EKİM DEVRİMİ: GEÇMİŞ DEĞİL, GELECEĞİN BUGÜNÜ[*]

“yumuşak ve derin

sesiyle Lenin:

‘dün erkendi, yarın geç

zaman tamam bugün,’ dedi.

yağlı çarklılarla yağlı işçiler:

‘bugün!’ dedi.”[1]

Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın, “Yeryüzünde en çok tartışılan bir sözcük varsa, o da sosyalizmdir,” vurgusuyla eklediği, “Tarihin yörüngesi, en ufak ikircikliğe yer bırakmayacak ölçüde işçi sınıfı’nın yörüngesine girmiştir,” saptamasına “itiraz eden” (güncellenmiş Ferdinand Lassalle’cı, Eduard Bernstein’cı, Karl Kautsky’ci) post-Marksist, post-modern, “sivil toplum”cu, radikal demokratların düşünülenden de fazla olduğu bir “Fetret Devri”nden geçiyoruz.

Ignazio Silone’nin, yoldaşı Palmiro Togliatti’ye söylediği gibi, “Nihai mücadele komünistler ile eski komünistler arasında olacak”ken; bir kez daha Ekim Devrimi’nin, geçmiş değil, geleceğin bugünü olduğunu anımsayıp/ anımsatmak çok önemdir.

Malûm: Ekim Devrimi tüm dünyanın işçi ve emekçileri için büyük bir kurtuluş ışığı olmakla kalmadı, aynı zamanda, işçi hareketi içindeki oportünist-reformist akımların ihanetçi doğasını da tüm çıplaklığıyla açığa çıkardı.

Marksist görüşler en kaba çarpıtmalardan geçirilip, devrimci özü boşaltılmış ve bu hâliyle II. Enternasyonal’in elinde işçi sınıfını uyutmanın ve aldatmanın bir aracı hâline gelmişti. Ekim Devrimi Marksizm-Leninizm’in devrimci doğasının altını kalın çizgilerle çizerek onun bir devrimci eylem kılavuzu olduğunu ve işçi sınıfının yegâne bilimsel dünya görüşü olabileceğini pratikte de kanıtlamış oldu, oluyor, olacak da…

Kolay mı?

V. İ. Lenin’in, “Kimi zaman on yıllar boyu hiçbir şey olmaz, bazen de birkaç haftaya on yıllar sığar,” saptamasıyla müsemma devrimin güncelliği fikrine ihanet edenlerden değilseniz; -tekrarlayalım!- Ekim Devrimi, geçmiş falan değil, geleceğin bugünüdür.

“Nasıl” mı?

“Devrimin ne zaman ve hangi koşullar altında gerçekleşeceği, belli bir sınıfın isteğine bağlı değildir; ama yığınlar içerisinde yürütülen devrimci çalışma hiç bir zaman boşa gitmez. Yığınları sosyalizmin zaferine hazırlayan tek eylem türü budur”[2] da ondan…

Hayır, Ekim Devrimi bizim için bir gençlik nostaljisi olmadığı gibi, “Bizim kuşak için Sovyet Devrimi önemliydi. Onunla ilgili her yıl dönümünde dergilerde yazılar çıkar, panellerde konuşulurdu. Süreçte tasfiye edilmiş olsa da insanlığın yüce ideallerine deneyim olarak katkısı bakidir,”[3] türünde bir deneyim değil; bir ilkeler toplamına denk düşen kılavuzdur; devrimci ideolojidir.

Altını ısrarla çizmeliyim. Çünkü “İdeoloji, dayandığı koşulları, temelini ve anlamını bilmeyen (fark edemeyen); eylem ile akli bir ilişki kuramamış hâlde bulunan yani sonuçsuz olan ya da sonuçları, tahmin ve bekleyişlerden ayrı bir doğrultuya yönelen bir teoridir. Ya da soyutlamalar, eksik ve bozucu tasarımlar ve fetişizmler gibi araçlar kullanarak özel bir çıkarı (bir sınıfın çıkarını) genelleştiren bir teoridir…”

“İdeoloji, dünyaya görüş ve yaşama biçimi sağlar [verir]; yani-belli bir noktaya kadar-bir praksis sağlar; hem yanıltıcı ve etkileyici [müessir] hem hayale dayanan gerçek ve bir praksis’tir bu.”[4]

“Diyalektik materyalizm işte bu bilincin ifadesi ve aracı olmaya soyunur.”[5]

Ekim Devrimi, ideolojik bir devrimci praksistir ve ahlâktır; hem de V. İ. Lenin’in ifadesindeki üzere:

“Biz, bizim ahlâkımızın proletaryanın sınıf mücadelesinin çıkarlarına tümüyle bağlı olduğunu söylüyoruz. Bizim ahlâkımız, proletaryanın sınıf mücadelesinin çıkarlarından kaynaklanır. (…)

Biz şöyle diyoruz: ahlâk, eski sömürü toplumunu yıkmaya ve tüm emekçi halkı yeni ve komünist bir toplum kurmakta olan proletaryanın çevresinde birleştirmeye hizmet eden şeydir.

Komünist için tüm ahlâk; bu sağlam, birleşmiş disiplinde ve sömürücülere karşı bilinçli mücadelede yatar. Biz, önsüz ve sonsuz bir ahlâka inanmıyoruz ve ahlâka ilişkin tüm masalların hilekârlığını teşhir ediyoruz. Ahlâk, insan toplumunun daha yüksek bir düzeye çıkmasına ve emek sömürüsünden kurtulmasına yardımcı olma amacına hizmet eder.”

Bu kadar da değil; Ekim Devrimi günceldir; hem de sürdürülemez kapitalizmin bugünlerinde!

Bugünler; “Çağımızın çalışma yüzyılı olduğu söyleniyor; aslında acının, sefaletin ve çürümenin yüzyılı”[6] saptaması hergün doğrulanırken, normal hâle geliyor… Tünelin ucu göründü…

Max Horkheimer’ın, “İnsanın eşya üzerinde iktidar kurma isteği ne kadar yoğun olursa, eşyanın onun üzerindeki tahakkümü de o kadar ağır olur,” saptamasıyla betimlenmesi mümkün olan sürdürülemez kapitalizmin çökmekte olduğunu söylemek abartı olur. Bunun yerine, yönetilmesi giderek zorlaşan yıkıcı sonuçlar ürettiğini söylemek daha doğrudur…

Örneğin yıkım biçimlerinin başında iklim değişikliği geliyor…

Sürecin kaçınılmaz sonucu olan kaotik iklim değişikliği, büyüyen ekolojik Marksistler okulu da dahil olmak üzere bilim insanları ve militanlar tarafından uzun zamandır öngörülmekteydi. Şimdiyse bizzat yaşıyoruz…

Arjantinli Marksist Filozof Natalia Romé’nin “barbarlığın normalleşmesi” dediği, toplumun tüm gözeneklerine nüfuz eden şeyi görüyoruz. Büyük radikal eleştirmen Walter Benjamin’in İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesinden hemen sonra belirttiği gibi: “Yaşadığımız olağanüstü hâl istisna değil, kuraldır”.

Felakete en sistematik biçimde değinen Theodor Adorno’ydu ve şöyle diyordu: “Dünya ruhu… kalıcı bir felaket olarak tanımlanmalıdır.”[7]

Bu tabloda “Her zamanki gibi soru şu: Ne yapılmalı?” diyen Alex Callinicos’un yanıtı, “Eğer kapitalizm felaketse, kendimizi ve çocuklarımızı güvende tutmanın tek yolu ondan kurtulmaktır,”[8] olurken yeniden Ekim Devrimi’nin ütopyası gündemmiz olup çıkıyor.

Gerçekten de “Dünyanın bir amaçlar dünyasından tümüyle bir araçlar dünyasına dönüşmesi, üretim yöntemlerinin tarihsel gelişmesinin bir sonucudur,” vurgusuyla Max Horkheimer’ın, “İnsanlar, ancak üretime karşı çıkarak, insana yaraşan bir başka üretim düzeni getirebilirler,” diye ifade ettiği bir eşikteyiz.

Ya imkânları değerlendireceğiz ya da yabancılaşmanın/ yıkımın kollarında tükeneceğiz.

“Bugün ütopyaya giden yolda en büyük engel, toplumsal iktidar makinesinin ezici ağırlığı ile atomlaşmış kitlelerin güçsüzlüğü arasındaki oransızlıktır.”[9]

Ütopyasızlaşma sürecinin aşılması “olmazsa olmaz”ken; sınıf mücadelesine Ernest Bloch’un “Umut İlkesi” ile müdahale etmek, pratikte “mümkün olmadığı düşünülen çözümlerin mümkün olduğunu göstermek” ve bu yeni denge üzerinden de daha iyi bir dünya, ülke, toplum ütopyasına doğru atılım yapmak gerek.

Bu hâlâ mümkün; çünkü bugünlerde de “Sosyalizmden Korkuyorlar”[10] saptaması bir realite; hem de “Dünyanın Altüst Olduğu Gün”e rağmen![11]

Kim ne derse desin; Rusya’daki 1917 Devrim süreci öylesine muazzam toplumsal altüst oluşlara yol açmış, öylesine baş döndürücü bir hızla gelişmiş ve siyasal arenadaki sınıfsal güç dengelerini öylesine ani ve keskin bir değişime uğratmıştır ki, şu ana değin tarih, benzeri bir durumu daha sayfalarına kaydetmemiştir.

1917’de dünyayı sarsan kızıl fırtına, tarih nehrinin yatağını değiştirdi. Dünyanın tüm ezilenleri bu fırtınanın yarattığı umudun etkisi altına girdiler. Ekim Devrimi toplumun içine itildiği karanlığı yırtmış, dünyanın tüm ezilenlerinin umudu hâline gelmişti. Ekim Devrimi gösteriyor ki bugün dünyanın içinde bulunduğu karanlık da sonsuza kadar hüküm sürmeyecek, insanlık bu darboğazdan da çıkacaktır.

Kolay mı?

Bir kez daha küresel ölçekte büyük toplumsal sarsıntıların, siyasal çalkantıların, yani özetle keskinleşen sınıf mücadelelerinin yaşanacağı bir döneme girmiş bulunuyoruz.

Ekim Devrimi’nin 104. yıldönümünde onun dersleri bize başka her şeyden fazla ışık tutuyor. Yeni Ekimler yaratabilmenin yolu ise bu tarihsel dersleri layıkıyla özümsemekten geçiyor.

1917’nin başarısının temelinde işçi sınıfına kılavuzluk etme yeteneğindeki devrimci bir partinin, yani Bolşevik Parti’nin varlığı yatıyordu.

Bolşevik önderliğin başarısının en önemli nedenlerinden birisi onun katıksız enternasyonalizmi idi. Bu proleter enternasyonalist anlayış Bolşevikler tarafından örnek bir azimle hayata geçirilmiş ve geniş işçi sınıfı kitlelerine mal edilmişti.

İşçi sınıfının kurtuluşunun ulusal değil uluslararası bir dava olduğu Marksizmin kurucuları tarafından daha en başından beri ilkesel olarak ortaya konmuştu. Manifesto, “İşçilerin vatanı yoktur,” diyor ve “Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!” şiarıyla bitiyordu.

Bunları bugünlerde yine ve yeniden anımsamalı/ anımsatmalıyız!

“NASIL” MI?

Süreklilik içindeki devrimci kopuş ısrarıyla; ancak asla pişman olmadan; üstenci teorisist lafazanlığa esir olmadan ve sonra da…

Ludwig Wittgenstein’ın, “Ancak kendinde devrim yapabilen devrimci olabilir”…

V. İ. Lenin’in, “Halkın davası profesörlere emanet edilirse, kaybedilir”…

Max Horkheimer, “Teori ancak pratiğe hizmet ediyorsa gerçek anlamda teoridir”…

Friedrich Engels’in, “Kısacası, ‘akademik eğitimliler’, toplamda işçilerden öğrenecekleri şeylerin, işçilerin onlardan öğreneceklerinden çok daha fazla olduğunu anlamalılar”...

Mao Zedong’un, “Felsefeyi, filozofların, konferans salonlarının ve ders kitaplarının cenderesinden kurtaralım ve kitlelerin elinde güçlü bir silah hâline getirelim”...

Gabriel García Márquez’in, “İnsanlar yaşlandıkları için düşlerinin peşinden gitmekten vazgeçmezler. Düşlerinin peşinden gitmekten vazgeçtikleri için yaşlanırlar”…

Fidel Castro’nun, “Size sundukları ve kabul ettiğiniz her baştan çıkarma için sizden geleceğinizin bir parçasını alırlar”…

Zabel Yesayan’ın, “Ne olursa olsun ümitsizliğe kapılmamak lazım. Kıvılcımları harlamak gerekir ki, bizi boğan bu karanlık dağılsın”…

Fyodor Dostoyevski’nin, “En büyük, en dahi, en hatasız eleştirmen zamandır”…[12]

Ulrike Meinhof’un, “Sonunda dünyayı mutlaka değiştireceğiz,” uyarılarını “es” geçmeden!

Lâkin “es” geçenler hâlâ bir hayli çok; “Milyonlarca halk bedenen, ruhen, fikren ve ahlâken çürüyor da, hiç kimse bu kokuşmuşluğu görmüyor,”[13] saptamasındaki ve “Artık pek az insan asi olmak istiyor. Ve bu azınlık içinde çoğu, benim gibi çok kolay korkuya kapılıyor,”[14] itirafındaki gibi…

Onları “pişman olanlar, vazgeçenler” diye niteliyor ve Ulrike Meinhof’dan aktarıyorum: “Ya sorunun bir parçasısındır ya da çözümün. İkisinin ortasında bir şey yok. Bu kadar basit bu ve yine de çok zor.”

