Çöken paradigma: Olumsuzlamanın gücü




Mevcut 
 demokrasi zemininde, demokrasi standartlarını da yükselten bir anlayışla çözüme kavuşturmayı savunmak “reformistlik”, buna karşı uygulanabilir hiçbir projesi olmadan “karşı çıkmak”, “itiraz etmek”, “reddetmek”, “devrim” sloganları atmak ise “devrimcilik”; öyle mi?

Muhalefetin çapsızlığını, yüzeyselliğini, yetersizliğini eleştirmek zor değil, aksine çok kolay. Bu tablodan hareketle “bu muhalefeti aşmak lazım” sonucunu çıkarmak da kolay. Fakat asıl önemlisi, bu durumun nedenlerini doğru teşhis etmek…


Sözü çok dolandırmadan, sağından soluna değin, temeldeki problemin “resmi ideoloji zihniyeti” olduğunu belirtmeliyim. Bu zihniyetten arınamamak, değişik düzeylerde, tonlarda değişim ve yenilenme karşısında düpedüz muhafazakar, tutucu, statükocu olmanın başlıca nedeni olarak kendisini gösteriyor. Bu, önceki yazımda da üzerinde durduğum gibi bazen son derece tuhaf, ironik manzaralar ortaya çıkmasına sebep oluyor. Bakıyorsunuz “sol”, “sosyalist”, “devrimci” ağızlarla konuşuyor; ama söylediği, müesses nizamın keskin savunuculuğundan, demokratikleşme 
 çözümüne karşı durmaktan başkaca bir şey değil. “Sağ” ve “sol” kavramlarının bu denli iğdiş edildiği bir başka örnek olduğunu sanmıyorum.


Türkiye şartlarında “sol” olmak, uzun yıllar boyunca, son derece sert, keskin baskı şartları içinde kendisini “itiraz etmek”, “muhalefet etmek”, “karşı çıkmak” biçiminde tezahür eden bir olumsuzlayarak kendini ifade etme tarzında şekillendi. Ben buna “olumsuzlamanın gücü” diyorum. Devletin dayattığına, rejimin dayattığına itiraz etmek, size belirli bir siyaset yapma ve yürüttüğünüz siyasete de taraftarlar bulma imkanı sağlıyordu. Devletin, rejimin dönüştürülebileceğine inanç duymamak, yetenekleriniz oranında insanların çaresizliğine “umut” olmanızı mümkün kılıyordu.


Kişisel deneyimlerimden hareketle örneklemek yararlı olabilir.


12 Eylül faşizminin zındanlarından 1987 yılında sağ çıktım. “Kaldığımız yerden devam” ettik. Legal zeminde çalışmalar yürüttüm. O dönemde kendi alanında bir “ilk” olan sosyalist bir aylık derginin yöneticiliğini yaptım. Edirne’den Kars’a kadar gittiğimiz her yerde kendimize neredeyse hazır ve kendilerine ulaşmamızı bekleyen bir potansiyelle karşılaştık. Üniversitelerden mahallelere, emekçi semtlerine, fabrikalara değin hayatın her alanında 12 Eylül’ün sindirdiği, bastırdığı ama 12 Eylül faşizmine itiraz edenlere destek vermeye hazır bir ruh hali söz konusuydu. Nitekim içerisinde yer aldığım ve diğerleri gibi 12 Eylül’ün balyozunu yemiş hareket, şaşırtıcı bir hızla kitleselleşme eğilimi içine girmişti. Benzer bir gidişat genel olarak “sol”, “devrimci” iddialı başka gruplar için de söz konusuydu. 90’lı yıllarla birlikte bu “kitleselleşme” eğilimi tersine döndü.


