“Üç şey birlikte doğdu.

İnsan, özgürlük ve ışık.”[1]

İnsan olmak ve kalmak fiilini felce uğratan kapitalist yıkım ve yabancılaşma dünyasında delirmemek mümkün mü? Hem de Miguel de Unamuno, “Deli olmayan ya aptaldır ya da namussuzdur,” diye haykırırken…

“Düzen” dedikleri kapitalist yıkım ve yabancılaşmanın, insan(lık)ı hiçleştirdiği tablo devasa bir “Uygarlık Krizi”ne denk düşerken; Karl Marx’ın, “Benim analitik yöntemim insandan değil, ekonomik olarak verili toplumsal dönemden yola çıkar,” uyarısını “es” geçmeden; geleceği(mizi) mevcut hâli aşan “Gerçeklere karşı alçakgönüllü olun, fikirlere karşı ise gururlu,”[2] tutumuyla düzensizlikte arayıp, bulmak “olmazsa olmaz”!

İnsan(lık) yok oluyor/ ediliyor.

Giydirilmiş kimlikler, sınıfsal yabancılaşmalar, tüketime endekslenmiş “yaşam”ın dişlileri arasında öğütülen insan olmak/ kalmak fiili; “İnsan kendisi söz konusu olduğunda kördür,”[3] diye tarif edilen bir açmazla yüz yüze.

İnsan(lık), sürdürülemez kapitalist yıkımın kollarında “öngörüldüğü”(!) gibi, daha iyiye doğru ilerlemiyor. Soru(n)larını çözemeyen insan(lık) çürü(tülü)yor; taşımak zorunda bırakıldığı maskelerin karanlık labirentinde yok oluyor.

Bu elbette Doris Lessing’in, “Halkların krizleri gibi insanların krizleri de, her şey olup bitene kadar tam anlamıyla anlaşılamaz,” diye tarif ettiği bir cinnet hâli.

“Kimse kendine benzemiyor. Herkes bir kalıp seçiyor, ona özeniyor; tamamıyla seçilmiş bir kalıbı kabulleniyor. Bununla birlikte, insanoğlunda okunacak başka şeyler var, buna inanıyorum. Cesaret edemiyorlar. Sayfayı çevirmeye cesaret edemiyorlar.”[4]

Burada Antonio Gramsci’nin, “İnsan her şeyden önce akıl, bilinçtir- o, tarihin ürünüdür, doğanın değil,” saptamasının altını çizerek tartışıp, suçlamamız gereken; “insan doğası” falan değil, tersine insanı insan olmaktan çıkartan ekonomi-politik gerçekliktir.

Hayır! İnsan(lık) kapitalist normalin yarattığı şey değil; olamaz da! Çünkü “Bireyleri normallikleri ölçüsünde dikkate almak çağdaş toplumun en büyük iktidar aygıtlarından biridir. Normal insan, kurgudur,” Michel Foucault’nun belirttiği gibi…

“Bencilliği, rekabeti ve ‘herkes tarafından tanınır olma’ ihtirasını körükleyen bu çağ, dünyanın kendi etraflarında döndüğü yanılgısına saplanmış milyonlarca insan yarattı. Sürekli beğenilmeyi ve doğrulanmayı arzulayan bu insanlar, temelde dört yaşında bir çocuğun duygusal zekâsına sahip. Göstermelik özgüvenlerinin ardında ise savunmasız ve kırılgan bir ruh yatmakta…

Narsistik kişilik bozukluğu, insanların kendilerine aşırı önem atfettiği ve başkalarının ilgisine yönelik derin bir ihtiyaç hissettikleri, ileri seviyelerde empati eksikliği barındıran ruhsal bir durumdur. Ancak bu aşırı güven maskesinin ardında, en ufak bir eleştiriye karşı dahi savunmasız olan, kırılgan bir özgüvenin yattığı da unutulmamalıdır. Erich Fromm’a göre, ‘Bütün ağır psikolojik rahatsızlıkların temelinde narsizm yatmaktadır’...”[5]

