“Düşüncelerimiz, sadece yaşamlarımız için güçlerimizi sınırsızca çoğaltmakla meşgul olduğu zamandır ki, işte o zaman insanlığın tamamı kaygısız ve mutlu bir şekilde yaşayacaktır.

Karanlıkta filizlenen fikirler işte oradadır ve alevlerini harlandırır durur. Onları ancak şimdi parlak bir ışık altında, belirsiz ve aldatıcı bir karanlığın yanındayken açıkça görebilirsiniz.

Uzun bir zamandır birbirlerine kenetlenmiş olan özgürlük, eşitlik, adalet fikirleri işte şimdi dünyaya geldiler.

Fikirler birbirini tutuşturur, alevlerini yükseltir, sarsılır, mücadeleyle döllenir, yürek açılır, hayat zenginleşir.” –Eva Geber’in aktarımıyla, Louise Michel’in ‘Yeni Çağ’ adlı eserinden-

Firar ettiler kendi çağlarından. Gericiliğin kırbaçlarından.

Yer altı kaynakları, yer üstü kaynakları, emek pazarı ve teknolojinin muazzam olanakları! Kaçıramadı bir türlü, kâr’ın kabaran iştahını.

Gök yarıldı, yıldırımlar ormanları yaktı. Prometheus ateşi insana teslim etti. İnsanlar ateşe taptı.

Ateş kutsaldı. Ardından insan insanı, aklının ve iradesinin ürettikleriyle yaktı.

Su kutsaldı. Ardından insan insanı, aklının ve iradesinin ürettikleriyle boğdu.

Bu asırda, yirmibirinci yüzyılda, sözümona robotların hayata katılacağı duyurularak coşkuyla girilen bu çağda, doğanın ve can çekişen insanların çığlıklarının sarsıntılarındayız şimdi!

Akıl ve irade güçle birleşerek, sürekli yaşama ihanet etti!

~~~

Bu yıl, Paris Komünü’nün 150. yılı vesilesiyle dünya çapında sayısız etkinlik düzenlendi (pandemi dolayısıyla ağırlıklı bir bölümü ekran başında da olsa). Sayısız makale yazıldı. O tarihlerden alıntılar yapıldı.

Ve işte bu 150. yıl da ardımızda kaldı!

“Paris Komünü” deyince, üzerine eklenen iki asra yakın bir zamanın aklımızda ve algılarımızda yarattığı ezberleri kırabildik mi?

Ezber bozmak, hele ki bu asırda muazzam bir çaba gerektiriyor. Ne kadar çabalarsak çabalayalım, bunu tam anlamıyla başarabilmemiz mümkün olmayacak. Devrilmemiş bir sistemin bilincimizdeki etkileri basitsenemeyecek boyutlarda. Ancak denememizin bize fayda sağlayacağı kesin.

~~~

İki yıl öncesine dek, nereden türediği doktorlara dahi açıklanmayan bir virüsün bütün yaşam ritmimizi değiştirebileceğini düşünebilir miydik! ‘Doğal afetler’in insanlığı bu denli pençeleri altına alabileceğini düşünebilirmiydik!

Savaşların ve göçlerin, mülteciliğin Brecht’in yazdığı günlerin kat be kat gerisine düşeceğini, bu noktadaki uluslararası hukuğun bu denli iflas edebileceğini düşünebilirmiydik!

19. yüzyılın başlarında, henüz bu denli ezbere dönüşmemiş yollarda yürümekteydi insanlık. Paris Komünü de bunun meyvesiydi.

Bilim ve tekniğin ışığı yeni yeni görünmekteydi. Anarşizm ve feminizm doğumları gerçekleşti. Bilmin ve tekniğin, karın tokluğunun dahi fazla görüldüğü emekçilerin eline geçtiğinde kurulabilecek yeni bir dünyanın hayalleri kuruldu. Günümüzde tu kaka diyerek, ağırlıklı olarak ezbere mahkûm ettiğimiz anarşizm ve feminizm; o yüzyılın insanlığının, etrafında örülen tüm çarkları kırma arayışı, buluşu ve girişimiydi. Sonlarına ‘izm’lerin henüz eklenmediği zamanlardı.

Marx ve Engels; tüm bu deneyimler içerisinde pişen, tüm bu deneyimleri olabildiğince anlamaya-çözümlemeye çalışan iki yoldaştı. Onlar ve onların Fransa'daki, Rusya'daki, Latin Amerika ülkelerindeki, İngiltere'deki vd. yoldaşları da, insanlığın etrafında örülen sömürü çarklarının, kendi tahminlerinden dahada hızlı geliştiğini görenlerdi. Ve bilindiği gibi, “sosyalizm, proletarya iktidarı, devlet ve devrim” kavramları, böylelikle Lenin tarafından, deneyimleri kenetletip patlatan bir atılım, bir ezber bozma olarak tarihe yazıldı.

