Yazdığım bu anı ilk olarak Yılmaz Güney Kültür, Sanat ve Edebiyat Dergisinin 10.sayısında yayınlanmıştı.1994 yılında Yılmaz Güney‘in ölümünün 10.yılında kaleme aldığım bu anının üzerinden tam 25 yıl geçmiş. 9.Eylül 1984’te Paris’te sürgünde yitirdiğimiz Güney’in ölümü üzerinden ise önümüzdeki ay 35 yıl geride kalacak. Günler haftaları, haftalar aylar derken yıllar akıp gidiyor ve Güney geride bıraktığı sinema, sanat ve edebiyat eseleriyle halen bügün aramızda yaşıyor.

Yılmaz Güney ve çocukluk anılarımdan kesitler

İlk ne zaman sinemaya gittiğimi tam olarak hatırlayamıyorum. Ama ilkokul yıllarında sınemayla tanıştığım kesin.1969 veya 1970 yılıydı. Dersim Belediyesi’nin arka tarafında Özer Sineması vardı. Yazlık kısmı ise Tepebaşı’ındaydı. Dersimin en eski sinemasıydı. Daha sonraları 1970’lı yılların ortalarına doğru Arzu Sineması yapıldı. Hem daha büyük, hem de daha modern bir donanıma sahipti. Arzu Sineması’nın açılmasıyla ilk rekabette başlamış oldu. Aradan uzun bir zaman geçmeden 1975 veya 1976 yılında ismini Güney’in Arkadaş filminden alan üçüncü bir sinema açıldı. Arkadaş Sineması daha da görkemliydi. İçinde işyerlerinin yanısıra oyun salonu ve spor salonu bulunuyordu. Bir nevi gençlerin buluşma merkeziydi. Sinemalararası rekabet bize yaramıştı. Hem daha kaliteli filmler getiriliyordu, hem de çift film birden gösterime konuluyordu.

Sinemayı Yılmaz Güney’le tanıdım. Yılmaz Güney’in filmleri kapalı ğişe oynardı. Hele biz çocuklar,Güney’in filmlerini hiç kaçırmazdık. Bilet kuyruğunda sıra yüzünden kavgalarımız olurdu. Güney’e özenip „Çirkin Kral“ı oynardık. Biz 1960’lı yılların Dersim çocukları Güneyciydik ve öyle de kaldık. 1970’li yılların başında Güney ismiyle birlikte yeni isimlerle tanıştık. Bu yeni isimler „Çirkin Kral“ı sinemada değil,aramızda oynuyorlardı.Onlar yaşamın kahramanlarıydılar. Gazeteler Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan isimlerini başsayfalarından vermeye başladılar. Deniz Gezmiş bizler için denizleri gezendi…Mahir Çayan, Hüseyin Cevahir duyduğum ilk kahramanlardı. Hepsine de hayrandım. Herbirinin bende ayrı bir yeri vardı. O yıllarda İbrahim Kaypakkaya, Ali Haydar Yıldız isimleri Dersim‘de sıkça duyulmaya başlandı.

Biz, Gome Dewreş (Derviş Kömü)‘te oturuyorduk. Gome Dewreş sekiz hanelik bir aile topluluğuydu. Sırtını Esentepe’ye yaslamış bir çınar gibi Munzur’u seyrederdi. Esentepe’nin en zirvesinde ise dört-beş aileden oluşan Gome Cor (Yukarı Köm) bulunuyordu. Derviş Kömü’nde yaşayanlarla Yukarı Köm’dekiler amca çocukalarıydı. Bu sekiz hanelik aile topluluğunun Derwiş Kömü ismini ne zaman aldığını bilmiyorum. Ama Köme Dewreşliler kendilerini Munzur’la Harçik’in iki gelincik çiçeği gibi birbirlerine dolanarak oluşturdukları Gole Hızır’ın bekçileri olarak görürlerdi. Belki de dewreşlikleri Gole Hızır’la ilintilidir. Gome Dewreş’liler Munzur’un kükreyerek Harçik’le hasret yüklü iki sevdalı gibi biraraya gelişini gece gündüz seyrederlerdi. Her perşembeyi cumaya bağlayan akşam ve Cuma günleri Gole Hızır’da ateş yanmaya başlayınca Gome Dewreş’te de mumlar yakılır dua edilirdi. Güneş’in doğuşunu sabırsızlıkla beklerdi annelerimiz. Her sabah güneşe karşı durulur, yüz yıkanıp güneşin doğuşuyla birlikte dara durulurdu. Ay ve güneş tanrıdan da yakındı bize. Bir de iri gövdesiyle kömün evlerini gölgesine alan asırlık dut ağacı…Bilmem hala orada duruyormu?...