Paul Auster’in, “Yoğun bakımda olmadığı hâlde, ‘bilinci kapalı’ olan ne çok insan var!”; Halil Cibran’ın, “Her insan iki insandır; biri karanlıkta uyanık, diğeri ise aydınlıkta uykudadır”; Gustave Flaubert’in, “Gökyüzü neden bu kadar temiz ve yeryüzü bu kadar rezil”; Anton S. Makarenko’nun, “Bir sıradan insanlar vardır, bir de gerçekten insan olan insanlar”;[6] Hüseyin R. Gürpınar’ın, “Kabahat herkesten çok kendinizde,” sözleriyle betimlediği durumda “Pek çok insanın esas sorunu, henüz kendisiyle tanışmamış olmasıdır.”[7]

İnsan(lık) kendisiyle, gerçeğiyle yeniden tanışıp buluşarak dünyayı yeniden kazanma ya da kökleri kazınarak sürüleştirme eşiğindedir.

Çözüm “Hayır” demekten; ayağa kalkmaktan geçiyor.

Şimdi umuda dayanarak davranmaktan, başkaldırmaktan başka seçeneği kalmayan insan(lık), “Issız yerlerde kendin için bir evren ol,” diyen Michel de Montaigne’e değil; “Beni ben olduğum için istemiyorlar, çünkü ben, hâlâ istemedikleri eski benim,” tutumunu dillendiren Jack London’a ve elbette “Madem iyisin, anladık iyisin; ama neye yarıyor iyiliğin?.. Dünyadan yalnızca iyi bir insan olarak ayrılmayın, yetmez. Arkanızda iyi bir dünya bırakmaya bakın!” diye haykıran Bertolt Brecht’e kulak vermekle mükelleftir.

Bunun için sadece bakan değil; gören gözlerin bilinçli yüreğine muhtacız. Söz konusu güzergâhta önemli olan devrimci fedakârlık ve cesaretle atmış olduğunuz her adımla, başka hayatları zenginleştirebilmemizdir.

V. İ. Lenin’in, “İnsan zihni, maddi dünyayı yansıtmakla kalmaz, onu değiştirir de,” vurgusundaki başkaldıran insan(lık) görüp/ gösterebilendir.

* * * * *

İnsan için en değerli şey kapitalist yıkım ve yabancılaşmaya rağmen insan olmak/ve kalmaktır.

Tüm negatiflerine karşın, bir hayli hümanistçe de olsa Anne Frank’ın, “Her şeye karşın insanların yüreğinin temiz olduğuna inanıyorum,” iyimserliğine sırt çevirmememiz gereken koşullarda insan(lık) söylediklerinden daha fazla yaptıklarıyla insandır.

İnsan olmak/ kalmak hiç de kolay değilken; asla unutulmamalı: İnsanların bazıları baş döndürürken, bazıları da mide bulandırır.

Kendi kendisinden utanmayan, yeryüzünde hiç kimseden utanmazken; “Namuslu olmak sizi diğer insanlardan üstün yapmaz, övünme hakkını vermez, zaten herkes yaşadığı sürece namuslu olmak zorundadır,” der Fyodor Dostoyevski.

Yani insan(lık), pozitifi ve negatifi ile tarihin sahnesindedir; ve asla vazgeçilmez/ vazgeçilemez de değil. İş bu nedenle insan(lık)a dair cihanşümul tanımlardan/ değerlendirmelerden uzak durmakta yarar vardır.

Bu kapsamda insan(lık)ı düşünenlerin can sıkıntısı artar; gözlerini merakla dolduranlar; dünyaya, yaşama hakkını verenlerdir. Gördükleri, düşündükleri, yaptıkları için değerlidirler. İş bu nedenle de hayattan aldığından fazlasını verirler. Yani onlar görenlerdir; gösterildiğinde görenler ya da görmeyenler değil!