Bu konuda (binlercesinden) bir örnek “Sosyalist siyasi hareket içinde yıllarını Sovyetik bir çizgide eylemlilik içinde (TKP’de) geçirmiş biri olarak olayların sıcaklığından çıkıp, soğukkanlı bir şekilde geçmişteki yaşanmışlıkları değerlendirdiğim yıllarda, pek çok gerçekle yüzleşmiştim. TKP’nin devrime uzak durması SSCB’nin politikası”[15] ifadesiyle şunları diyen Yalçın Ergündoğan:

“Yıkıcı hizip ilan edilen İşçinin Sesi yanlısı TKP üyeleri, ülke içinde ve dışında yer yer güç ve zor kullanılarak partiden uzaklaştırıldı. (Bugün irdelerken gerçeği daha net görebiliyorum. O günkü ortamda ben de bu tasfiyeye sessiz kalmıştım. Sessiz kalınmasa da; bir Sovyetik KP’de sonucun değiştirilmesi mümkün değildi.)”[16]

“Mücadelenin çekiciliği ve ritmi içinde pek çok şeyi sorgulama imkânını da bulamadık. Buna kendimizi de zorlamadık doğrusu. Sonradan kendimizi içinde bulduğumuz örgütlü yapılar da buna imkân verir nitelikte olmadı hiçbir kesimde… İş işten geçtikten sonra anladık ki, (anlamayanlar hâlâ çok) SSCB tamamen bir “milli devlet” imiş. Ulusal çıkarları neyi gerektirirse onu politika edinirmiş. Her ülkedeki “tek KP” de o politikaları takip edermiş… Bu yüzleşmemle ancak şimdi komünist oldum.”[17]

“Komünist olmak” bu kadar da kolaymış?!

Ya 29 Ağustos 1980’de İzmir Karabağlar’da kurşunlanıp katledilen İnanç Seçic? Ve sonrası?!

Burada duruyorum; olanaklarından sonuna kadar faydalanıp, gemi “battığında”(!) “Sovyetik KP”, “milli devlet SSCB” deyip işin içinden sıyrılmak mı? Hiç de inandırıcı değil!

Ellerinizi bu kadar kolay yıkayamazsınız?

“Geç(me)miş”iniz bugünkü “normal”inizin(?) bir parçasıdır.

“Neyin normal olduğuna kim karar veriyor? Ayrıca normal olan neden iyi olmak zorunda? Normal her zaman iyi değildir. Bir zamanlar kölelik normaldi. O zaman köleler kaçmak istediğinde psikologlar onları kalmaya mı ikna edecekti?”[18]

O hâlde not edin; unutmayın: “Pişman olanlardan, üstenci teorisist lafazanlar” tarihi sadece yorumlayıp; yaratamayanlardır.

Bunun için de -onlara ağır gelen!- Ekim Devrimi’nden pek hazzetmezler!

BUGÜNDEN ÖRNEKLER!

Bugün hâlâ Abraham Lincoln’un, ‘Ulusa Sesleniş’teki ifadesiyle, “Kölelik olmasa isyan da olmazdı, kölelik olmasa, isyan devam edemezdi,” biçiminde ifade ettiği gerçeklikle yüz yüzedir.

Yani ücretli köleliğin olduğu her yerde, şu ya da bu demeden veya “Öncelikli görev AKP rejimini yenmek,”[19] formülasyonuyla sınırlanmadan ya da gerekçeli(?) “Yetmez Ama Evet”cilikte[20] ısrar etmeden yol almak Ekim Devrimi çizgisini toplumsallaştırıp, sınıfa mal etmekle mümkündür.

Malum Ekim Devrimi üzerine dillendirilen soru(n)ların toplamı oldukça kabarık.

Bunlar her ne kadar, birkaç cümleyle yanıtlandırılması mümkün çarpıtmaların, “üstenci teorisist lafazanlar”ın soru(n)larıyken; hakikâtinden daha geniş spekülasyonlara yol açan öznelliklerden öte anlam taşımayan hafifliklerdir.

Sözünü ettiğim hafifliklerin “sosyalizm anlayışı”nda(?!) üretim ilişkileri ve mülkiyetin sınıfsal karakteri pek önemli değildir. Sınıfın gerçeğinden ise, “eskidiği gerekçesi”yle(?!) söz dahi edilmez…

Oysa biz Ekim’ciler, “İşçilerin kurtuluşu insanlığın kurtuluşunu içerir, çünkü işçinin üretimle ilişkisinde insanın köleliğinin bütünü vardır,”[21] deyip, 19 Mayıs 1849’de Karl Marx’ın, “Merhamet duymuyoruz ve sizden de merhamet beklemiyoruz,” sözlerinin sınıfsal bir “olmazsa olmaz”lık olduğunu hatırlatırız.

Öznel hafifliklere göre “devrim yapmak, pek de zor bir iş değil”dir![22]

Seçime katılıp, seçilirsin; eskisinden daha iyi, “demokratik” bir anayasa mücadelesi verirsin; “kötü”süne karşı “iyi” burjuvaların bir kesimiyle “radikal demokrasi” uğruna Chantal Mouffe’cu olursun; “demokratik özerklik” illüzyonlarına sarılırsın; emperyalizm teorisini “arkaik” ilan edersin; vb’leri, vb’leri…

Ardından parlamenter yoldan reformlar vaadiyle, mülkiyetin sınıfsal karakterine ve burjuva devletin baskı aygıtlarına dokunmaksızın; yani V. İ. Lenin’in, “Devlet iktidarının bir sınıfın elinden diğerinin eline geçmesi, bir devrimin ilk, en önemli temel özelliğidir,” saptamasının etrafından dolandıktan sonra önüne “XXI. yüzyıl” sıfatını ekleyerek, “devrim(leri)” gerçekleştirilmiş oluverirsin!

Bunlar tarihin tanık olduğu illüzyonlardır!

Karl Marx ile Friedrich Engels döneminde Ferdinand Lassalle; sonrasında Eduard Bernstein; ardından da 1917’nin yeminli “eleştirmeni”(?) Karl Kautsky ve yakın dönemin “Avrupa Komünizmi”…

“Elveda proletarya”, “Tarihin sonu” çığlıkları eşliğinde post-Marksist, post-modern, “sivil toplum”cu, radikal demokratların gürültüsü…

Hepsinin ortak böleni devrimci Marksizm’in (Marksizm-Leninizm) içini boşaltarak; üretim araçlarının özel mülkiyetine dokunmadan, devrimin güncelliği fikrinden vazgeçerek, işçi sınıfı ile partisinin tarihsel misyonunu inkârdan ibarettir. İlk yapmaları gereken ise Ekim Devrimi’ne saldırıdır; onlar da bugünlerde -yine- bunu yapıyorlar!

Hatırlayın Marksizm’i redden Eduard Bernstein “demokrasi her şey” deyip, “sosyalizme tedrici ve parlamenter yolla geçiş projesi” ya da “liberal sosyalizm” kuramını(?) kotarmamış mıydı?

Marksizm-Leninizm’in inkârı; öngördüğü devrim/ sosyalizm anlayışının yani proletarya diktatörlüğünün, üretim araçlarının özel mülkiyetten toplumsal mülkiyete geçirilmesinin reddi değil miydi?

İşçi sınıfının ideolojisinin, Leninist parti anlayışının (düşünce + davranış bütünlüğü); sınıf mücadelesi gerekliliklerinin hasır altı edilip; sınıfın tarihsel rolünün sonunun ilanı değil midir?

“İyi de geriye kalan ne” mi?

Gayet basit: “Halkçılık”, “Katılımcı Demokrasi”, “Karma Ekonomi”, “Özerklik”, vd’leri…

Toplumun “tümünü”(?) kapsayan, “adil halkçılık” onlar (yani post-Marksist, post-modern, “sivil toplum”cu, radikal demokratlar) için yeterlidir!

Tıpkı Karl Marx’ın P.V. Anenkov’a 28 Aralık 1846 tarihli mektubundaki, “Biçimi ne olursa olsun, toplum, insanların karşılıklı eylemlerinin ürünüdür. İnsanlar kendileri için şu ya da bu biçimde bir toplum seçmekte asla özgür değildirler. Üretici güçlerin belirli bir gelişme aşamasını alırsanız, ticaretin ve tüketimin belirli bir biçimini bulursunuz. Üretimin, ticaretin ve tüketimin belirli bir gelişme aşamasını alırsanız, buna denk düşen bir toplumsal düzen, buna uygun bir aile, bir zümre veya sınıf örgütlenmesi, tek sözcükle, buna denk düşen bir ‘sivil toplum’ (société civile) bulursunuz. Böyle bir toplumu alırsanız, buna denk düşen ve aslında toplumun resmi görüntüsünden başkaca bir şey olmayan ‘politik devlet’i (état politique) bulursunuz,”[23] uyarısını kavrayamayan Yunanistan’da SYRIZA, İspanya’da Podemos, İngiltere’de Jeremy Corbyn, coğrafyamızda HDP ile “Yetmez ama evet”çi[24] Murat Belge’li, Ömer Laçiner’li “Birikim” örneklerindeki üzere…

Özetle hangi versiyonuyla, ekolüyle olursa olsun Karl Marx’ın, “Bilmek, ‘sağlıklı insan aklı’ ile algılanan gerçeklerin hiç de güvenilir olmadığını anlamakla başlar,” sözünü anımsatan onlar budur!

Ancak yine bugünlerde onlar içinde revaçta olan “radikal demokrat”lardır.

Burada bir parantez açıp -Emiliano Zapata’nın, “Güçlü bir halk lidere ihtiyaç duymaz… Hep liderler arıyorsunuz, hatasız güçlü adamlar. Hiç yok, sadece sizin gibiler var. Yaşarlar, değişirler, bırakırlar, ölürler,” uyarısı eşliğinde- Abdullah Öcalan’ın “demokratik modernite” paradigmasına uygun ideolojik hattın geliştirilmesini misyon edinen ‘Demokratik Modernite’ dergisinin, “Kuramsal Marksizmin Tıkanıklıkları ve Çözüm Arayışları” başlıklı nüshasındaki Marksizm eleştirilerine değinerek ilerleyelim.[25]

Dergi özetle Marksist paradigmanın “devletçi”, “pozitivist”, “aydınlanmacı”, “ilerlemeci” ve “indirgemeci” olduğu; bu nedenle “kapitalist modernite”ye “soldan destek sunduğu” iddia ediliyor. Öcalan’ın “açtığı yeni ufkun” yeni bir “demokratik uygarlık paradigması” olduğu, böylece ilkel ve devletçi uygarlıklardan sonra tarihte “demokratik uygarlık” aşamasına geçilebileceği belirtiliyor.

“Kapitalizmin Döl Yatağı: Ziggurat” başlıklı makalesinde Abdullah Öcalan, “Çok zıddı geçinse de Marksist-Leninist geleneğin kapitalizme azımsanmayacak düzeyde materyal ve anlam hediye ettiğini”[26] iddia ediyor.

Aynı yazıda Marx’ın “Ekonomik altyapıyı tüm hukuki, siyasi ve ideolojik formların izahının kaynağına yerleştirmesi”nin “sosyalizmin başarılı olamayışının nedenlerinin başında” geldiği, onun kapitalist “sistemin hegemonyasına hizmet etmekten kurtulamadığı”[27] ve bu “ekonomik indirgemeciliğin” “eski uygarlık zihniyetini devam ettirdiğini”[28] ileri sürüyor.

Yine yöntem konusunda Öcalan, Marksizm’in “Pozitivizmin en kaba materyalist biçimini bilimsellik olarak kabul ettiğini”, “kaba bir Darwincilikten öteye gidemediğini”, “katı bir determinizme kapıyı açık bıraktığını”,[29] bunun Marx’ın “kapitalizme en büyük katkısı”[30] olduğunu ifade ediyor.

Bütün bu tespitlerin ardındansa Öcalan; “Marx’ın görüşlerinden esinlenen muazzam boyutlardaki toplumsal değişim hareketlerinin kapitalizmin en iyi hizmetçiliğini aşamadıkları genel olarak kabul gören bir görüştür. Bu anlamda aptal bir Marksist mürit olmayacağım açıktır.”[31]

Mahmut Yamalak da, “Marksizme Kavramsal ve Kuramsal Bir Bakış” başlıklı yazısında benzer değerlendirmeler yapıp, Marksizmin “liberalizmin sol kanadı olmaktan öteye”[32] geçemediğini savunuyor.

Ayrıca Ahmet Cemal de Marksizmin “Liberal ideolojinin etkilerini tümden”[33] aşamadığını; Murat Satılmış “Zihniyeti araçsallaştırdığını”, indirgemeci “ekonomist bir zihniyete” sahip, “eklektik”, “kaderci”, “determinist”[34] bir düşünce olduğunu; Nurettin Amed ise Marksizm’in “Doğruları ve yanlışlarını sıralamaktan ziyade” sorunun “paradigmasal düzeyde olduğunu”[35] söylüyor.

Haydar Ergül, Marksizmin “devletçi uygarlığı aşamadığını”, temel çelişkiyi toplumun maddi temelinde ve sınıflar arasında görerek yanıldığını,[36] Cihan Bedewi de onun manevi ve ideolojik ilişkileri göz ardı eden “kaba materyalist” bir felsefe[37] olduğunu ileri sürüyor.