Yine hatırlayamadığım 1972’nin bir sonbahar günüydü. Askerler Gome Dewreş’i bastılar. İlk kez çocuk olarak bir askeri baskını yaşıyordum. Evler arandı, samanlıklar süngüden geçirildi. Sonra hepimizi harmana topladılar. Süleyman’ı soruyorlardı. Ses çıkmıyordu kimseden. Hıdır amca, subaya yönelerek: „Komutan bey, vallahi de, billahi de biz Süleyman’nın nerde olduğunu bilmiyoruz. Bilsek söyleriz.“ Subay bir süre konuştuktan sonra çekip gittiler. Askerler gittikten sonra, Hıdır amca, Gole Çetu’ya dönüp „Ya gole Hızır, ekke xak esto, belahude ninudo, ni mara çı wazene?“ (Ey Gole Hızır, Tanrı varsa belasını versin bunların, bunlar bizden ne istiyorlar?).

Bu ilk askeri baskından sonra Yukarı Köm daha sık sık basılıyordu. Süleyman amca ve ailesi dönem dönem alınıp işkenceye götürülürdü. Süleyman’ın ismi İbrahim Kaypakkaya ile duyulmaya başlandı. Süleyman, bizim için bir gururdu. Süleyman’ın ninesi sık sık Kome Dewreş’e uğrardı. Her seferinde de Süleyman ve yoldaşları üzerine ağıtlar yakar, türküler çağırırdı. Bazen ağlar, bazen de gülerdi bizimle. Biz çocuklar, Hatice ninenin sırdaşlarıydık. O, yetişkinlerden daha çok bize güvenir, bizimle konuşur, dertleşirdi. O, Süleyman’ı seviyordu ve Süleyman’ın yoldaşları da Hatice nine için birer Süleymandı.

O, Dersim’i yaşamıştı. Bize, Dersim otuzsekizi anlatırdı.Biz çocuklar Hatice ninenin etrafında toplanıp daha çok Süleyman ve yoldaşlarını sorardık.

Hatice ninenin hergün Çola Girse (Büyük Çukur)‘de gezindiğini duyardık. O, Süleyman’ı Çola Girse’nin sık ormanında arardı. O’nun Süleyman’la buluştuğuna inanırdık. Ama her seferinde Hatice nine de bize sorardı: „Süleymanımı gördünüz mü çocuklar?“

Her duyduğumuz eylem bizim için bir destandı. Sinema perdesine yansımıyan ama hayal dünyamızda filmleşen bir sinema yaratmıştık. Birbirimize anlata anlata senaryolar yazıyorduk. Dersim’i asker sarmıştı. Hergün Elazığ ve Erzincan‘dan yeni askeri takviyeler geliyordu. Dersim bir örümcek ağı gibi sarılmıştı.

Aynı yıllarda sık sık acı haberler almaya başladık…Denizler yakalandı. Kızıldere kan aktı ve Ali Haydar’ın öldürülüşünü duyduk. Ve Denizler asıldı. Gözyaşı akıtmadık, ağlamadık. Haydaranlı Ali’nin hanımı Cemile ağıt yakıyordu Ali Haydar’a. İlk kez Cemile’nin önünde saygıyla eğildik. O güne kadar Cemile ve kocası bizim için köme yerleşmiş kimsesiz zavallı bir aileydi. Onların dışındakilerin hepsi akrabaydı. Ben, Cemile’yi artık bizden biri olarak görüyordum. Ama yine de bazılarımız için bir yabancı olarak kaldı.

Her acı haberle birlikte o çocuk yüreğimizle hüzünlendik. Sonra İbrahim ve yoldaşlarının yakalanışını duyduk. Süleyman‘ın ninesinin sesi, Yukarı Köm’den evlerimizi yalıyarak Munzur’a ulaşıyordu ve o yine Süleymanı'na türküler söylüyordu. Kaypakkaya’nın direnişi yeni doğan bebelerin çığlığıyla ulaştı bize. Dersim’de tutuklanmalar yoğunlaştı. Öğretmenler öğrencileriyle birlikte alınıp götürülüyordu okul sıralarından. Köylüler sıra dayağından geçiliyordu. Ve biz, yaşamı kavramaya çalışıyorduk. Büyüyorduk yeni bir kavganıın içinde. Kıvılcım atılmış bir orman gibiydik. Yangını söndürmek zordu artık. Her yanan ağacın kökünde ilk yağmurun düşüşüyle yenileri yeşerip boy veriyordu.