Özetle insan(lık) doğa ile ekonomi-politik koşulların ürünüyken ve onun için en kıymetli şey eşitlikçi özgürlük iken, Etienne de La Boétie de uyarır: “İnsanın ne kadar efendisi olursa insan o kadar kez daha fazla mutsuz olur.”

Bir başka uyarı da Yaşar Kemal’in, “İnsan olmadıktan sonra güzel göz, güzel kaş, sırım gibi boy herkeste var. İnsan dediğin yüreğiyle, inceliğiyle insan olmalı,” satırlarıdır.

Eğer birinin ne olduğunu anlamak istiyorsan, ona hayallerini sormak gerekir.

Malum insanın yüreği, inceliği hayalleriyle müsemmadır ve insan hayallerini gerçekleştirmeye hazırsa bu, görünüşüne/ duruşuna de yansır.

Hayalsiz insan sıradandır. Çünkü “Hayal gücünüzde sıkıca tuttuğunuz her şey sizin olabilir… Hayallerinize her şeyinizi verin. Sahip olduğunuz enerjiye şaşar kalırsınız,” diye ekler William James.

Ancak ne olursa olsun yine de eksiği vardır, eksik kalır insan(lık) olması gerekenin yarısı bile olamazken ya da fiziksel/ zihinsel potansiyelinin küçük bir bölümünü kullanır; kulaklara küpe edilmesi gereken; Hermann Hesse’in, “İnsan bir şeyi yeterince güçlü biçimde isterse, istediği şey gerçekleşiyor,” sözleridir.

Lakin neyse “O” olmanın da ötesine geçmesi gereken insan(lık), görünüşe aldanmayıp, gerçeğe sarılmalıdır.

Malum Konfüçyüs’ün, “Kuyunun dibinde yaşayanlar, gökyüzünü kuyunun ağzı kadar sanırlar,” uyarısıyla müsemma sınırlılığını aşan insan(lık) yaşamını boşa geçirmeyip, günlerini öldürmeme gayretiyle; değerinin, hayata geçirme pratiğiyle ölçüldüğünü aklından çıkarmamalıdır.

Bu, Fernando Pessoa’nın, “Mükemmel olmak insan olmamak demek,” uyarısını “es” geçmeden; insan olmanın/ kalmanın erdemidir. Hafıza, irade, empati, sabır, içtenlik, anlayış, devrimci praksiste somutlanan insan benliğinin temelidir; dünyayı insan(lık) gözünden görmektir; Sokrates’in, “Mutlu bir ömür sürmenin yolu erdemli olmaktan geçer,” deyişindeki üzere…

İnsan olmak/ kalmak sevinçlerimizi, hüzünlerimizi onları yaşamadan çok önce tercih etmeye denk düşer; insan, bilgili, becerikli ama illa da yürekli, cüretkâr olmalıdır; tıpkı “İnsan içinde kaos barındırmalıdır ki, dans eden bir yıldız doğurabilsin,” satırlarındaki üzere Friedrich Nietzsche’nin…

Geçerken bir parantez açalım: Marie-Henri Beyle Stendhal’ın, “Korku insanı acımasız yapar”; Sokrates’in, “Kötü insanlar yiyip içmek için yaşarlar,” uyarılarındaki üzere insan(lık) kendi pahasına olduktan sonra tüm dünyayı kazansan eline ne geçebilir ki? Ya da bir insan vicdanını kaybettikten sonra, dünyayı kazansa neye yarar?”

O hâlde Platon’un, “İnsanın kendini fethetmesi zaferlerin en büyüğüdür”; Ignazio Silone’nin, “Kuşku ve kararsızlık, insanın gelişmesini engeller”; “İnsan, kavranamaz olanın kavranabilirliğine inancını inatla korumalı”;[8] Eduardo Galeano’nun, “Neşeli olun. Üzgün, çatık kaşlı, ikiyüzlü olmaktan sakının”;[9] Gabriel García Márquez’in, “Ucuz insanlara pahalı gelmen senin değil onların suçu. Unutma ki; insan anlayana çok, anlamayana eksik görünür. Hepsi bu!” deyişinin altını ısrarla çizerek yaşamalı insan(lık)…

Malum üzere bilinçli irade ile seçim yapmak insanı insanlaştırırken; sıradan insan, görmeden bakar, duymadan dinler, hissetmeden dokunur, tat almadan yer, fark etmeden hareket eder, kokuları ayırmadan nefes alır, düşünmeden konuşur.