Bilim ve teknik, umulduğu gibi dünyaya ezilenlerin eliyle bir müdahaleye, yani ezilenlerin iradesine dönüşemedi. Dönüştüğü sosyalizm deneyimleri de, sosyalizmden kapitalizme “geri dönüş” değil, sosyalizmle birlikte mümkün olan, ince elenip sık dokunulan üretime dair tüm deneyimlerin, kapitalizmdeki yetkinleştirilmesi boyutuyla karşımıza çıktı. Eğitimden üretime dek, sosyalizm döneminde hangi metodlar denenmişse; bugünkü gelişmiş kapitalist ülkelerde dahi, otomatik-mekanikleşmiş ve süreklileştirilmiş birer çekirdek olarak hâlâ korunmakta.

~~~

“İrade ve kararlılık” kavramlarını, kendi cephemiz açısından daima pozitif kavramlar olarak kullandık. Ki bu yanlış değildi, yanlış değil.

İrade ve kararlılığa bir de güç gerekirdi. O güç, bir cepheye eklendikçe eklendi! Bu üç kavram, kavramlarla doğan eylem, sadece insanın insana değil, insanın doğaya karşı da fiile dönüştürdüğü bir ezber hâline geldi. Bu ezber, kâr makinesinin varlığının koşuluydu. Ve bu ezber egemenlerin elinde koşuşturup durdu.

Doğa, bu ezberi er ya da geç bozacaktı. Bu bozgunu öngören bilim insanları felaket tellallığıyla suçlandı. Ne doğanın ne de can veren insanların çığlıkları duyulur oldu. Daha doğrusu kâr makinesi, kendi motorunun gürültüsünden, artık etrafı hiçbir şekilde duyamayacak hâle getirildi.

Diğer yanda ise, kapitalist üretim ilişkilerinin atomize ettiği yaşamların bağlantılandırılmasında teknolojik kolaylıklar sağladı. Ve bu atomize edilmiş yaşamların ağırlıklı bir bölümünün temin edebildiği bu kolaylıklar, ay-güneş tutulması misali, akıl tutulması yaratan bir işlev görmeye başladı. “Kolektiflik”, başka “bir şey”e dönüştü!

Pandemi döneminin bu çarklara su taşır hâle getirilişiyle birlikte, eğitimden ulaşıma, sağlıktan beslenmeye dek tüm yaşamsal ihtiyaçlar noktasında, dünyanın bir bölümü tamamen bu çarklara bağlandı. Yani hepimiz, hepimiz bu uydu ipliklerine bağlandık. Bu ipliklerde yapılan bağlantı keşifleri ise, bizim kullanım alanlarımızın çok çok ötesinde.

Ve kâr makinesi artık kârının yarısından fazlasını bu tüketim zinciriyle elde etmekte! Kuantum Fiziği’yle katedilen yollar, bize aktarılanların çok çok ötesinde.

Ancak dünyanın başka bir bölümü (Küba, Afganistan gibi onlarca ülke), yeri geldiğinde küt diye internet bağlantısı dahi kesilebilir bir hâlde.

~~~

Denizler yetmeyip, ada ülkelerin topraklarının altına dek -Japonya buna bir örnek- atom enerjisi üretim atıklarıyla doldurulmuş bir dünyadayız artık. İlerleyen teknolojinin en ucuz yakıt enerjisi, fosil enerjisi kullanımı oranı tavana vurmuş vaziyette. Petrol tüketiminin neredeyse üç katı! ‘Yenilenebilir enerji’ adı altında kullanılan tüm enerji türleri, topraktan ve gökyüzünden doğayı iliklerine dek sarsmaya yönelik.

Ve insanlık artık bütün bunlara alıştı, şaşırmak kelimesi literatürden silindi! “İlk hedefimiz, tüketim!”

Elinde olan insanlık tabii ki! Bir de elinde dahi olmayan yüz milyonlarca insan var bu dünyada daha. Ve onlar bizlerin zihinlerinde, bizlerin düşünce dünyalarında dahi, bu iletişim tekeli, haber alınamazlık içerisinde çoktan ya ‘hiçkimse’leştiler, ya da arada sırada belirip kaybolan ‘insan topluluğu suretleri’ hâline geldiler!

Yeraltı, yeryüzü ve gökyüzü. Kârın gücünün, iradesinin ve kararlılığının talanında. Peki döşedikleri bütün bu uydu bağlantıları küt diye kopuverse! Bütün bunlar komplo teorileri gibi gelebilir. Ancak kâr makinesinin bu pervasız hızıyla, bunların hiçbiri olmayacak şeyler de değil.

Ezberimizi bozmak için böyle günleri beklememiz gerekmiyor elbette.

~~~

Kadın-erkek, ezilen-ezen kavramlarına dek, yani bugünkü aklımıza-algılarımıza yerleşen tüm kavramlara ciddi vuruşlar yapmalıyız. Düşünce dünyamızı sürekli beslemeliyiz. Ki üretenlerin yönetebileceği bir dünyaya samimi, dürüst, onurlu bir duruşla gerçek bir özlem duyabilelim.

Böylesi bir özlem bile, sadece dilimizdeki bir ezberden mi ibaret acaba? Dinleyelim yüreğimizi, o elimize verecektir belgemizi.

Dünyanın akıl ve algı tutulması yaratılan topraklarında yaşıyorsak, ki öyle, bu yüzyıldan, yirmibirinci yüzyıldan firar etmeden ezberimizi bozmamız mümkün değil.