Bu konulara yazının ileri bölümlerinde değineceğim. Ancak söz konusu “iddialar” keşke

Marksizm’in reddini konusunda Pierre-Joseph Proudhon’a Karl Marx’ın (Felsefenin Sefaleti[38]); Karl Eugen Dühring’e Friedrich Engels’in (Anti-Dühring: Bay Eugen Dühring Bilimi Altüst Ediyor[39]); Aleksandr Bogdanov’a V. İ. Lenin’in (Materyalizm ve Ampiryokritisizm- Gerici Bir Felsefe Üzerine Eleştirel Notlar[40]); Eduard Bernstein’ın “tezleri”ne Rosa Luxemburg’un (Sosyal Reform mu Devrim mi?[41]); Karl Kautsky’ye V. İ. Lenin’in (Devlet ve İhtilal[42]) verdiği eleştirel yanıtlara veya Arif Koşar’ın (“Demokratik Modernite’nin ‘Marksizm Eleştirisi’nin Eleştirisi”[43]) değerlendirmelerine daha derinlikli bakabilselerdi![44]

SYRIZA, PODEMOS, CORBYN’İ ÜZERİNE DÜŞÜNÜP, GÖRMEK

Bu tabloda Albert Camus’nün “Düşünmek, görmeyi yeniden öğrenmektir,” uyarısı doğrultusunda, Ekim Devrimi reddiyelerinin sarıldığı SYRIZA, Podemos, Jeremy Corbyn “alternatif”lerine(?!) değinmek “olmazsa olmaz”dır! Malum, “Güç iştir çünkü bir tarihi insan gibi yaşamak,”[45] betimlemesi boşuna değildir Sevgi Soysal’ın…

Öncelik SYRIZA!

“HDP, SYRIZA’ya en çok benzeyen oluşumdur”;[46] “HDP SYRIZA’nın, Yunanistan’ın umudunun yanında”[47] denilen; SYRIZA Dış İlişkiler Sorumlusu Panos Trigazis’in de HDP’nin yanında durduklarını söylediği[48] günlerdi. Hemen herkes SYRIZA’cıydı.

Böyle bir kesitte “SYRIZA: Neydi? N’oldu?!”[49] başlıklı itiraz eleştirimi kaleme alınca, yine “Ortodoks Dinozor”lukla “yargılanmış”tım!

Aradan çok zaman geçmedi; post-modern balon patlayıverdi…

Örneğin Slavoj Zizek’e göre SYRIZA, sol popülizmin kapitalin gücü ya da kapitalist düzen karşısında düşmesindeki kaçınılmaz aczin itirafıydı.[50]

“SYRIZA Başkanı Yunanistan Başbakanı Çipras, tasarruf politikasını Avrupa Komisyonu ve Uluslararası Para Fonu’nun çıkarlarına hizmet etmek için kullanıyor” diyen Fransa Sol Parti lideri Jean-Luc Melenchon, Avrupa Komisyonu’nun emirlerine boyun eğmekle suçladığı SYRIZA’nın Avrupa Solu Partisi’nden (European Left) atılmasını istedi. Alman solu Melenchon’dan yana tavır aldı.[51]

‘The Guardian’daki yazısında Alexander Kazamias, “SYRIZA kendi ilkelerine ve Yunan halkına ihanet etti” deyip, Çipras’ın çizgisini “oportünizm” olarak adlandırdı.[52]

Yunanistan Eski Enerji Bakanı ve Halkın Birliği Partisi lideri Panagiotis Lafazanis ise, “SYRIZA açıkça halka ihanet etti,”[53]

Burada durup; İspanya’nın -eski sosyalistler, komünistler, Maoistler, Troçkistler, çevreciler ve kriz zedelerden oluşan- SYRIZA’nın ruh ikizi diye adlandırılan; ideoloğu Pablo Iglesias’ın, “Anayasa kadar devrimciyiz… Millileştirmeleri savunmuyorum,”[54] dediği postmodern/ yeni solu Podemos’a göz atalım!

Öncelikle Oscar Reyes’in, “Yeni İspanyol solunun başarıları etkileyici olmaya devam ediyor,”[55] diye övgüyle bahsettiği “Öfkeliler Hareketi” olarak da bilinen 15M hareketi doğdu. Bu, 15 Mayıs 2011 tarihinde yapılan bir gösteriyle şekillenen, farklı kolektiflerden oluşan bir halk hareketiydi.

Söz konusu hareketten ve geleneksel partileri destekleyen gençlerin bu partileri terk etmeleriyle 2014’de Podemos Partisi ortaya çıktı. ‘Podemos/ Yapabiliriz’ iki yılda İspanya’da üçüncü politik gücüne dönüştü.

Podemos’un “Rock Yıldızı” gibi diye nitelenen lideri “Oğullarına sosyalist işçi partisinin tarihi kurucusu Pablo Iglesias’ın adını veren bir akademisyen baba ile sendika avukatı bir anneyle büyüyüp, 14 yaşındayken komünist parti gençlik koluna yazılmıştı... Üniversitede hukuk, siyasal bilgiler okuduktan sonra akademisyen olmuştu.

Küpesi, atkuyruğu, kollarını sıvadığı gömlekleri, blucin pantolonlarıyla ‘tarz’ yaratan ve İspanyol politikasının “ikonu” hâline gelen Iglesias’sız Podemos mucizesini düşünmek mümkün değildi.”[56]

“Iglesias, bildiğimiz, gördüğümüz başka politikacılara benzemiyor. 2010’lar başında ‘Tuerka’ adında fenomen bir TV programını yönetene dek, Madrid Complutense Üniversitesi’nde siyaset bilimi hocalığı yapan ‘at kuyruklu’ lider; Gramsci, Laclau, Mouffe, Negri, Zizek gibi düşünürlerin fikirleri etrafında toplanan, kendisi gibi akademisyen bir ekiple Podemos’un fitilini ateşlemiş...

‘Liderliğin yüzde 95’ini görsel-işitsel/ audiovizuel yetenek’ diye özetleyen bu genç, postmodern lider; ‘yeni siyaset’, ‘yeni liderlik anlayışının’ örnek bir reçetesi gibi...”[57] diye ambalajlanan Iglesias’ın ne olduğu kendini anlattığı şu satırlarda gizliydi:

“Dedem (Franco döneminde) ölüm cezasına çarptırıldı ve 5 yıl hapis yattı. Büyükannelerim iç savaşta yenilenlerin aşağılanmasını yaşadı. Babam hapiste süründü. Annem yeraltında siyaset yapmaya mecbur kaldı. Benim yenilgiye artık tahammülüm yok. Yıllarımı bu yüzden siyaseten nasıl kazanabileceğimizi düşünmeye verdim...”[58]

“Yeni solun rock yıldızı”nın amacı doğrultusunda yapamayacağı hiçbir şey yoktu ve her şeyi de yaptı! Mesela Iglesias, Nisan 2015’de yeni Kral’la neden buluştuğunu, ‘The New Left Review’ın Mayıs-Haziran nüshasında açıklarken “monarşi”ye saygıdan[59] söz etti!

Bunda şaşırtıcı bir şey olmamalıydı. Çünkü Podemos’u kuran Madrid Complutense Üniversitesi akademisyenlerinden Juan Carlos Monedero, “Ortodoks olmayan Marksist bakışla değerlendirme yapıyoruz. Önce de söyledim: Doktora tezim Doğu Almanya’nın sonu üzerineydi. Otoriter, bağnaz Stalinizm’e aşılıyım. Öğrencilerime de hep bu yaklaşımı aşılamaya çalıştım… Geçmişte 20 yıl (Komünist) Birleşik Sol Parti’de politika ve danışmanlık yaptım. Orada hiçbir şey yapılamayacağını anladığım yerde ayrıldım,”[60] diyen pişman/ üstenci teorisist lafazanlardandı.

Marksist Araştırmalar Vakfı Başkanı Prof. Javier Navascués’in de ifade ettiği gibi, “Podemos çok farklı tabanlardan gelen insanları bir araya getiren çok çetrefilli bir karışım: İçinde radikal soldan ve merkez soldan gelenler olduğu gibi farklı tabanlardan gelenler de var. Partinin liderliği ise Latin Amerika’daki sol popülist tecrübelere ve onların teorisyenlerine hayranlıkla bakan kişilerden oluşuyor. Bu etki yüzünden, sınıf sorunlarının yer almadığı bir söylemleri var”dı.[61]

Tam da bunun için “Podemos’un ‘solcu’ olarak nitelendirilebilecek tutumları birbiri ardına deneyip bırakma hızı düşündürücü”ydü![62]

Çünkü “Podemos’un mücadelesinin hedefinde kapitalistler, finans kapital, sermaye yok”tu![63]

“Ekonomide sağ liberal fikirlerden yana”ydı![64]

“Podemos, sosyal demokratlardan farklı bir ekonomi anlayışı hatta siyaset anlayışı ortaya koymadı”![65]

Iglesias, “İspanya’yı biz yönetirsek, İspanya adında bir ülke inşa edebiliriz ve orada Katalonya adında bir ulusa yer olur,” deyip, Katalonya’nın kendi kaderini tayin referandumu düzenlemesini destekliyor görünse de, bölgenin İspanya’dan ayrılmasını istemiyordu![66]

Aralık 2015’te İspanya’daki yerel seçimlere kendi adıyla katılmayarak belli kentlerdeki yerel cephelerin adaylarını destekleyen Podemos, genel seçim öncesi “soldan” gelen ittifak önerilerini de reddetmişti![67]

İş bu nedenle İspanya Komünist Partisi’nin Navarra bölgesi siyasi sekreteri, Avrupa Sol Partisi’nde yürütme koordinatörlüğü uluslararası ilişkiler yöneticilerinden Maite Mola, “Podemos, Avrupa Sol Partisi’ne üyelik için başvurmadığı gibi ‘Avrupa Sol Partisi’ne girmeyeceğiz’ diye açıklama yaptılar. Gerekçeleri ise partinin adında ‘sol’ geçiyor olması,”[68] derken; PCE (ML) Genel Sekreteri Raul Marco da ekliyordu:

“Podemos revizyonizmin damıtılmış hâlidir, onun en son ürünüdür ve alanı yeniden düzenleme girişimidir”![69]

“İyi de sonrası” mı?

O da şöyle: İspanya’nın SYRIZA’sı Podemos ilk büyük seçim deneyimini yaşadığı yerel seçimde yüzde 27 oy alan iktidardaki PP’nin iki puan eksiğiyle ikinci olan Podemos lideri Pablo Iglesias Mayıs 2015’de “İspanya’da geleneksel siyasetin bittiğini” haykırdı![70]

Tam altı (6) yıl sonra Iglesias, sağ partilerin başarılı olduğu Madrid Özerk Yönetimi seçimlerinin ardından siyaseti bıraktığını duyurup, istifa ederken, “Parti siyasetinden çekiliyorum. Siyasi gücümüzün ihtiyaç duyduğu liderlikte yenilenme sürecinin önünde engel oluşturmayacağım. Başarısız oldum,”[71] dedi!

Nokta!

Bir de “Sosyalist ve Karl Marx hayranlığıyla bilinen Jeremy Corbyn İngiltere’de muhalefetteki İşçi Partisinin liderliğine seçildi,”[72] diye duyurulan sempton!

“Umut verici bir örnek oluşturuyor”[73] denilen ya da “Tahrir, Gezi, SYRIZA böyle şeylerdi, Corbyn’in seçilmesi de böyle bir şey: ‘Çorak ülke’de, molozlar arasında bir filiz,”[74] diye sunulan abartı için Tarık Ali de, “İşçi Partisi’nin sahip olduğu en sol lider… İngiliz siyasetine tekrar can geldi,”[75] saptamasını dillendiriyordu!

Aslı olmayan bir abartıyla, “Ezber bozan ‘yabancı’… Bildiğiniz eski zaman solcusu Corbyn… Elitist yaşamıyla bilinen Blair’in aksine bisiklet kullanıyor ve pazardan aldığı salaş gömleklerle geziyor. Corbyn, Avrupa’da ‘solun fabrika ayarlarına dönmesini’ isteyen yeni bir ruh ve yükselen yeni bir dip dalganın sonucu. SYRIZA ve Podemos’tan sonra İşçi Partisi’ni temelinden sallayan ‘Corbyn depreminin’ en kısa açıklaması bu,”[76] yollu reklamlara karşın örneğin İngiltere’de İşçi Partisi’nin liderliğine sosyalist Jeremy Corbyn’in seçilmesi sol siyaset için heyecan yaratsa da partinin yeni yönetiminde hiçbir kadına yer verilmemesi[77] çok şey anlatmıyor muydu; öteki bir çok şey de dahil elbette!

Buna da nokta! Ve onlara dair birkaç şey daha…

Kanımca post-Marksist, post-modern, “sivil toplum”cu, radikal demokrat, pişman, üstenci teorisist lafazanların en büyük problemi öğrenmek/ öğretmek değil, öğrenememektir.

Onlar bilmeyenler, ama bildiğini sananlardır; bunun için tehlikelidirler; “Bazı kapıları kapayın. Gururunuzdan dolayı değil, Artık hayatınıza uygun olmadıkları için… Bir yanlışı tekrar ediyorsan, artık o bir yanlış değil; karardır,” saptamasındaki üzere Paulo Coelho’nun!

Onları, bizi nasıl yargılıyorlarsa, çekinmeden öyle yargılamalıyız; “Bugün eğri sayılanın, yarının doğrusuna dönüştüğü hep görülegelmiş bir gerçek değil midir?” uyarısındaki gibi Leo Huberman’ın!

Özetle onlar, “kaderimiz” falan değildir; Ignazio Silone’nin, “Kader, zayıfların ve boyun eğmişlerin icadıdır,” dediği üzere…

O hâlde hatırlatalım: “Şunda anlaşalım. Devrim fedakârlık gerektirir,” diye uyarır hepimiz Richard Morgan.