Onların hayatını belirleyen egemenliğin dayattığı sıradanlıktır; “Aşina, aşinalık, insanları örter ve onlara tanıdığımız bir maske vererek onları bilmemizi güçleştirir,”[10] diyen Henri Lefebvre ekler: “İnsan, yetileri karmaşık, ihtiyaçları çelişkili bir varlık değil, hareketleri belirli ve değişmez olan bir çeşit makinedir.”[11]

* * * * *

Tüm bunlar bizi Erich Fromm’un, “Psikiyatri, bazı kimselerin akıllarını kaçırma nedenleriyle ilgilenir. Ama, asıl sorun, insanların çoğunluğunun neden akıllarını kaçırmadığıdır,” diye tarif ettiği “Uygarlık Krizi” bağlamlı “İnsan(lık) Hâli” meselesiyle karşı karşıya bırakır…

“Gerçeklikten kaçış”ta[12] ifadesini bulan duruma ilişkin olarak Albert Camus, “Bıkkınlık, makinemsi bir yaşam” notunu düşerken ekler Henri Lefebvre:

“Sahte bir dünya keşfediyoruz: Öncelikle bu bir dünya olmadığı için ve kendini gerçek gibi gösterdiği için ve gerçeğin yerine tersini ikame ederek gerçeği yakından takip ettiği için sahtedir. Örneğin, gerçek mutsuzluğun yerine mutluluk kurguları koyarak, gerçek mutluluk ihtiyacına kurguyla cevap vererek bunu yapar. Ya da iğrenç mutsuzluğun yerine dramatik bir mutluluk koyar. Ve bu böyle devam eder...”

Yani “Genellikle yapmacık olan doğal olandan, hatta naiflikten güçlükle ayırt edilir.”[13]

“Size bu ölü yaşamı hazırlayan sermaye sahibi egemen sınıftır. Bu acımasız oyunun varlığı siz izin verdiğiniz sürece sürecektir,” diye tarif ettiği durumdur bu Maksim Gorki…

Hani Michel Foucault’nun, “İnsanlar kapalı ortamlara tıkılır, o ortamlarda kendi aralarında bir uyum içinde mekânın düzenine uygun, belirli zaman dilimlerinde çalışırlar, çalışırlar, çalışırlar. Amaç mı? Daha üretken, daha yapıcı bir toplum elbette. Mesela bir devlet memuru -genelde- sabah erkenden uyanır, işe doğru yola çıkar. Ofisine geçer ve koltuğuna oturur. Saat saat yapacakları planlanmıştır. Yemek yemesi gereken saat bellidir, ve hatta tuvalete gidebileceği saatler de kimi zaman. Böylece otorite bizim yerimize bizi düşünerek (!) insani ihtiyaçlarımız için boşuna zaman ve enerji harcamamamızı hedeflemiştir. Artan enerji toplumun egemenliğine aktarılır. Kaynağı güçlü tutmak için de bu rol model toplumda her yaştan insana uygulanır. Doğduğumuzdan itibaren aile içinde, okul çağına geldikten sonra okulda, askerlik çağına gelince kışlada, sonra insanın çalıştığı yere göre fabrikada, ofiste, şirkette, hastanede ve hapishanede disiplin altında olur toplumlar. Kişi kendi enerjisini kaynak olarak kullanamayacak duruma gelmişse adres tımarhanelerdir. Fakat üzülmesin tımarhanedekiler, dışarıda akıllı avı vardır hapishanelere sokulmaları için,” diye izah ettiğidir.

