” ile nicedir bizlere unutturulmaya çalışılan bir şeyi yapıyor: toplumsal bilincin üretim tarzı ve ondan kaynaklanan yönetim tarzıyla nasıl sıkı sıkıya bağlantılı olduğunu gösteriyor okura. Sosyal bilincin nasıl birbiriyle uyumlu[laştırılmış: bu uyumlulaştırma işlemi de egemen sınıf(lar)ın ideologlarının elinde gerçekleştirilmekte] alanlardan oluştuğunu, bu nedenle de değişmesinin zor olduğunu (“sosyal bilincin atalet yasası”), bu değişimin gerçekleştirilmesinde aydınlara önemli görevler düştüğünü sergiliyor. Üretim ilişkilerinde bir “devrim” gerçekleştiğinde, bu devrimin otomatik olarak sosyal bilinçte (yeni üretim ilişkileriyle uyarlı) bir değişime yol açmayacağını, özellikle sosyalist devrimin bilinç sorunlarına ilişkin kısa değerlendirmelerinde tartışıyor.

Ve nihayet, “sosyalizm çöktü, elveda proletarya, ‘post-truth’ çağına girdik”(!) vb. çığırtkanlıkları arasında, bizleri (toplum) bilimde, felsefede, estetikte yeniden gerçekçiliğe davet ediyor. Bu davete yanıt vermek, içinde yaşa(tıl)dığımız kapitalist çürüme ve kaos çağından çıkışın yolunu bulmamıza yardımcı olacaktır, kuşkusuz.

İyi ki varsın, Cengiz Ağabey; iyi ki varsınız İnsancıl ailesi…

1 Eylül 2025 17:15:31, Muğla-İstanbul

N O T L A R

[1] İnsancıl Dergisi, Yıl: 35, No:423, Ekim 2025…

[2] John Maxwell Coetzee, Düşman, çev Nihal Geyran Koldaş, Adam Yay., 1990.

[3] Cengiz Gündoğdu, Tarih Boyunca Toplumsal Bilinç, İnsancıl Yay., 2025, 191 sayfa.

[4] Bkz. Ergin Yıldızoğlu, “Bir gün Spinoza Sinagoga Girer…” Cumhuriyet, 18 Ağustos 2025. Yıldızoğlu’nun Spinoza’nın Kutsal Kitap’ın Tanrısı için söylediklerinden aktardıkları, Kutsal Kitap öncesi (çoktanrıcı) dinler için de geçerlidir: “O [tanrı(lar), b.n.], politik gücün insani yansımasıdır. Spinoza’nın keşfettiği şey sadece felsefi değildi, binlerce yıldır işleyen mükemmel bir sosyal mühendislik planıydı. Bir kontrol mimarı gibi düşünün. Ordular olmadan milyonlara nasıl egemen olursunuz? Onları nasıl gönüllü olarak sizin için çalıştırırsınız? Onların, onlara zarar verse bile sisteminizi savunmalarını nasıl sağlarsınız? Basit. Görünmez bir Tanrı (ya da tanrılar-b.n.) yaratın. Her zaman izleyen ama asla gözlenemeyen bir Tanrı. Din adamlarına hitaben devam etti: Sürekli yargılayan ancak yargı kriterleri sadece sizin tarafınızdan yorumlanabilen bir Tanrı. Koşullu seven bir Tanrı. O sadece din adamlarının belirlediği kurallara uyanları sever. Şiddetle cezalandıran bir Tanrı ve tesadüfen, onun adına cezaları uygulayan sizsiniz. Cömertçe ödüllendiren bir Tanrı ve ne tesadüf, bu ödüllerin nasıl dağıtılacağına karar veren, dağıtımı kontrol eden sizsiniz.” (Yıldızoğlu, a.y.)

[5] “Kur’an-ı Kerim’in icazını kabul etmeyerek daha iyi bir kitap yazmanın mümkün olduğunu, tıp, geometri, astronomi ve felsefe kitaplarının Kur’an’dan daha faydalı olduklarını iddia eder.” (Ahmet Yaşar Ocak’tan naklen, s.73)

[6] Bu kısa ömürlü Rönesans’ın ana figürlerinden Farabi, filozofun baskı ortamındaki yalnızlığını ve ruh durumunu şöyle anlatıyor bizlere: “Evime çekilerek şerefimi korumayı yeter buldum, ömrümü iki bardakla geçirdim ve işlerimi onlara havale ettim. U bardaklardan biri mürekkep, diğeri şarap doludur. Biriyle bilgeliği kaydeder, diğeriyle içimin sıkıntısını gideririm.” (Cemil Sena’dan naklen, s.74)

[7] Sanırız bu “hikmet”te Nizamülmülk’ün şu hükmünün payı büyüktür: “Hanefi ya da Şafii mezhebi dışındaki bir kimse ister Batıni, ister Rafızi, ister Yahudi ya da Zerdüşti olsun, yapacağı en iyi şey, yeryüzünde en azından nefes aldığına şükretmesidir.” (s.101)