Devrim bir “serap” falan olmadığı gibi; “Doğada ve tarihte mucize yoktur, fakat her devrim, tarihin her ani dönemeci gibi öyle zengin bir içeriğe sahiptir, mücadele biçimlerinin ve mücadele eden güçlerin karşılıklı ilişkisinin kendine özgü bileşimlerini o kadar beklenmedik biçimde ortaya çıkartır ki, birçok şey dar kafalı beyinlerde mucize olarak görünmek zorundadır.”[78]

Bunun için Walt Whitman, “Çok karşı çık. Çok az itaat et...”; Fidel Castro, “Devrim, geçmiş ile gelecek arasındaki kıyasıya mücadeledir,” der ve ekler Friedrich Engels:

“Toplumun üretim araçlarına el koymasıyla birlikte meta üretimine ve bununla eşzamanlı olarak ürünün üretici üzerindeki hâkimiyetine son verilir. Toplumsal üretimde anarşinin yerini sistematik, belirlenmiş örgütlenme alır. (…) İnsanın, o güne kadar karşısında doğanın ve tarihin dayattığı bir zorunluluk olarak yükselen kendi toplumsal örgütlenmesi, artık kendi özgür eyleminin sonucu hâline gelir. O güne kadar tarihi yönetmiş olan dışsal nesnel güçler insanın kendisinin kontrolü altına girer. Ancak o andan itibaren insan kendisi, bunun bütünüyle bilincine vararak kendi tarihini yapacaktır. Ancak o andan itibaren kendisi tarafından harekete geçirilmiş toplumsal nedenler esas olarak ve gittikçe artan oranda kendisinin hedeflediği sonuçlara uygun olacaktır. Bu, insanlığın zorunluluk âleminden özgürlük âlemine sıçrayıştır.”[79]

Bunun yolu da Ekim’dir; son noktası asla konulmayan, sınıf mücadeleleriyle yenilenerek, inşa edilen Marksizm-Leninizm’in süreklilik içindeki kopuşu, devrimci praksisidir!

MARX’IN MARKSİZMİ

Tam da bunun için “Marx’ı Popper’in eleştirilerinden okuyanlara, Marx’a sırt çeviren liberallere, onu görmezden gelen ya da ondan korkanlara”[80] inat Karl Marx’ın Marksizmi’ne[81] değinmek gerekir.

Öncelikle Karl Marx, “Yoksulların Teorisyeni”[82] olmanın ötesinde sınıfsız-sömürüsüz-sınırsız bir dünyanın yol göstericisidir. “Marx’ın yolu politikayla bilimin, felsefeyle iktisadın, diyalektikle maddeciliğin buluştuğu eşsiz bir yoldur”;[83] yöntemdir; eylem kılavuzudur.

Burada bir parantez açmak gerek: Marksist tarih kuramcısı Eric J. Hobsbawm, ‘Aşırılıklar Çağı: 1914-1991’un son paragrafında şunları yazar: “Nereye doğru gittiğimizi bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey, tarihin bizi bu noktaya neden getirdiğidir.”[84]

İkinci cümlede “Nasıl” yerine “Neden” kelimesinin tercih edilmesi anlamlıdır, zira bu özel olarak Hobsbawm’ın tarih metodolojisinin, ama genelde Marksizm’in toplumsal olanı anlamlandırma çabasının özgünlüğünün bir ifadesidir.

Bir başka deyişle Marksizm, tarihsel gelişmelerin kronolojik ve rastlantısal şekilde birbirini takip eden olaylar kümesi olduğu tezini reddeder. Bunun yerine, toplumsal gelişimin kaynağının, üretici güçlerin gelişimi ile bu güçlerin örgütlenmesini, yönetilmesini ve yeniden üretimini tesis eden üretim ilişkileri arasındaki gerilim olduğu fikrini öne sürer. Tarihi-toplumsal olaylar, bu gerilimin dışında bir maddi koşula sahip değildirler.

Özetle Karl Marx, sınıfı, toplum çözümlemesinde akademik veya metodolojik kaygılarla değil; tarihsel bir formasyonun ancak özgül sınıf karakteri ile bu karakterin şekillenmesinde etken olan sınıf mücadelesi süreçlerinin çözümlenmesiyle anlaşılabileceğini düşündüğü için teorisinde işçi sınıfını merkezi bir konuma yerleştirdi…

Çünkü kapitalist toplumda en yüksek aşamasına ulaşan “dehümanizasyona” uğramış olan proletaryanın kurtuluşu, yabancılaşmadan payını alan tüm sınıfların kurtuluşuna bağlıdır. Proletarya, bir bütün olarak toplumu özgürleştirmeden kendi kurtuluşunu gerçekleştiremeyecektir. Bu düşünce dizgesinde, proletaryanın özel mülkiyeti tasfiye ederek tüm sınıf ayrımlarını ortadan kaldırmaya dönük devrimci mücadelesi, insanlığın evrensel kurtuluşunu da gerçekleştirecek olan bir mücadeledir. Çünkü toplumun ortak çıkarları yalnızca proletaryanın sınıfsal çıkarlarıyla örtüşmekte, bu yüzden de proletaryanın talepleri ve ortak çıkarları insanlığın ortak ihtiyaçlarını temsil etmektedir…

Karl Marx için proletarya, ne bir “mesihvari” ne de bir “kendinden menkul” varlıktır; insanların tek tek yaşadığı çelişkiyi aşacak ortak aklın ve iradenin temsilcisi olabilecek bir sınıf olduğu, başka bir deyişle tekil insanların çıkarları ile onların türsel varlığının ortak çıkarları arasında yüzyıllardır süren çelişkiyi bir devrimle ortadan kaldıracak olan, “kolektif Prometheus”un kendisi olduğu için devrimci bir sınıftır.

Kapitalist üretim tarzı var oldukça işçi sınıfının toplumsal/ siyasal bir özne olarak marjinalleşmesi veya yok oluşu söz konusu değildir. Ama sınıfın günümüz kapitalizminin koşullarında kolektif bir özne olarak yeniden inşası ve devrimci bir güç konumuna yükseltilmesi gerekmektedir. Bunu yapacak olan da devrimci siyasettir. Çünkü kendi tarihsel ve toplumsal çıkarlarını gözeten ve onları temsil eden bir siyasal iradenin öncülüğü olmaksızın hiçbir toplumsal kütlenin kolektif bir özne ve devrimci bir güç hâline gelmesi mümkün değildir.[85]

Malûm komünist amacın merkezinde, insani potansiyelin ve kapasitelerin tam olarak gelişmesini mümkün kılan bir toplumun yaratılması bulunur. Bu açık bir biçimde ‘Komünist Manifesto’nun soru-cevap şeklindeki ilk taslağında Friedrich Engels tarafından ortaya konmuştu.

“Komünistlerin hedefi nedir?” sorusuna Friedrich Engels, “Toplumun her üyesinin tam bir özgürlük içinde, dolayısıyla bu toplumun temel koşullarını ihlâl etmeden, tüm kapasitesini geliştirip kullanabileceği biçimde toplumu örgütlemektir,” yanıtını verir.

Başka bir ifadeyle, insani potansiyelin tam olarak gelişimi Marx’ın alternatif toplum kavrayışının tam kalbinde yatıyordu. Tıpkı kapitalizmi reddedişinin merkezinde, bu potansiyelin gelişmesini önlemenin; insanları yük hayvanlarına ve eşyalara indirgeme eğiliminin yer gibi!

Karl Marx’ın yazdığı gibi, işçi; “Nesnel zenginliğin işçinin kendi gelişme ihtiyacını karşılamak için var olduğu durumun tersine” kapitalistin sahip olduğu sermayenin değerini artırma ihtiyacını karşılamak için varken; Onun öngördüğü birleşik üreticiler toplumunda; insanların çok yönlü gelişimi, “Ortak, toplumsal üretkenliklerinin, kendi sosyal refahlarına hizmet etmesine” bağlı olacaktı.

Burada üretimin artması işçilerin sırtından olmayacak, tam tersine onlar için ihtiyaçların giderilmesi ve serbest zaman olanağına dönüşecekti: Burada serbest zaman “Serbest olarak belirlenmiş zaman içinde, herkesin uygun araçlarla, sanatsal, bilimsel v.b. gelişimini ifade eder”ken; birleşmiş üreticilerden oluşan bu toplumun ürünleri, insani bir toplum içinde potansiyellerinin tümünü geliştirmeye muktedir insanlar olacaktı.

Bunu gerçekleştirecek olan ise Karl Marx’ın “Devrimci pratik” olarak tanımladığı şey yani “Koşulların değiştirilmesi ile insan edimindeki veya kendindeki değişimin çakışması”ydı.

Yani Karl Marx’ın işçilere mesajı: “Yalnızca toplumda bir değişim meydana getirmek için değil, kendilerini değiştirmek için de” yıllarca süren mücadelelerden geçmeleri gerektiğiydi; başka bir şey değil!

Özetlersek: Karl Marx’ın Marksizmi devrimci eleştirinin hem teorik hem de pratik bakımdan, var olan üstünden hem olması gerekeni hem de varılacak olanı belirleme sorumluluğunu üstlendiğini anlatır, öğretir bize.

Bu konuda O, 1843 Eylül’ünde Arnold Ruge’a yazdığı mektupta, gelecek için hazır birtakım reçeteler ortaya koymanın yararsız olduğundan bahseder. Bugüne kadar filozofların çoğunun kendi aşkın tasarılarını verili somuta dokunmaksızın masa başında hazırladıklarını ve ardından çekmecelerine hapsettiklerini anlatan Karl Marx, oysa ki yeni için önce eskinin eleştirilmesi ve ona koşut şekilde, eleştirilerin beraberinde getirdiği değillemelerden yeninin türetilmesine başlanması ve sürdürülmesi gerektiğini ifade eder. O, “Tüm varolan düzenin radikal eleştirisi”ni ve peşi sıra oluşturduğu alternatifi, “sonsuzluk için kesin planlar”ın karşısına koyar ve yeni dünyanın ancak eskinin eleştirisinin sonunda bulunabileceğini belirtir. Böylece içkin ve aşkın eleştiriyi bütünleştiren, verili somutun eleştirisinden hareket ederken yanı sıra bir alternatifi de inşa eden devrimci bir eleştirinin ana hatlarını sunar.

Söz konusu bağlamda örneğin eleştirinin uygulama yerlerinden biri olarak, “Siyasetin eleştirisini, siyasette tavır takınmayı, yani gerçek savaşımları” işaret eder. Bu durumda gerçekliğe boyun eğdirmeye çalışan ilkelerden değil ama tam da ondan hareket eden ilkelerden bahsedilebilir.

Nihayet Karl Marx’ın kapitalist toplum eleştirisinde, önemli olan işçinin her şeyden önce kapitalist toplum ilişkilerinin negatif ucu olmasıdır. Bunun anlamı, varlığını borçlu olduğu toplumsal ilişkilerin koruyucusu olan burjuvadan farklı olarak, varlığı kendi içinde mevcut olanı aşabilecek bir kuruculuk olanağı taşır.[86]

O hâlde Antonio Gramsci’nin, “Zekânın insanlık tarihine girişi, farkındalık diyarı demektir; Leo Huberman’ın, “Sosyalizmi, bir ütopya olmaktan çıkartıp, bilim hâline getirdi,” diye nitelediği ve Louis Althusser’in de, “Karl Marx bize [sadece] köşe taşlarını verdi… Onların bize verdikleri şey birleşik ve tamamlanmış bir tümlük değil, ama zorlukların, çelişkilerin ve boşlukların yanında, kuramsal ilkeler ve sağlam çözümlemeler içeren bir yapıttır. Bunda şaşırtıcı gelebilecek hiçbir şey yoktur. Eğer onlar bize kapitalist toplumlardaki sınıf mücadelelerine ilişkin bir kuramın temel öğelerini verdilerse, bu kuramın daha doğuştan itibaren ‘arı’ ve eksiksiz olabilmesi akıl dışı olurdu. Esasen, bir maddeci için ‘arı ve eksiksiz bir kuram’ ne anlam taşıyabilir ki?” biçiminde yorumladığı Onunla sorunu olanlar; acaba neye hizmet ediyorlar?!

PARİS KOMÜNÜ(MÜZ)

Karl Marx’ın Marksizmi, gökten zembille inmemiş; en önemlisi Paris Komünü[87] olan bir dizi devrimci hareket içinde biçimlenmiştir.

Prof. Dr. Taner Timur’un, “Komün idealleri yaşamaya devam ediyor,”[88] notunu düştüğü gerçekliğe ilişkin yerli yerine oturan en iyi tanım, Friedrich Engels’in “Pekâlâ beyler, bu diktatörlüğün neye benzediğini bilmek ister misiniz? Paris Komünü’ne bakınız. Proletarya diktatörlüğü işte odur,” ifadesidir.

İşçi sınıfının ilk kez kendi kaderini egemenlerin elinden aldığı, Karl Marx’ın deyimiyle “Göğü fethe çıkan Komünarların iktidarı”, 72 gün boyunca direnirken; kadınlar Komün’ün önünde yer aldı, tüm halka genel oy hakkı tanındı. Din ve devlet işleri birbirinden ayrıldı, laik fikirler tüm Paris’e yayıldı. Serveti paylaşmak istemeyen egemenler, Komün’ü kanlı bir şekilde bastırdı ancak Komün’ün yarattığı ütopya hâlâ güncel, hâlâ cesur.

Yani Ekim Devrimi’nin takipçisi olduğu Paris Komünü, aradan yıllar geçmesine karşın komünistlerin talep ettiği dünyayı anlatıp; referans olmaya devam ediliyor.

Burada bir parantez açıp, Paris Komünü’nün “radikal sosyalist öz yönetim deneyimi”[89] olarak sunmak aymazlığına V. İ. Lenin’in, “Bizim için sovyetler biçim olarak önemli değildir, bizim için önemli olan, bu sovyetlerin hangi sınıfları temsil ettiğidir,”[90] uyarısı eşliğinde devam edelim.