Veya “Ciğerleri beş para etmez onların. Bire yüz getirecek bir iş öner, oltanın ucundaki solucana saldıran çaylak kesilirler. Bire bin getiren bir iş öner, resmen çılgına dönerler,” satırlarıyla betimlediğidir Jack London’un…

Ya da “Kapitalistin bize her gün söylediklerini bir düşünün: Etrafında gördüğün tüm bu güzellikler, hayatta kalmak için isteyebileceğin bütün bu şeyler, keyfini çıkarmak isteyebileceğin her şey, bunların hepsi özel mülkiyet, bunların hepsi benim. Bunlardan herhangi birinin keyfini sürmek istiyorsan bunu para kazanarak yapabilirsin. Ama para kazanmak istiyorsan günlerini istediğin şeyleri yaparak geçirme fikrinden vazgeçmen gerekecek: bana gelmen ve benim için çalışman gerekiyor, dediğimi yaparsan sana para verebilirim, sen de gidip o istediklerinin bazılarını satın alabilirsin. Ama uyarıyorum, sadece kısa bir süre yetecek kadar para vereceğim, yarın yine bana gelip benim için çalışman gerekecek. Ve tabii ki seni başarıyla sömürebildiğim ve seni istihdam ediyor oluşum bana kâr getirdiği sürece istihdam edeceğim.’ Tüm bunları sanki bunlar zaten tartışmasız gerçeklermiş gibi söylüyor, ama tabii ki öyle değil,” ifadesiyle John Holloway’ın anlattığı…

Bu sistemin ruhsal bozukluk salgını yaratmasından daha doğal olan ne olabilir ki?

Kaygı, stres, depresyon, sosyal fobi, yeme bozuklukları, kendine zarar verme davranışları ve yalnızlık, bütün dünyada insanları alaşağı ediyor. Son olarak, İngiltere’de çocuk ruh sağlığı alanındaki yıkıcı rakamlar, küresel bir krizi gösteriyor.

İngiltere’de yapılmış bir araştırmaya göre; 16-24 yaş arasındaki her dört genç kadından biri kendisine zarar verici davranışta bulunuyor ve her sekizinden biri de travma sonrası stres bozukluğundan (TSSB) dolayı acı çekiyor. Kaygı bozukluğu, depresyon, fobiler ve obsesif kompulsif bozuklukların (OKB) bu yaş grubundaki kadınlarda görülme oranı ise yüzde 26.[14]

Bu bir “Kamusal”, “Uygarlık”, “İnsanlık Krizi” değilse nedir ki?

* * * * *

Hiç bir şeye sahip ol(a)mayan mülksüzlerin her şeyi kaybettikleri bu durumda “İnsanların birbirine günaydın deme alışkanlığı kalmamıştır artık...”[15]

Bu tam da Antoine de Saint-Exupéry’nin “İnsanlar hayal etmekten yoksundurlar. Onlar sadece kendilerine söylenenleri tekrar edip dururlar”; Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’nin, “İnsan kendisine olan saygısını, onurunu ve güvenini yitirdiği an işi bitmiş demektir. Alabildiğine bir baş aşağı düşüş yaşar”; Franz Kafka’nın, “Zerre kadar anlamadıkları şeyler hakkında konuşuyorlar. Sırf aptallıkları sayesinde kendilerinden bu kadar emin olabiliyorlar,” diye tarif ettikleri insan(lık) hâlidir.