Yılmaz Güney’in tutuklandığını yazıyordu gazeteler. Artık Güney bizim için yalnızca sinemanın „Çirkin Kral“ı değildi. O artık yaz kış yeşeren ısırgan otu gibi inatçı ve çetin kavgamızın derinliklerine yerleşmişti. O artık bizimdi ve bizden biri olarak kaldı. Güney çıktı. Güney yeniden tutuklandı. O, çocuk kavgamızın neferiydi.

İlk şiirlerimi yazıyorum.İlk şiirler genellikle aşk şiirleri olur. Bense ilk şiirimi Hüseyin Cevahir’e yazıyorum. Sonraları Lenin‘ Stalin’e Başkan Mao’ya elimi uzatıyorum. İlhanların öldürülüşünü kınıyorum. Daha sonraları küçük bir cep defterine yazdığım bütün şiirler merdiven basamağının altına gizlediğim zulamda yağmur suyunun gazabına uğruyor. Polis aramalarından kurtarayım derken yağmurun hışmına uğruyorum. Ve yazdığım ilk aşk şiirlerim eriyip geride bir avuç dolusu kağıt hamuru kalıyor…

1975’te ilk eylemimi gerçekleştiriyorum. Adliye caddesinin elektrik direklerini pullamaya çıkıyorum. İlk pullamayla birlikte vücudumu sıcak bir ateş basıyor. Kalbim küt küt vuruyor, kalbimin sesini duyuyorum ve koşuyorum, koşuyorum… Adliye Caddesi’ni pullayarak geride bırakıyorum. Korkuyu yeniyorum ve artık korkmuyorum…konuşuyorum. Daha da ileri koşuyorum. Mahalle aralarında bağıra çağıra gazete satıyorum.

1977’de yurtdışına çıkıyorum. Ülkemden uzaklaşıyorum. Derede büyüyüp denizi keşfetmiş küçük bir balık gibi kendimi yapayalnız hissediyorum. Ülkemi özlüyorum. Günler geçmiyor.Devrimi düşlüyorum. Yazıldığım Almanca kursunda hiç birşey öğrenemiyorum. Çünkü öğrenmek istemiyorum. Dersi izliyor gibi yapı gökten yeryüzüne yıldızlar indiriyorum. Almanca defterime sloganlar karalıyorum. Ve üç aylık Almanca kursundan sonra övünerek „Tod dem Faschismus, Freiheit dem Volk!“ (Faşizme ölüm,halka hürriyet!) sloganını Reuter köprüsünün beton duvarına yazıyorum. Daha fazla kalmak istemiyorum. Dersim’e yeniden geri dönüyorum. 1978 yılının sonunda yeniden Almanya’ya geliyorum. Bu kez başka bir perspektifle ve kalıyorum.

Yıl 1980: Generaller demir ökçeleriyle çiçeklerimizi eziyor. Munzur kan akıyor, darağaçları yeniden kuruluyor. Direniş çığlıkları duvarlar arasından bize ulaşıyor.

Aynı zamanda ihanet rüzgarına kapılıp bizleri terkedenler oluyor. Yurtdışına gelenler çoğalıyor. Çetin günler başlıyor ülkede. Yılmaz Güney’in kaçtığını yazıyor gazeteler, seviniyoruz. Yol filmi 1982 Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülünü alıyor. Yol filminin Köln’deki galasına Güney’i bekliyoruz. Almanya vizesi alamadığından gelemiyor. Yol’la, Kürdistan’ı dolaşıyoruz, düşünüyoruz. Ölümüne beş kala Duvar filmini yapıyor Güney. Türkiye’nin kara yüzü Duvar’la bir daha Avrupa kamuoyunda tartışmaya açılıyor. Güney, ilerleyen hastalığına aldırmadan Kürt ve Türk halklarının kardeşliği için gece gündüz çalışıyor. Acı haber bir anda dünyayı sarıyor. Güney, 9 Eylül 1984’te, dünyamızdan ayrılıyor.

Güney’in Umut filminde kendi yaşamımızı bulduk. Acı ve Ağıt’ı ondan öğrendik. Arkadaş’ta kendisine yabancılaşan insanların dramını seyrettik. Sürü’de Kürdistan’ı keşfettik. Güney her filmiyle bizleri yeni dünyalarla tanıştırdı. O bize yaşamı ve sanatıyla bir sanatçının aynı zamanda eylem ve düşün insanı olması geerektiğini öğretti. Ve o şimdi devrim gezegeninde bizler için yeni filmler hazırlıyor. Haydi çocuklar sinemaya gidelim. Güney bizi bekliyor.

Bonn,10.10.1094

Ve aradan geçen 35 yıla ait o kadar yazılacak anılarımız var ki…Hadi çocuklar çıkarın anılarınızı gün ışığına