Bunun nedenleri başka bir bağlamda ve “farklı” yönleriyle birlikte tartışılabilir. Konumuzla ilişkisi bakımından, sadece bir neden üzerinde duracağım, o da şu: Zamanın ruhunu okuyamadık… Böyle olunca halkın, insanların duygu ve düşünceleriyle, hayata dair beklentileriyle, sisteme karşı 
, talepleriyle örtüşen bir çizgide yürümediğimizi görmedik. Her şeyin 12 Eylül öncesi gibi olduğunu, olacağını düşündük. Örneğin sosyalist blokun çökmesinin ne demek olduğunu tahlil edemedik. Meselenin “biz zaten eleştiriyorduk” demekten ibaret olmayacak kadar derin olduğunu kavrayamadık…


“Devrimci” olan neydi ve nedir? Örneğin Kürt 
 söz konusu olunca… Kürtler kendi örgütlülüklerini geliştirirken onlara “devrim yapınca haklarınızı vereceğiz” demenizin herhangi bir kıymet-i harbiyesi de kalmamıştı. Üstelik de liberal, demokrat çevrelerde bütün baskı şartlarına rağmen “siyasi çözüm” tartışmaları yapılıyorken, dönemin Cumhurbaşkanı Özal “gerekirse federasyon da tartışılır” demeye başlamışken, siyasi yelpazede “Siz ne mutlu Türküm derseniz, başkası da çıkar ne mutlu Kürdüm diyene der” diyen siyasiler ortaya çıkmışken (söz Necmettin Erbakan’ın sözüdür), belirsiz bir “devrim” sloganının çekim gücü ne olabilirdi ki? Nitekim gerçekler hükmünü sürdürdü ve bugünlere geldik…


Kaldı ki, “devrimci” olmanın da yeniden tanımlanması gerekiyordu… Mevcut statükoyu değiştirmek, inkar ideolojisini aşmaya çalışmak mıdır “devrimci” tavır, yoksa keskin sloganlar atmak mı?


Egemen sistemin “ötekileştirdiği”, inkar ettiği toplumsal kesimlerin de içerisinde kendi değerleriyle birlikte yaşayabildikleri bir “reformculuk” mu “devrimci” idi, hükmünü yitirmiş sloganların siyasetini yürütmek mi?


Değişen şartlar içerisinde “devrimci” tavır da yeniden anlamlandırılması gereken kavramlardan biri.


“Barış” konusunu da bir örnek olarak verebiliriz. Kürt hareketi ne zaman siyasi çözümden, barışçıl çözümden yana bir tutum içine girse, kimi radikal sol örgütler nasırına basılmış gibi “bu teslimiyettir, reformistliktir, egemenlerle barış olur mu” gibi hayli yüksek perdeden bağırmaya başlarlar. “Savaş” ile bir ilgileri olmadığı gibi “barış” ile de bir ilgileri yoktur ve ilgili oldukları, çözümsüzlüğün sürüp gitmesi, insanların bu çözümsüzlük içinde acı çekmeye devam etmesidir. Burada “devrimci” tavır inkar ideolojisini boşa çıkartan, halkların kardeşliğinin gereği bir barıştan yana olmak mıdır, yoksa anlamı gün geçtikçe muğlaklaşan bir ölüm siyasetini savunmaya devam etmek mi?


Mevcut sorunlarımızı demokrasi zemininde, demokrasi standartlarını da yükselten bir anlayışla çözüme kavuşturmayı savunmak “reformistlik”, buna karşı uygulanabilir hiçbir projesi olmadan “karşı çıkmak”, “itiraz etmek”, “reddetmek”, “devrim” sloganları atmak ise “devrimcilik”; öyle mi?


Bu arkadaşların reddettikleri “reformizm”, hayata dair hiçbir dönüştürücü değeri olmayan ustura keskinliğinde sloganlar atmaktan daha devrimci bir anlam taşımaktadır bence…
Ve bence uygulanabilir herhangi bir anlamı, iddiası bulunmayan slogan devrimciliği, ifade etmeye çalıştığım bağlamda, pasifizmin dik alasıdır. Objektif olarak statükocudur. Tutucudur.


İşte bu düşünce kalıplarını sorgulamayan, sorgulamadığı için de aşamayan çevrelerden çok tepki alıyorum. Bu arkadaşlara göre ben “reformist” olmuşum ve daha neler neler… Tabii bu “reformist” sözcüğünü olumsuz manada kullanarak söylüyorlar, övmek için değil…


“Ne” olduğum veya olmadığımla ilgili kimseden icazet almak zorunda olmadığımı belirterek konuya izninizle haftaya devam edeceğim. Çünkü bu sorun (genel olarak “muhalefet” ve özel olarak da “sol muhalefet”) naçizane görüşüme göre değişim sancıları yaşayan Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri…


cafersolgun@gmail.com

www.facebook.com/cafer.solgun

www.twitter.com/cafersolgun