Kafeste olduğunu fark edemeyen bir yabancılaşma durumudur bu. “Topyekûn yarı deli sayılırız. Ama hepimize yer olmadığından çoğumuz tımarhane dışında yaşıyoruz. Yaşam alanımız otomobillerle daraltılmış, şiddetin etkisiyle köşeye sıkıştırılmışız; iletişimsizliğe mahkûmuz, her geçen gün daha da üst üste yığılıyoruz ve yaşam alanımız daralıyor, birbirimizi görmeye bile vaktimiz yok.”[16]

Yani insan(lık) bir yığın tedirgin, kendinden sıkılmış, varlıktan başka bir şey değilken; “Kendi kendisinden kaçmak, gündelik hayatın var oluş koşuludur.”[17]

Evrensel bir telaş var dört yanı sarıyor; herkes kendinden kaçarken; insanlar asosyalleşiyor; samimiyet yok oluyor. Modern bir hastalık bu…

Hem de Eduardo Galeano’nun, “Ben çocukken, evde kalmak bir cezaydı”;[18] Federico García Lorca’nın, “Hayatın bana öğrettiği tek şey, çoğu insanın evlerine kapanıp nefret ettikleri işleri yapıyor olduğudur,” diye vurguladıkları hâl buyken; tarifsiz yalnızlıklar içinde debeleniyor insan(lık), özellikle de en derin ve en önemli konularda!

* * * * *

Şimdi burada da durup, uzun bir parantez açmak “olmazsa olmaz” oluyor!

Kesinlikle atlanmamalıdır ki, “Yaşanan yabancılaşmanın en büyük ve en tehlikeli sonucu da gündelik hayatın ritminden kopan modern insanın pozisyonsuzluğudur. ‘Köprüdeki intiharı seyreden otomobil sürücüsü ya da metrobüs yolcusu, camın ardından, televizyon monitörüne bakarcasına, ‘ne kadar yakın, o kadar uzak!’ paradoksuna tutsak kalmaya başlar. Bir süre sonra bu tutsaklığı tercih de eder. Çünkü ‘pasif tanıklık’ hiç bir zaman yormayacaktır kendisini. Televizyon izleyicisinin hantallığı, gündelik hayatın öznesiyken de yapışmıştır bedenine. Böylece köprüdeki intihar, ellerinde patlamış mısır ve colalarla seyredilen bir ‘sahne gösterisi’ne dönüşüvermiştir...”[19]

Sözü edilen “sahne gösterisi” bir cinnetten başka bir şey değildir!

Mesela Arizona polisi, bir bakımevinde 10 yıldır bitkisel hayatta olan hastanın doğum yapmasına ilişkin personelden DNA örnekleri aldı. İsmi açıklanmayan ve San Carlos Apache kabilesine mensup kadın hasta 29 Aralık 2019’da doğum yaptı![20]

Mesela BM Çocuklara Yardım Fonu, çocuk yaşta evlenen erkeklere yönelik raporunda, dünyada çocuk yaşta evlenen erkeklerin sayısının 115 milyona yakın olduğu belirtildi. 82 ülkenin 2007-2017 dönemine ilişkin rapora göre, 15 yaşına basmadan evlenen erkeklerin sayısı da 23 milyona yakın![21]

O hâlde bu tabloyu daha iyi kavramak için aktaralım:

Chuck Palahniuk: “Parçaları kaybolmuş puzzle gibi artık insanlar. Kiminin ruhu, kiminin beyni ve çoğunun bir kalbi yok”...

Doris Lessing: “İnsanlar ölmüş ya da ölmek üzere olan bir toplumda yaşadıklarını biliyorlar. Duyguyu reddediyorlar, çünkü her duygunun ucunda eşya, para ve güç var”...

Louis Aragon: “Sakın görünüşe aldanma; görünüşte herkes insandır”...