Paris Komünü’nün takipçisi Ekim Devrimi en geri ülkeden en ileri ülkeye kadar tüm dünyayı kasıp kavuran bir devrimci coşkunun merkezi oldu.

“Rusya’daki Sovyet iktidarı şimdiden bütün dünya işçilerinin desteğini kazanmış bulunuyor. Halkı, Bolşevizm’den ve Sovyet iktidarından söz etmeyen bir tek ülke yok” diyordu V. İ. Lenin.

Özellikle işçilerin öz örgütlenmeleri aracılığıyla kendi iktidarlarını kurmaları demek olan sovyet sistemine paha biçilmez bir önem atfediyordu: “Proletarya diktatörlüğü! Bu sözcükler, şimdiye değin, yığınlar için anlaşılmaz sözcüklerdi. Sovyetler sisteminin dünyada ışıldaması sayesinde, bu anlaşılmaz sözcükler bütün modern dillere çevrildi; diktatörlüğün pratik biçimi, işçi yığınları tarafından bulunmuştu. Bu biçim, Rusya’daki sovyetler iktidarı sayesinde, Almanya’daki Spartakistler ve öbür ülkelerdeki, örneğin, Büyük Britanya’daki işyeri komiteleri gibi benzer örgütler sayesinde, büyük işçi yığınları için anlaşılır bir duruma geldi. Bütün bunlar, proletarya diktatörlüğünün devrimci biçiminin bulunduğunu, proletaryanın şimdi egemenliğini uygulamaya yetenekli olduğunu gösteriyor.”[91]

Rusçada meclis anlamına gelen Sovyetler devrim dönemlerine has ayaklanma organları olmanın çok ötesine geçerek iktidar organları hâline gelmiştir. Proletarya diktatörlüğü ya da aynı anlama gelmek üzere işçi devleti de, iktidarın doğrudan ve yalnızca bu meclislerin elinde olması demektir. Paris Komünü’nün ardından 1917 Ekim Devrimiyle de tasdik edilmiştir ki, komün, sovyet, konsey, şura vb. öz örgütlenmelere dayanmayan hiçbir iktidar işçi iktidarı anlamına gelemez.

Ne var ki, buradan yola çıkarak, konsey tipi örgütlenmeleri fetiş hâline getiren ve onların önemini vurgulamak adına devrimci partinin gerekliliğini küçümseyen anarşizan yaklaşımlar baştan aşağıya yanlıştır. Nitekim Rus devriminde ortaya çıkan sovyetler, uzun bir süre boyunca Menşevikler ve Sosyalist Devrimciler gibi oportünist akımların denetiminde kalmışlardı.

Bu akımların etkisi altında işçi kitlelerini uyutmanın, aldatmanın ve burjuva hükümetlere payanda hâline getirmenin bir aracı olarak iş görüyorlardı. Onların işçi devrimi doğrultusunda ayaklanma organları hâline gelmesi ve ardından da bizzat iktidar organları olarak öne çıkmaları yalnız ve yalnızca Bolşeviklerin enerjik çabalarıyla mümkün olmuştur. Bolşevikler olmasaydı, işçi sınıfının bu muazzam önemdeki örgütlenmeleri ancak tarihçilerin ilgi alanına giren unutulmuş deneyimler olarak kalacaklardı.

O hâlde “Sovyet”lerden çokça söz eden lafazanlıklar yerine, “Eğer bir şey yapılacaksa, onu iyi yapmak gerekir,” diyen Behice Boran’ın uyarısını dikkate almak çok daha işlevsel olacaktır.

Malum “İleriye doğru atılan her adım, her gerçek ilerleme bir düzine programdan daha değerlidir,” der Karl Marx ve ekler Frederic Bastiat da: “Sosyalistlerin amacı, insanları gerçek özgürlükte bir araya getirmeye zorlamak ve buna engel olan örgütlenmeleri de bastırmaktır”!

V. İ. LENİN’İN LENİNİZMİ

Şimdi sıra, “Yeni ve daha iyi bir toplum düzeni kurmak istiyoruz. Bu yeni ve daha iyi toplumda ne zengin, ne de yoksul olmalı; herkes çalışmalı. Ortak emeklerinin meyvelerinden bir avuç zengin değil, bütün emekçiler yararlanmalı,” diyen V. İ. Lenin’in Leninizm’ine geliyor.

Albert Einstein’ın, “Onun gibi insanlar insanlığın muhafızları ve onarımcılarıdır,” notunu düştüğü V. İ. Lenin için Pablo Neruda, “Aklı hep ateşliydi, ama hiç kül olmadı ve ölüm, alev almış kalbini soğutamadı,” derken; “komünistler bir çift sözüm var size:/ ister devlet başında olun ister zindanda/ ister sıra neferi, ister parti katibi/ Lenin girebilmeli, her zaman, her mekânda/ işinize, evinize, bütün ömrünüze/ kendi işi, öz evi, kendi ömrüymüş gibi,” diye eklerdi dizelerinde Nâzım Hikmet.

“Şimdi aramızdan bazıları şöyle bağırmaya başlıyorlar: gelin bataklığa gidelim! Ve onları ayıplamaya başladığımız zaman da, karşılıkları şu oluyor: ‘Ne geri insanlarsınız! Sizi daha iyi bir yola çağırma özgürlüğünü bize tanımamaktan utanmıyor musunuz?’ Evet beyler! Yalnızca bizi çağırmakta değil, istediğiniz yere, hatta bataklığa bile gitmekte özgürsünüz. Aslında bize göre sizin gerçek yeriniz bataklıktır, oraya ulaşmanız için size her türlü yardımı yapmaya da hazırız. Yeter ki ellerimizi bırakın, yakamıza yapışmayın ve o büyük özgürlük sözcüğünü kirletmeyin, çünkü biz de dilediğimiz yere gitmekte ‘özgürüz’, yalnızca bataklığa karşı değil, yüzlerini bataklığa doğru çevirenlere karşı da savaşmakta özgürüz!” diyen V. İ. Lenin liberallerle, oportünistlerle arası hiç iyi olmayan, eski(miş) şemalara aldırmayan yaratıcı/ militan sınıf çizgisinin teorisyeniydi.

Onun için geleceği biçimlendirecek örgüt bir kaldıraçtı.

Bunun için de “Devrimci bir partinin ancak devrimci sınıfın hareketine fiilen rehberlik ettiği zaman adına layık olabileceğini akıldan çıkarmamalıyız.”

“Eğer güçlü bir biçimde örgütlenmiş bir partiye sahip olursak, tek bir grev, siyasi bir gösteriye, hükümete karşı kazanılmış siyasi bir zafere dönüşebilir. Eğer güçlü bir şekilde örgütlenmiş bir partiye sahip olursak, tek bir bölgede ortaya çıkan ayaklanma muzaffer bir devrim hâline gelebilir,” derdi.

Çünkü “Yönetici bir örgüt olmazsa, kitlelerin enerjisi pistonlu bir silindir içinde sıkışmayan buhar misali uçup gider. Bununla birlikte, hareket silindir ya da pistondan değil, buhardan ileri gelir.”[92] Devrimi kitleler yapar; lakin örgütlü ve öncü partilerinin yolunda ilerleyen kitleler.

Önderliği olmayan kitleler devrim yapamaz, kitlelerin gücüne dayanmayan öncü tarihin akışını değiştirecek atılımların önünü açamaz. Öncünün sınıfın önderi hâline gelebilmesi ancak kendini bu göreve hazırlamasıyla mümkündür. Ekim Devrimi de bu gerçeğin sınıf ekseninde doğrulanışıydı; V. İ. Lenin’in, “Sınıf bilinçli işçiler bir erk olabilmek için çoğunluğu kendilerine kazanmak zorundadırlar… Biz Blanquist değiliz, iktidarın bir azınlık tarafından ele geçirilmesi yandaşı değiliz,”[93]

Dikkat! Bu ifade, geniş yığınların desteğini alan ve 1917 Ekim’in de iktidarı ele geçiren Bolşevikleri “darbeci” olarak niteleyenler de bir yanıttır aynı zamanda!

Sınıf gerçeğini davranışına meczeden Leninizm için düşünce biçimlerini belirleyen son tahlilde nesnel toplumsal zemindir. İşçi sınıfı devrimciliği çizgisinde durmayan ve yaşamlarını bunun gereklerine göre belirlemeyen kimselerin düşünceleri, elbette sınıf eksenli olamaz.

Bu geçmişte de böyleydi, bugün de böyledir. Buradan da anlaşılacağı üzere, ortaya çıkan parti içi sorunların kaynağında V. İ. Lenin’in kavgacı, haşin ve sert yaradılışının yattığını düşünenler, asıl bu hakikâti hasıraltı etmekteydiler.

O, bir proleter sınıf devrimcisiydi ve önderleri olarak kabul ettiği Karl Marx ile Friedrich Engels’in şu sözünü rehber edinmişti: “İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır!”

Ancak birileri bu düsturdan işçi sınıfının kendiliğinden eylemlerini anlamaktadır. Oysa kapitalist üretim tarzından kaynaklı, nesnel olarak devrimci potansiyele sahip işçi sınıfının devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyi yükseltilmedikçe ve devrimci öncüsü yaratılmadıkça sermaye düzeni yıkılamaz. Lenin, verilecek mücadelenin eksenine, işçi sınıfının kendinde sınıf olmaktan çıkıp kendisi için sınıf hâline gelmesini oturtur. Esasında her proleterde bir sınıf içgüdüsü vardır ve bu içgüdü toplumsal gelişmeler karşısında şu ya da bu biçimde kendini dışa vurur. Doğal olarak bu içgüdü, bilinçli olmayan bir tutumu, bir sınıf olmanın kendiliğinden getirdiği sezgisel bir tutumu ifade eder. İşte devrimci mücadelenin hedefi bu sınıf içgüdüsünün bilinçli proleter sınıf tavrı düzeyine yükselmesini sağlamak olmalıdır.

Bu meyanda belirtelim ki, politika alanında kullanılan terminoloji ve kavramlar, gerçekte savunulan teorik-politik dünya görüşünün doğrudan dile gelmesidir. V. İ. Lenin’in mütemadiyen işçi sınıfı ve devrimci örgüt vurgusu yapması son derece bilinçli bir tutumdur.

Vurguları, sınıf devrimciliğinin doğrudan bir yansımasıdır. O, işçi sınıfının devrimci gücüne büyük bir güven beslemiş ve bunu pratikte ortaya koymuştur. Meselâ 1918 yazında iç savaşın kızıştığı günlerde V. İ. Lenin işçilere şu çağrıyı yapar: “Devrimin durumu kritiktir. Unutmayın devrimi yalnızca siz kurtarabilirsiniz, başka kimse yok.”

O, düzenli olarak doğrudan işçilere seslenir, onlarla konuşur ve yardımlarını ister. Zira işçiler devrime sahip çıkar ve mücadele ederlerse işçi iktidarı ayakta kalabilirdi.

Tüm burjuva çarpıtmaların aksine V. İ. Lenin, işçi sınıfı olmadan asla ve asla bir proletarya diktatörlüğü kurulacağına inanmamış, partiyi sınıfın yerine ikame etmeyi savunmamış ve bunu defalarca dile getirmiştir. Daha 1919’dan itibaren bürokratikleşmeye vurgu yaparken, işçi sınıfının bilinçli mücadelesi olmadan proletarya iktidarının ayakta kalamayacağını belirtiyordu. Kararnamelerle devrim yapmayı ve hatta sosyalizmi kararnamelerle kurmayı hayal edenlerden kökten farklı bir anlayışa sahipti. Ona göre, “Sosyalizm yukarıdan kararnamelerle kurulmaz. Resmi bürokratik otomatiklik onun (sosyalizmin) özüne yabancıdır. Yaşayan yapıcı sosyalizm, halk kitlelerinin kendilerinin yaratacağı bir şeydi.”[94]

Özetle “V. İ. Lenin’in liderliği bürokratik ve aygıt yoluyla tepeden dayatılan bir liderlik olmamıştır. O, kendisinden başka çevresinde herkesin hata yaptığını tekrarlayan bir lider konumuna düşmemiştir. Neredeyse her önemli dönemeçte Lenin, lideri olduğu örgüt karşısında tek başına kalmış ve amansız bir mücadele ile örgütünü kendi çizgisine yeniden kazanmıştır.”[95]

Sınıfsal olmayan hiçbir analizi söz konusu edilemeyen V. İ. Lenin için “demokrasi” tanımı da devlet gerçeğinden ari değildi.

“İşçiler ve tüm emekçiler aç, çıplak, bitmiş ve tükenmiş bir durumda iken saf demokrasiden, genel olarak demokrasiden, eşitlikten ve özgürlükten söz etmek, emekçiler ve sömürülenler ile alay etmek demektir.”

“Önemsiz bir azınlık için demokrasi, zenginler için demokrasi - kapitalist toplumun demokrasisi budur.”

“Devlet varsa özgürlük yoktur. Özgürlük olduğunda devlet olmayacaktır,” diyen O; “Her aşçı devleti yönetebilmelidir,” iddiasını güden çoğulcu bir sosyalizm anlayışına sahipti.

“İtaat”/ve “biat” insan(lık)ı edigenleştirip/ve sürüleştirirken; Onun her alanda karşı çıktığı da buydu.

Yani V. İ. Lenin için yığınların aktif katılım ve kararlarıyla yarattıkları proletarya diktatörlüğü/ve sosyalist demokrasi de “İtaat”/ve “biat” ol(a)mazken; aksi hâlde işaret ettiği, buna bilinçli “toplumsal hizmet” denemezdi: “Aşağıdan demokrasi, bürokrasisiz, polissiz, düzenli ordusuz bir demokrasi; tamamı silahlandırılmış halktan devşirilen bir milisle gönüllü toplumsal hizmet! Bunlar hiçbir çarın, hiçbir maceracı kumandanın ve hiçbir kapitalistin el koyamayacağı özgürlüğün garantisidir,”[96] ifadesindeki üzere.