~~~

Şimdi bu ezberleri bozarak gidelim yine 150 yıl öncesine, Paris’e. Louise Michel’in, hem de bir kadın olarak, Fransa’ya bağlı bir adacıktaki duvarcılar locası toplantısında yaptığı bir konuşmayı dinleyelim.

Kadınlara, erkekler gibi rekabet duygusuyla dövüşmemeleri gerektiğini anlatışını, politikada erkekleri taklidin ilk hâllerini dinleyelim. Bu taklit ve zorunluluğun sanatçıları dahi nasıl yok ettiğini dinleyelim. Ki, ta o günden bugüne dek kadın cinsiyetinin nasıl bir dövüşe sokulduğunu anlayabilelim. Ezberimizi ve bu ezber üzerinden yaptığımız tespitleri parçalayabilelim.

O’nun konuşmasını dinleyelim, ki Orta Çağ’dan tam aydınlık bir döneme geçileceği sırada, din adamlarının karartılarının her yerde nasıl hüküm sürdüğünü görebilelim.

O’nun mahkeme jürisi önünde yaptığı konuşmayı dinleyelim. Ki, daha o günden bugüne dek ‘adalet-hukuk’ kavramlarının nasıl şekillendirildiğini yine-yeniden görebilelim.

Tarihi bugünkü güç ve iradeleriyle, bilinçli olarak tekerrür ettirenler var. Bu tekerrür ettiriş, muazzam bir teknolojik olanakla da gözardı etmememiz gereken bir boyutta kolaylaşıyor. Gericilik, tıpkı o asırlardaki gibi horlatılıp duruluyor. Ve bizim, yani hepimizin ezberleri de bu tekerrür ettirişlerin üzerinde dikiş atıyor.

Ne yapmalı? Ezilenlerden yana olmalı, onurlu başımız korunmalı.

Ancak bu yalın doğrunun dahi gerçekten yüreğimizde-bilincimizde atması için, önce firar edelim yirmibirinci yüzyıldan. Algı-akıl tutulması bu boyutlara gelmemiş olan asırlara dönelim ve bu heyecanla-coşkuyla ileriye sıçramaya çalışalım.

Yani önce sürekli, yılmadan-yorulmadan kendimizi bu ezber dünyasından kurtarmaya çalışalım, ki yüreğimiz, yüreği tertemiz bir şekilde “başka bir dünya mümkün” diyenlerin gerisinde kalmasın. Bunu haykıranlar hep oldu. Bu haykırışlar hâlâ yüksek. Ve bunu haykıranlar her daim olacak. Hiçbir formül, bir önceki formülün sayıklanmasıyla doğmamıştır. Çağımızda sayıklamadan koşan, fethe çıkmaya cüret eden milyonlarca insan var. Bunları ve ivmelenen hareketlerini, bir sinema ya da edebiyat eleştirmenliği gibi ele alarak kalem sallayan sayısız yazar ve devrimci de var! Yani hepimiz bu cenderenin bir şekilde içerisindeyiz. Hiçbirimiz bundan muaf değiliz.

Artık bu yüzyıldan, pervasız, gaddar ezberleri ve silindirleriyle politika yapıp, bu politikalarıyla düşünce dünyamızı mahkûm edenlerin yankısındaki ezberlerimizden, fikren-aklen firar edebilmeyi, edebilmemizi umut edelim. Sonrası mı? Sonrası gelir zaten, ezilenlerden yana çark eden tarih, ancak ve ancak böyle ilerleyebilmiştir.

“Fikirlerin büyük bir barış içerisinde serpildiği, şimdiye dek, evet şimdiye dek, sonsuz bir şekilde, sonsuz bir değişim döngüsünde, herkes için ilerlemenin sonsuzluğunun ortaya çıktığı yere doğru; daima ileri!” –Eva Geber’in aktarımıyla, Louise Michel’in ‘Yeni Çağ’ adlı eserinden-

*Bu yazı Güney Kültür-Sanat-Edebiyat Dergisi, Ekim-Kasım-Aralık 98. sayısında, kadın gündemli yazıların yayınlandığı bir gazetede 35 yıldır yayıncılık faaliyetini üstlenen, araştırmacı-yazar olan ve kültürel yayıncılık faaliyetlerini de yürüten Eva Geber’in, Louise Michel’le ilgili yayınlanan yazılardaki tutarsızlıklardan yola çıkarak, direkt orjinal kaynaklardan çevirerek derleme sorumluluğu duyduğu; “Louise Michel Yazıları ve Konuşmaları” adlı kitaptan, Louise Michel’e ait üç yazı-konuşmanın çevirileriyle birlikte yayınlanmıştır.