Evet “Devrimci bir teori olmaksızın devrimci bir hareket olamaz”…

“Uyuşmazlıkları giderebiliriz, çelişki kalıcıdır”…

“Devrim ezilenlerin şölenidir,” gerçeklerinin altını çizen V. İ. Lenin için devrimci Marksist bir bütünlüktür; örgütlü özgürlük teorisidir; devrimci praksistir.

“Komünist ahlâk, emekçileri her türden sömürüye, her türden küçük mülkiyete karşı birleştiren bu mücadeleye hizmet eden ahlâktır… Bu ahlâk, toplumun eski sömürücüsünü yıkmaya ve bütün emekçilerin, komünistlerin yeni toplumunu kuran proletaryanın etrafında birleşmelerine hizmet eden bir ahlâktır,” diyen O; “Silahsızlanma sosyalizmin amacıdır,” şiarıyla kriz(ler) ve emperyalizm meselesini devrimin güncelliği ile doğrudan ilişkilendirmişti.

Ve “Tüm krizlerin büyük önemi, gizli olanı açığa çıkarmaları, sınırlıyı, yüzeyseli, ayrıntıyı bir kenara itmeleri, politik moloz yığınını ortadan kaldırmaları, gerçekten yürüyen sınıf mücadelesinin gerçek saiklerini ortaya koymalarıdır,” saptaması eşliğinde “Emperyalizm, proletaryanın toplumsal devriminin arifesidir. Bu, 1917’den beri dünya ölçeğinde doğrulanmıştır,”[97] demişti.

1917 EKİM’İ

Oscar Wilde’ın, “Ütopya içermeyen bir dünya haritasına bakmaya bile değmez,” ifadesindeki üzere 1917 Ekim’i[98] bir eşitlikçi özgürlük ütopyasının hayata geçirilme pratiğidir.

Söz konusu devrimci pratik, eksiği/ fazlasıyla “Bizim yiğitliğimiz ve güzelliğimiz fırtınanın içinde ortaya çıkar,”[99] formülasyonuna mündemiçken; “Biz hatalarımızdan korkmuyoruz. Devrimin patlamasıyla insanlar azizlere dönüşmüyor. Yüzyıllardır ezilmiş, korkutulmuş, sefalet ve cehalet içinde tutulmuş, vahşileştirilmiş olarak yaşamış olan emekçi sınıflar devrimi, hatalar da yapmadan gerçekleştiremezler.

Ve benim daha önce de söylediğim gibi, burjuva toplumunun cesedi ve tabut içinde çivilenip mezara gömülüp bitmez. Hâl edilmiş kapitalizmin cesedi bizim içimizde, ortamızda çürümeye başlar, havayı zehirler, varlığımızı zehirler ve yeni olanı, taze, genç, canlı olanı eskinin, çürümüşlüğün ve ölümün binlerce bağıyla bağlayıp boğmaya çalışır,” diye uyaran V. İ. Lenin ekliyordu:

“Yalnızca adına üst sınıflar denilenlerin, yalnızca zenginlerin, yalnızca zengin okullarına gidenlerin devleti yönetebileceği ve sosyalist toplumun örgütsel gelişimini sağlayabileceği yolundaki o köhnemiş, saçma, vahşi ve tiksindirici önyargıyı her ne pahasına olursa olsun yerle bir etmeliyiz. (...)

İşçi sınıfının her bireyi, okuma yazma bilen her köylü, insanları tanıyan ve pratik deneyimi olan herkes, örgütsel çalışma için yeterlidir. Burjuva entelektüellerinin öylesine bir aşağılama ve küçümseme ile söz ettikleri o alelade insanlar arasında bu yetenekte pek çok insan vardır. Sözünü ettiğimiz türden bir yeteneğin işçi sınıfında ve köylülükte zengin ve gürül gürül akan kaynakları vardır.

İşçiler ve köylüler henüz çekingendir. Artık kendilerinin egemen sınıf olduğu fikrine alışamamışlardır. Henüz yeterince kararlı değillerdir. Tüm yaşamları boyunca yokluğun esareti altında bulunan, sopa tehdidi altında çalışmaya zorlanan milyonlarca insana devrim tek bir hamleyle bütün bu nitelikleri kazandıramaz. Ama yine de 1917 devrimi bu nitelikleri canlandırdığı, eski ayak bağlarını koparıp attığı, küflenmiş prangaları ortadan kaldırdığı ve emekçi halkı yeni bir yaşamın bağımsızca yaratılması yolunda sürükleyebildiği için güçlü, canlı ve yenilmezdir.”

1917 Devrimi’nin kuruluş ve mevcudiyetini koruma hamleleri “demokrasi”nin reddi(?) ya da “diktatörlük”(!) ile “suçlanmaya” kalkışılsa da, Baruch Spinoza’nın “Önemli olan yargılamak değil; anlamaktır,” ifadesindeki üzere ele alınması gereken bir hakikâttir O; V. İ. Lenin’in de dikkat çektiği gibi:

“Sovyet düzeni işçi ve köylüler için demokratizmin en üst ölçeğidir ve aynı zamanda da burjuva demokratizminden bir kopuş, dünya tarihinde yeni bir tip demokrasinin, yani proleter demokratizmin diğer bir deyimle proletarya diktatörlüğünün de doğuşudur.”

“Yoldaşlar, işçiler! Unutmayın, artık siz kendiniz devleti kontrol ediyorsunuz. Eğer siz birleşmez ve bütün devlet işlerini kontrolünüz altına almazsanız, kimse size yardım etmeyecek. Sizin Sovyetleriniz, bundan böyle devlet otoritesinin organları, bütün iktidarın meşru bedenidir.”

Evet burjuvazinin ve reformizmin 1917 Devrimi’ne ve Bolşeviklere yönelik karşı-devrimci saldırıları, esas olarak demokrasi-diktatörlük meselesinde odaklanıyordu.

1918’de yayınlanan ‘Proletarya Diktatörlüğü’ broşüründe, diktatörlüğü devletin özü değil tıpkı demokrasi gibi biçimlerinden biri olarak ele alan Karl Kautsky, burjuva demokrasisini kutsarken Bolşevikleri parti diktatörlüğü kurmakla suçluyordu. Buna teorik kılıf uydurmaya çalışırken de, Karl Marx’ın proletarya diktatörlüğü konusundaki yaklaşımını iğdiş edip, onu Lenin’in deyimiyle “kötü bir liberale” çeviriyordu.

En demokratik burjuva devlette bile demokrasinin ancak zenginler için yani bir azınlık için söz konusu olduğu, yoksullar içinse her zaman kısıtlamalar içerdiği ve onları siyasete etkin katılımın ve demokrasinin dışına ittiği gerçeğinin üzerini örten Karl Kautsky, işçi sınıfının toplumun çoğunluğunu oluşturup parlamentoda da çoğunluğu elde ettiği takdirde iktidarı kolaylıkla ele geçirebileceğini ve burjuvazinin buna karşı durmaya gücünün yetmeyeceğini savunmaktaydı.

Karl Kautsky gibi dönekler 1917 Devrimi’ne parlamenter budalalıkla yaklaşıp Bolşeviklere saldırırken, Alman Sosyal Demokrat Partisi’nden yolunu devrimci temellerde ayırıp, “Her kim ki on yıllarca kendini tekmeleyen egemeninin çizmelerini yalıyorsa, o bir köpektir,” diyen Rosa Luxemburg, Bolşeviklerin önlerine hedef olarak burjuva demokrasisini korumayı değil proletarya diktatörlüğünü kurmayı koymakla tarihî bir fark yarattıklarını söylüyor ve “parlamento köstebekleri”ni mahkûm ediyordu.

Ayrıca şöyle diyordu V. İ. Lenin:

“Burjuva devletleri biçim olarak çok değişiktir, ama özde aynıdırlar: biçimleri ne olursa olsun bütün bu devletler son tahlilde kaçınılmaz olarak burjuva diktatörlüğüdürler. Kapitalizmden komünizme geçiş, kuşkusuz son derece bol ve çeşitli siyasal biçimler gösterir, ama özü kaçınılmaz olarak aynı olacaktır: proletarya diktatörlüğü.”[100]

Ayrıca proletarya diktatörlüğü meselesinin aslında sınıf mücadelesinin kilit sorunu olduğunu vurgulayan V. İ. Lenin, tam da bu yüzdendir ki, sınıf mücadelesinin kabulünün proletarya diktatörlüğünün kabulüne dek genişletilmesinin, Marksistlerle küçük (ve büyük) burjuva solcular arasındaki en derin ayrım çizgisini oluşturduğunu belirterek uyarır:

“Proletarya demokrasisi, herhangi bir burjuva demokrasisinden milyon defa daha demokratiktir. Sovyet devleti, en demokratik burjuva demokrasisinden milyon defa daha demokratiktir.”[101]

“İşçi, Asker, Köylü v.b. Sovyetleri iyi anlaşılmadı. Şu anlamda ki birçok kişi, Sovyetlerin Rus devrimindeki sınıfsal anlamı ve işlevi üzerine açık bir fikir edinemedi. Ama onların yeni bir devlet biçimini, ya da daha doğrusu yeni devlet tipini simgeledikleri de anlaşılamadı.

En yetkin, en gelişmiş burjuva devlet tipi parlamenter demokratik cumhuriyettir. Parlamenter demokratik cumhuriyette iktidarı, parlamento kullanır. Devlet makinesi yönetim aygıt ve örgütü, bildiğimiz aygıt ve örgütlerden oluşur: sürekli ordu, polis, gerçekte görevden alınamaz, ayrıcalıklı ve halkın üstünde yer alan memurlar kastı.

Ancak XIX. yüzyıl sonundan başlayarak devrimci dönemler, demokratik devletin üstün bir tipine Engels’in deyişiyle söylersek, daha şimdiden bir devlet olmaktan çıkan, ‘artık terimin gerçek anlamında devlet olmayan’ bir devlete yol açtı. Halktan ayrı ordu ve polisin yerine, halkın kendisinin doğrudan ve dolaysız silahlanmasını geçiren Paris Komünü tipindeki devlettir bu devlet. Burjuva yazarlar tarafından kötülenen, kara çalınan ve haksız olarak sosyalizmi bir çırpıda ‘başlatma’ niyeti yüklenen Komün’ün gerçek özü işte budur.

1905’te ve 1917’de Rus Devrimi, işte bu tip bir devlet kurmaya başladı. Rusya Halk Temsilcileri Kurucu Meclis ya da Sovyetler Konseyi v.b. biçiminde bir araya gelen bir işçi, asker, köylü v.b. vekilleri Sovyetler Cumhuriyeti: şu anda ülkemizde, kadet profesör efendilerin bir burjuva parlamenter cumhuriyet için kendi yasa tasarılarını kaleme almalarını ya da Bay Plehanov ya da Kautsky gibi küçük-burjuvazi ‘Sosyal demokrasi’si bilgiç ve görenekçilerinin Marksist devlet kavramını çarpıtmaktan vazgeçmelerini beklemeksizin, kendiliğinden ve kendi tarzlarında bir demokrasi yaratan halk yığınlarının girişkenliğiyle doğmakta olan şey işte budur.”[102]

1917 Ekim’inin yarattığı tam da budur! “Ya şiddet” mi?

Gayet basit! Amerikalı iktisatçı, sosyolog ve akademisyen Thorstein B. Veblen’in ‘The Dial’ dergisi editörlüğünü yaptığı 1918-1919 kesitindeki yazılarını bir araya getiren ‘Bolşevizm Üzerine Metinler’inde yazarın temel sorusu ‘Bolşevizm Kimler İçin Tehdit?’ oluyordu.

Yanıtı da şöyleydi: “Sovyet Kongresi tarafından yürürlüğe konulan Anayasa kimin için tehdit? Bu belgeler, çıkar grupları ile sıradan insan arasında kesin bir ayrım yapar ve Bolşevik program bütün çıkar gruplarının kesin ve kapsamlı reddine dayanır. Bütün amaç esasen budur. Başlangıçtaki niyeti bakımından, kendi amacını gerçekleştirme çabasında ilgili taraflarca engellenmediği sürece, Bolşevizm yalnızca çıkar gruplarına yönelik bir tehdittir. Başka hiçbir şeye ya da kimseye karşı bir tehdit değildir.”

Veblen Amerika ve Avrupa’daki çıkar gruplarının Rusya dışında “Bolşevik İltihap” korkusuna karşı Sovyet Rusya üzerinde sermaye operasyonu ve sabotaj düzenlediklerine de dikkat çekerek, “Rusya’daki Sovyet idaresinin başarıyla sürmesinin gerek Amerika’daki gerekse Avrupa’nın medeni ülkelerindeki çıkar gruplarının koruyucularına aşırı korku saldığına kuşku yoktur. Sovyetler’in son derece olumsuz koşullarda faaliyette bulunduğu düşünüldüğünde, Sovyet Rusya’nın belli bir başarı kazandığı gerçeği reddedilerek bir yere varılamaz. Ne kadar acı verse de gerçek budur. Sovyetlerin, müttefik kuvvetlerin sansür ve yalan bürolarının incelemesinden geçen raporlarda yazanlardan çok daha başarılı olduğu açıkça ortadadır,” diyordu.

Veblen, Bolşevizm’in Batı’da neden bu kadar korkulan bir unsur olduğunun yanıtını ararken “Bolşevizm ‘mülk sahiplerinin işe gelmediği bir sisteme’ tehdittir, bu yüzden de yerleşik hukuk ve düzenin kutsal ruhuna karşı işlenmiş bir günah olduğu için yeterince ölümcül bir suçtur. Çünkü ‘mülk sahiplerinin işe gelmediği sistemin’ reddi, ekonomik ve politik unsurların kurulu düzenini yerinden edecektir. Bu ise Avrupa medeniyetinin sonudur,”[103] sonucuna ulaşır.

Tüm bunlarda Teslim Töre’nin, “Esas yanlış olan Lenin ve Leninizm’dir,”[104] mesnetsiz uçukluğu dışında itiraz edilen nedir?

Ya soru(n)lar mı? Elbette vardı; yaşayan her şey gibi olacaktı ve oldu da!

Bilmeyen var mı? Louis Althusser’in, “Lenin’e göre bir yanılgı karşısında susmak ya da onu görmezlikten gelmek, yenilmekten ve o yanlışı yapmaktan daha vahimdir,”[105] notunda ifade edilen bir tutumdu O…

1917 Ekim’i de bunun özetiydi; “Kuru ekonomik sosyalizmle ilgilenmiyorum. Sefalete karşı savaşıyoruz, ama aynı zamanda yabancılaşmaya karşı da savaşıyoruz. Marksizmin temel amaçlarından biri, insanların psikolojik motivasyonlarından bireysel çıkar ve kazanç faktörü olan ilgiyi ortadan kaldırmaktır. Marx, hem ekonomik faktörlerle hem de bunların bilinç üzerindeki yansımalarıyla meşguldü. Komünizm bununla da ilgilenmiyorsa, bir mal dağıtma yöntemi olabilir ama asla devrimci bir yaşam biçimi olmayacaktır,” satırlarındaki üzere Ernestro Che Guevara’nın…

VE…

i) Aslın da bugünde hâlâ (aşılmamış) tartışılan meselelerin antagonistik düalitelisini reformcu II. ve ihtilalci III. Enternasyonal ayrımı oluşturmaktadır. Tarafımız III. Enternasyonal’in sınıf doğrultusudur.

ii) 1917 Ekim Devrimi umuttur: “Çünkü umut kaçınılmaz gelecektir/ Bütün gümbürtüsüyle/ umut kaçınılmaz gerçektir çünkü,” dizelerindeki üzere Turgut Uyar’ın…

iii) 1917 -Paris Komünü gibi- söylenmiş sözdür: Attilâ İlhan’ın, “O sözler ki kalbimizin üstünde/ dolu bir tabanca gibi ölüp ölesiye taşırız/ O sözler ki, bir kere çıkmıştır ağzımızdan/ uğrunda asılırız,” mısralarındaki gibi…

iv) Ve nihayet Marksist-Leninist geleneğin süreklilik içindeki devrimci kopuşu ve sınıf hareketinin devrimci teoriye nihai biçimi vereceği ihtilalci praksis ile “Şafak vakti, ateşli bir sabırla donanmış olarak gireceğiz muhteşem şehirlere.”[106]

17 Ekim 2021 17:31:21, İstanbul.

N O T L A R

[*] Kaldıraç’ın 7 Kasım 2021 tarihinde İstanbul’da düzenlediği “Ekim Devrimi'nin 104. Yılında Gelmekte Olan Devrimdir” başlıklı panelde yapılan konuşma… Kaldıraç, No:244. Kasım 2021…

[1] Nâzım Hikmet.

[2] V. İ. Lenin, “Rus Sosyal-Demokrat Hareketi İçindeki Reformculuk”, Marx-Engels-Marksizm, çev: Vahap Erdoğdu, Sol Yay., 1976, s.301.

[3] Celalettin Can, “Sovyet Devrimi’nin Yıl Dönümünde, Lenin’in Politik Düşüncesini Hatırlamak…”, 8 Kasım 2020… https://www.indyturk.com/node/269156/

[4] Henri Lefebvre, Marx’ın Sosyolojisi, çev: Selahattin Hilav, Sorun Yay., 1996.

[5] Henri Lefebvre, Diyalektik Materyalizm, çev: Barış Yıldırım, Sel Yay, 2006, s.107.

[6] Paul Lafargue, Tembellik Hakkı, çev: Hasan İlhan, Alter Yay., 2009.

[7] Theodor W. Adorno, Negatif Diyalektik, çev: Şeyda Öztürk, Metis Yay., 2016

[8] Alex Callinicos, “Kapitalizm ve Felaket”, Birgün Pazar, Yıl:18, No:752, 8 Ağustos 2021, s.10.

[9] Max Horkheimer, Akıl Tutulması, çev: Orhan Koçak, Metis Yay., 1986.

[10] Bhaskar Sunkara, “Sosyalizmden Korkuyorlar”, Birgün, 30 Aralık 2019, s.5.

[11] “Kameralar karşısında vakur görünmeye çalışan ama kırgınlığının yüzüne yansımasını engelleyemeyen adam altı yıllık iktidarını 11 dakikada savunmaya, suçsuz olduğunu kanıtlamaya uğraşıyordu ama onu ekrandan izleyenlerin gözlerinde sadece öfke ve nefret vardı. Zaten o, artık olmayan bir ülkenin devlet başkanıydı. TV’de istifasını açıklayan adam Mihail Gorbaçov’du yani Sovyetler Birliği’nin son devlet başkanı. Tarih 25 Aralık 1991’di yani dünyanın altüst olduğu gündü.” (Cenk Başlamış, “Dünyanın Altüst Olduğu Gün...”, Cumhuriyet, 26 Aralık 2020, s.6.)

[12] Fyodor Dostoyevski, İnsancıklar, çev: Sabri Gürses, Can Yay., 2013.

[13] Grigory Petrov, Beyaz Zambaklar Ülkesinde, çev: Elnur Osmanov, Koridor Yay., 2007.

[14] Ray Bradburry, Fahrenheit 451, çev: Zerrin Kayalıoğlu, İthaki Yay., 2017.

[15] Yalçın Ergündoğan, “Soğuk Savaş Yıllarında Solun Arkasında SSCB mi Vardı?”, 30 Ekim 2017… https://www.artigercek.com/soguk-savas-yillarinda-solun-arkasinda-sscb-mi-vardi

[16] Yalçın Ergündoğan, “Atılım Yapmış Tarihi TKP’ye Örtülü SSCB Freni…”, 13 Kasım 2017… https://www.artigercek.com/atilim-yapmis-tarihi-tkp-ye-ortulu-sscb-freni

[17] Yalçın Ergündoğan, “Sivil İtaatsizlikle Halkın Rızasını Kazanma Başarısı…”, 26 Kasım 2018… https://www.artigercek.com/yazarlar/yalcin_ergundogan/sivil-itaatsizlikle-halkin-rizasini-kazanma-basarisi

[18] Noam Shpancer, İyi Psikolog, çev: Nil Karaca, Pegasus Yay., 2015.

[19] “SOL Parti PM Üyesi Alper Taş: Önceliğimiz AKP’yi Yenmek”, 11 Ekim 2021… https://www.birgun.net/haber/sol-partililer-onceligimiz-akp-yi-yenmek-361646

[20] Orhan Pamuk, “Bu (‘Yetmez Ama Evet’ten Pişman mısınız?) soruya yanıt vermeyeceğim” derken, Ufuk Uras da, “Orhan Pamuk’un bir toplantıda ‘Yetmez ama Evet’ üstüne gelen bir soruya yanıt vermeye tenezzül bile etmemesi çok doğru bir yaklaşım,” (“Yetmez Ama Evet Tartışmaları: Kimler Neler Söyledi?”, 17 Ekim 2021… https://marksist.org/icerik/Haber/16746/Yetmez-ama-evet-tartismalari-Kimler-neler-soyledi) zırvasını terennüm etmiş! Bu ne demek? Bu nasıl bir tavır? Neye tenezzül etmiyorsunuz?

Pamuk’un ardından ayrıca Nilüfer Göle uzun yanıtında, “Tam bir coşku içindeydik, naif bir şekilde Türkiye’nin batılılaşacağına inandık”; Edhem Eldem, “Bizi “kullanışlı aptallar” olmakla itham ettiler ve batı gözünde bu rejimi meşru kılmakla suçladılar. Ancak biz gerçekten bir şeyleri değiştireceğimize inandık”; Ekonomist Seyfettin Gürsel de “AB’ye girerek, acı çekmeden, hızlı bir şekilde demokratikleşeceğimize inandık. Ama yanıldık,” diye konuştu. (“Pamuk ve Göle’ye Soruldu: ‘Yetmez Ama Evet’ten Pişman mısınız?”, 5 Ekim 2021… https://www.birgun.net/haber/orhan-pamuk-ve-nilufer-gole-ye-soruldu-yetmez-ama-evet-ten-pisman-misiniz-360987)

[21] Karl Marx, 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1993.

[22] Bkz: Deniz Adalı, “Devrim Kendi Kendine Olmaz”, Kaldıraç Dergisi, No:232, Kasım 2020; s.53-57.

[23] Karl Marx-Friedrich Engels, Devlet ve Hukuk, çev: Rona Serozan, Ayrıntı Yay., 2016, s.26-27.

[24] Bkz: “Murat Belge’den ‘Yetmez Ama Evet’ Gerekçeleri”, 12 Ekim 2021… https://tele1.com.tr/murat-belgeden-yetmez-ama-evet-gerekceleri-486276/

Bir de Düşün Think’de (11 Ekim 2021) “Ben bir ‘Yetmez, Ama Evet’çiyim” diyen Şanar (Yurdatapan) abi, “O gün, karşımızda üçüncü bir seçenek yoktu. (Boykot, hiç oy vermemek seçenek miydi?) Birbiri ile ilgisiz birçok konu için bir tek -Evet ya da Hayır- denmesinin saçmalığını vurgulayarak -Yetmez ama evet- dedim, dedik…

Bütün bu saydığım örneklerde, siz başka bir şey mi yaptınız? Örneğin, siz sevgili ‘Solcu’ kardeşlerim, İmamoğlu ve CHP sizce YETER miydi ki oy verdiniz? Aynı soruyu HDP seçmenine de sorabilirim.

Hayat karşımıza çoğu kez iki seçenekten fazlasını çıkarmaz. Hepimiz ‘Yetmez ama…’ demek zorunda kalırız,” diyor.

Kısa yanıtım: İlk turda İmamoğlu değil Türkiye Komünist Hareketi adayı Aysel Tekerek’e; ikinci boş oy verdim.

Ayrıca bir de Emma Goldman’ın “Oy vermek bir şeyleri değiştirseydi yasaklanırdı” diyerek işaret ettiği yol vardır her zaman; sandıkla sınırlanmış “Evet ya da Hayır” dışında!

[25] Abdullah Öcalan, “Demokratik Uygarlık Manifestosu” kapsamında yazdığı ‘Kapitalist Uygarlık’ kitabında, (Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu/ Kapitalist Uygarlık, Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi Yay., 2013.) çağdaş dünyayı şöyle tanımlamaktadır: “Modernitenin çözülüşü ve yeni postmodernite dönemi, biz bunu demokratik modernite olarak adlandırmak istiyoruz.” (Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu/ Kapitalist Uygarlık, Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi Yay., 2013, s.54.)

[26] Abdullah Öcalan, “Kapitalizmin Döl Yatağı: Ziggurat”, Demokratik Modernite Dergisi, No:18, Ekim-Kasım-Aralık 2016, s.6.

[27] yagk, s.13.

[28] yagk, s.21.

[29] yagk, s.7.

[30] yagk, s.16.

[31] yagk, s.10.

[32] Mahmut Yamalak, “Marksizme Kavramsal ve Kuramsal Bir Bakış”, Demokratik Modernite Dergisi, No:18, Ekim-Kasım-Aralık 2016, s.40.

[33] Ahmet Cemal, “Marksizmin İktidar, Bilgi ve Sermaye Birikimine Yaklaşımı”, Demokratik Modernite Dergisi, No:18, Ekim-Kasım-Aralık 2016, s.54.

[34] Murat Satılmış, “Marksizmin Zihniyete Yaklaşımı”, Demokratik Modernite Dergisi, No:18, Ekim-Kasım-Aralık 2016, s.78-81.

[35] Nurettin Amed, “Marksizmin Kapitalist Modernite ile Bitmeyen Kavgası”, Demokratik Modernite Dergisi, No:18, Ekim-Kasım-Aralık 2016, s.84.

[36] Haydar Ergül, “Sınıf Değil Komünalite”, Demokratik Modernite Dergisi, No:18, Ekim-Kasım-Aralık 2016, s.95

[37] Cihan Bedewi, “Kaba Materyalizmi Metafizikle Aşmak”, Demokratik Modernite Dergisi, No:18, Ekim-Kasım-Aralık 2016, s.136.

[38] Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, çev: Ahmet Kardam, Sol Yay., 7. Baskı, 2011.

[39] Friedrich Engels, Anti-Dühring: Bay Eugen Dühring Bilimi Altüst Ediyor, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1966.

[40] V. İ. Lenin, Materyalizm ve Ampiryokritisizm- Gerici Bir Felsefe Üzerine Eleştirel Notlar, çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.

[41] Rosa Luxemburg, Sosyal Reform mu Devrim mi? çev: Nihal Yılmaz, Belge Yay., 1993.

[42] V. İ. Lenin, Devlet ve İhtilal, çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 1989.

[43] Arif Koşar, “Demokratik Modernite’nin ‘Marksizm Eleştirisi’nin Eleştirisi”, 1 Mart 2017… https://teoriveeylem.net/2017/03/demokratik-modernitenin-marksizm-elestirisinin-elestirisi/

[44] Konu “çözüm süreci” ise Abdullah Öcalan, CHP’yi nasıl görüyordu? Yanıt için kütüphanemdeki bir kitaba göz atıyorum. “Demokratik Kurtuluş ve Özgür Yaşamı İnşa” adlı kitap, 2013-2015 yılları arasında İmralı’da yapılan görüşmelerin kayıtlarını ve Öcalan’ın mesajlarını içeriyor. Yani hem HDP heyetinin hem de devlet yöneticilerinin tanık olduğu sözleri aktarıyor.

İmralı notlarına bakıldığında iki temel nokta görülüyor: Hem çok sert CHP eleştirisi hem de CHP’yi sürecin bir parçası hâline getirme çabası. Uzatmadan, Öcalan’ın dediklerinden birkaç alıntı aktarayım:

“Bu süreci bizzat biz hazırladık tabii. Önce devleti ısıttık, ortak ettik. Şimdi de AKP’yi ısıtıyoruz. Öyle eskisi gibi değil, eskiden farklı olarak siz de varsınız tabii. Bütün bunlar sizin masanıza da gelecek. (Sırrı’ya dönerek) Solu da sizin çabalarınızla katıyoruz. BDP’nin rolü önemlidir tabii, öyle arabuluculuk falan değil. Gazetelerde ‘postacı’ gibi şeyler yazıyorlar, öyle değil. Bütün bu anayasal-yasal boyut, yani parlamento boyutu sizin işinizdir. AKP’nin de CHP’nin de bütün bunları kendi içinde tartışması lazım. Sizin de onlarla görüşüp tartışmanız gerekir. Hatta canı isterse MHP bile katılır, katılmasa da kendisi bilir. CHP bir çıkmazı yaşıyor. Ben de varım dediği noktada adım atamıyor ya da ne dediğini bilmiyor.” (Barış Pehlivan, “Öcalan’ın CHP Mesajları”, Cumhuriyet, 23 Eylül 2021, s.4.)

[45] Sevgi Soysal, Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu, Bilgi Yay., 1976.

[46] Seyfi Öngider, “SYRIZA Başardı, HDP de Başarabilir”, 30 Aralık 2015… https://bianet.org/kurdi/siyaset/161902-syriza-basardi-hdp-de-basarabilir

[47] https://hdp.org.tr/tr/hdp-syriza-nin-yunanistan-in-umudunun-yaninda/5827/

[48] https://www.ntv.com.tr/dunya/syrizadan-hdpye-destek,XM_TFC_xzEuQNkvQ83RLRA

[49] Temel Demirer, “SYRIZA: Neydi? N’oldu?!”, Newroz, Ağustos 2016… https://temeldemirer.blogspot.com/2016/08/syriza-neydi-noldu.html#.YWkwphpBxPZ

[50] Zafer Yörük, “Biz SYRIZA’yı Çok Sevmiştik”, Yeni Yaşam, 14 Temmuz 2019, s.7.

[51] Aylin Kör, “Avrupa Solunda SYRIZA Krizi”, Birgün, 7 Şubat 2018… https://www.birgun.net/haber-detay/avrupa-solunda-syriza-krizi-203333.html

[52] Hayri Kozanoğlu, “SYRIZA’nın Bağırarak Gelen Yenilgisi”, Birgün, 9 Temmuz 2019, s.5.

[53] Arif Koşar, “Lafazanis: SYRIZA İhanet Etti, Sömürge Hâline Getiriliyoruz”, Evrensel, 10 Aralık 2016, s.14.

[54] Nilgün Cerrahoğlu, “İspanya’nın Yeni Solu ‘Podemos’…”, Cumhuriyet, 1 Şubat 2015, s.9.

[55] Oscar Reyes, “İspanyol Seçimlerini Anlamak İçin”, Birgün, 25 Temmuz 2016, s.14.

[56] Nilgün Cerrahoğlu, “İspanya’da Seçim: Podemos Mucizesini Beklerken”, Cumhuriyet, 20 Aralık 2015, s.10.

[57] Nilgün Cerrahoğlu, “Podemos’un Hedefi: ‘Cenneti Fethetmek’…”, Cumhuriyet, 27 Aralık 2015, s.10.

[58] Nilgün Cerrahoğlu, “İspanya ‘7 Haziran Senaryosu’ ile Yüz Yüze”, Cumhuriyet, 22 Aralık 2015, s.12.

[59] “Podemos’un ‘Yepisyeni’ Solculuğu...”, 23 Haziran 2015… http://haber.sol.org.tr/dunya/podemosun-yepisyeni-solculugu-120393

[60] Nilgün Cerrahoğlu, “Özelleştirmeleri Geri Alacağız!”, Cumhuriyet, 3 Şubat 2015, s.7.

[61] Onur Erem, “Sosyal Demokratlar Sola Kaymazsa Bölünebilir”, Birgün, 18 Mayıs 2016, s.5.

[62] Alejandro Lopez, “Bir Politik Sahtekârlık Olarak Podemos (2)”, 28 Kasım 2014… http://www.sendika.org/2014/11/bir-poltik-sahtekarlik-olarak-podemos-2-alejandro-lopez/

[63] Korkut Boratav, “Podemos’un Tuhaf Muhalefeti”, 26 Haziran 2015… http://www.sendika.org/2015/06/podemosun-tuhaf-muhalefeti-korkut-boratav/

[64] Nilgün Cerrahoğlu, “İspanya’da ‘Öfkelilerin’ Seçimi”, Cumhuriyet, 19 Aralık 2015, s.10.

[65] Selami İnce, “İspanya Seçimlerinde Ne Oldu?”, Birgün, 26 Haziran 2015, s.11.

[66] “Katalonya’da Seçim Bitti Tartışma Büyüyor”, Cumhuriyet, 29 Eylül 2015, s.13.

[67] “Podemos ‘Sol İttifakı’ Reddetti”, Evrensel, 26 Haziran 2015, s.11.

[68] Onur Erem, “Maite Mola: SYRIZA Başarırsa Tüm Avrupa’ya Örnek Olacak”, Birgün, 11 Mart 2015, s.10.

[69] Elif Görgü, “PCE(ML) Genel Sekreteri Raul Marco: Avrupa’da İnisiyatif El Değiştirebilir”, Evrensel, 6 Şubat 2015, s.10.

[70] “İspanya’ya Sol Damga”, Gündem, 26 Mayıs 2015, s.13.

[71] “Podemos Tabanında Yaşanan Hayal Kırıklığı”, Birgün, 9 Mayıs 2021, s.5.

[72] “İşçi Partisi Liderliğine ‘Sosyalist Aday’ Jeremy Corbyn Seçildi”, Cumhuriyet, 13 Eylül 2015, s.9.

[73] Ergin Yıldızoğlu, “Tarihe Geri Dönerken”, Cumhuriyet, 3 Ekim 2016, s.9.

[74] Ergin Yıldızoğlu, “Bir Semptom Olarak Jeremy Corbyn”, Cumhuriyet, 22 Eylül 2015, s.8.

[75] Tarık Ali, “Corbyn: İşçi Partisi’nin Sahip Olduğu En Sol Lider”, Birgün, 21 Eylül 2015, s.12.

[76] Nilgün Cerrahoğlu, “Jeremy Corbyn Şoku”, Cumhuriyet, 15 Eylül 2015, s.10.

[77] “… ‘Erkek Sosyalizmi’nde Kadınlara Yer Yok”, Milliyet, 14 Eylül 2015, s.12.

[78] V. İ. Lenin, “Uzaktan Mektuplar”, Seçme Eserler, Cilt: 6, çev: Saliha N. Kaya-İsmail Yarkın, İnter Yay., 1995, s.17.

[79] Friedrich Engels, Anti-Dühring: Bay Eugen Dühring Bilimi Altüst Ediyor, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1966.

[80] A. Dinç Alada, “Marx’ın Felsefesini Tartışmaya Açmak”, Birgün, 14 Şubat 2020, s.14.

[81] Bkz: i) Temel Demirer, “Karl Marx ile Marksizmi”… https://temeldemirer.wordpress.com/2018/08/26/karl-marx-ile-marksizmi/ ; ii) Temel Demirer, “Radikal Sosyalizm Hâlâ Güncel!”… https://temeldemirer.wordpress.com/2016/05/02/radikal-sosyalizm-hala-guncel/

[82] Mustafa K. Erdemol, “Yoksulların Yoksul Teorisyeni: Karl Marx”, Birgün, 1 Mayıs 2018, s.5.

[83] Melda Yaman-Özgür Öztürk, “Marx’ın Yolu”, Birgün Kitap, Yıl:15, No:196, 11 Mayıs-7 Haziran 2018, s.12.

[84] Eric J. Hobsbawm, Aşırılıklar Çağı: 1914-1991, çev: Yavuz Aloğan, Everest Yay., 2006.

[85] Tülin Öngen-Kansu Yıldırım, “Marx, Kapital ve ‘Kolektif Prometheus’…”, Birgün Kitap, Yıl:15, No:196, 11 Mayıs-7 Haziran 2018, s.10.

[86] Önder Kulak, “Marx ve Kapitalist Toplum Eleştirisi”, Birgün Kitap, Yıl:15, No:196, 11 Mayıs-7 Haziran 2018, s.16.

[87] Bkz: i) Temel Demirer, “Paris Komünü(müz) Hâlâ Güncel”… https://temeldemirer.wordpress.com/2017/10/10/paris-komunumuz-hala-guncel/ ; ii) Temel Demirer, “Komün’den Ekim’e Eski(meyen) Sosyalizm”… https://temeldemirer.wordpress.com/2016/04/05/komunden-ekime-eskimeyen-sosyalizm/ ; iii) Temel Demirer, “Ekim Devrimi ve Sovyet(ler)”… https://temeldemirer.wordpress.com/2017/11/05/ekim-devrimi-ve-sovyetler/

[88] Özde Çelikbilek, “Paris Komünü 150 Yaşında”, Birgün, 18 Mart 2021, s.5.

[89] Manu Goswami, “Paris Komünü’nün Anlamı Üzerine Kristin Ross ile Söyleşi”, Yeni Yaşam, 3 Nisan 2021, s.10.

[90] V. İ. Lenin, “Nisan Konferansında Politik Durum Üzerine Rapor”, Seçme Eserler, Cilt 6-Devrim Yılı 1917, çev: Saliha N. Kaya- İsmail Yarkın, İnter Yay., 1995, s.88.

[91] V. İ. Lenin, “Komünist Enternasyonal I. Kongresi Açılış Konuşması”, V. İ. Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1977, s.119.

[92] Lev Troçki, Rus Devriminin Tarihi, çev: Bülent Tanatar, Yazın Yay., 2017.

[93] V. İ. Lenin, “Uzaktan Mektuplar”, Seçme Eserler, Cilt: 6, çev: Saliha N. Kaya-İsmail Yarkın, İnter Yay., 1995, s.42.

[94] V. İ. Lenin, akt: N. K. Krupskaya, Lenin’den Anılar, Cilt 3, çev: Mehmet Şimşek, Odak Yay., 1974., s.29.

[95] Utku Kızılok, “Lenin’i Anlamak”, Marksist Tutum, No:100, Temmuz 2013… https://marksist.net/utku_kizilok/lenin_i_anlamak_5.htm

[96] V. İ. Lenin, Köylü Temsilcileri Kongresi, Nisan 1917, Pravda, No:34.

[97] V. İ. Lenin, Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, çev: Cemal Süreya, Sol Yay., 1969.

[98] Bkz: i) Temel Demirer, “Marksizm+V. İ. Lenin=Ekim Devrimi (Notları)”… https://temeldemirer.wordpress.com/2017/10/22/marksizm-v-i-lenin-ekim-devrimi-notlari/ ; ii) Temel Demirer, “Ekim’in 100. Yılında Kavramlar, Gerçekler”… https://temeldemirer.wordpress.com/2017/03/09/ekimin-100-yilinda-kavramlar-gercekler/ ; iii) Temel Demirer, “100. Yaşında Ekim Devrimi’nin Anımsattıkları”… https://temeldemirer.wordpress.com/2017/11/05/100-yasinda-ekim-devriminin-animsattiklari/ ; iv) Temel Demirer, “V. İ. Lenin ve Ekim Devrimi”… https://temeldemirer.wordpress.com/2020/11/08/v-i-lenin-ve-ekim-devrimi1/ ; v) Temel Demirer, “Ekim Devrimi ile Tartışmalı ‘Tartışmalar’ı”… https://temeldemirer.wordpress.com/2017/12/25/ekim-devrimi-ile-tartismali-tartismalari/ ; vi) Temel Demirer, “Ekim’in Lenin, Lenin’in Ekim Destanı”… https://temeldemirer.wordpress.com/2016/11/14/ekimin-lenin-leninin-ekim-destani/

[99] Dritëro Agolli, Komiser Memo, çev: Çiğdem Kömürcüoğlu, Oda Yay., 1989.

[100] V. İ. Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1977, s.80.

[101] V. İ. Lenin, Proleter Devrim ve Dönek Kautsky, çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 2013, s.117-118

[102] V. İ. Lenin, Komün Dersleri, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1977, s.72.

[103] Thorstein B. Veblen, Bolşevizm Üzerine Metinler, çev: Barış Özçorlu-Devrim Kılıçer-Ömer Mollaer-Pelin Tuştaş, Heretik Yay., 2020.

[104] Teslim Töre, aktaran: Sinan Çiftyürek, “Teslim Töre’ye Zorunlu Yanıt”, 19 Temmuz 2007… http://www.sinanciftyurek.com/teslim-toreye-zorunlu-yanit/

[105] Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, çev: Mahmut Özışık-Yusuf Alp, Birikim Yay., 1978.

[106] Antonio Skármeta, Neruda’nın Postacısı, çev: İnci Kut, Kırmızı Kedi Yay., 2018.