George Orwell: “Çağdaş hayatın en önemli özelliği, acımasızlığı ya da güvensizliği değil, çıplaklığı, ruhsuzluğu ve bayağılığıydı… Doğmak, evlenmek, doğurmak, çalışmak ve ölmekle meşguldü hepsi”…

Ray Bradbury: “İnsanlar hiçbir şey hakkında konuşmuyorlar. Giyimden, arabadan söz ediyorlar. Konuşulan şeyler hemen hemen hep aynı, değişik hiçbir şey yok”…

Arthur Schopenhauer: “İnsan yaşamı, bütün aşağılık mallar gibi, dıştan sahte bir parıltıyla süslenmiştir. Herkes elinden gelen debdebeyi, görkemi sergiler. Kişinin içindeki içerik azaldıkça başkalarının gözüne iyi görünme isteği artar”…

Pascal Bruckner: “Gereksiz nesnelerle beslenen modern insan, ruhsal zarafetini değersiz eğlence malları için değiştirecektir. Kuralları ve normları herhangi bir sınıf ya da elit tayin etmediğinden, paragöz ve medyatik alt kültür nerdeyse her yerde kendisini, kendi basitliğini kendi saçmalığını dayatacaktır”…

George Carlin: “Mallarımız arttı, keyfimiz azaldı. Daha büyük evlerde, ama daha küçük ailelerle yaşıyoruz. Konforumuz arttı, ama zamanımız daraldı. Diplomamız bol, ama sağduyumuz az. Uzmanlar arttı, ama sorunlar çoğaldı. İlaçlar çoğaldı, hastalıklar arttı. Çok para harcıyoruz, ama az gülüyoruz. Para kazanmayı öğrendik, ama yuva kurmayı beceremedik. Acele etmeyi öğrendik, ama sabırlı olmayı asla. Gelirimiz arttı, karakterimiz zayıfladı. Tanıdıklar çoğaldı, ama dostlar eksildi. Çabalar arttı, ama mutluluklar azaldı. Varlığımızı arttırdık, ama değerlerimizi yitirdik. Ve nihayet hayata yıllar ekledik, ama yıllara hayat katamadık!”

Socrates: “Mal-mülk edinmekten, şan ve şöhreti önemsemekten utanmıyorsunuz, ama vicdanınızla ilgilenmekten kaçınıyorsunuz!”

Antoine de Saint-Exupéry: “İnsanların hiçbir şey öğrenecek vakitleri yok artık. Her şeyi satıcılardan hazır alıyorlar. Ama dost satan bir satıcı olmadığından, insanların dostları da yok artık”…

Nâzım Hikmet: “İnsandan çok eşyaya benziyorlardı”…

Paulo Coelho: “Tahta diye küçümsenen Pinokyo’nun bile yalan söylerken burnu uzuyordu. Ya şimdiki insanların; yüzü bile kızarmıyor”...

George Gurdjieff: “Çağdaş insanın en büyük trajedisi iç köleliktir ki bu dış kölelikten on bin kat daha kötüdür”...

Eduardo Galeano: “Yalnızım. Ve kendi kendime soruyorum: Beni hâlâ bekleyen bir diğer yarım var mı benim? Şimdi nerede? Bu arada ne yapıyor?”[22]

Henri Lefebvre: “… ‘Modern’ insanın sinirsel ve beyinsel fizyolojisi, aşırı bir işleyiş rejiminin, aşırı bir gerilim ve yorgunluğun kurbanı gibidir”…[23]

Ludwig Wittgenstein: “İnsan düşünmediğini söyleyemez, çünkü insan düşünmediğini düşünemez”...

Quentin Tarantino: “Bir kişi olman, bir kişiliğin olduğu anlamına gelmez”...

Denis Diderot: “İnsanlar erdemi övüyorlar, ama ondan nefret ediyorlar, ondan kaçıyorlar... Bize seve seve verilen herhangi bir yalanı açgözlülükle yutuyoruz, ama acı buldukları bir gerçeği azar azar yiyoruz”…

Dalai Lama: “Beni en çok şaşırtan şey insandır. Para kazanmak için sağlığını feda eder. Sonra sağlığına yeniden kavuşmak için parasını saçar savurur”…

René Guénon: “Modern insan kendisini hakikât seviyesine yükseltmeye çalışacağı yerde, hakikâti kendi seviyesine indirmek istemektedir”...[24]

Erich Fromm: “Modern insan, bir şeyleri çabucak yapamazsa zaman kaybettiğini düşünür. Ama kazandığı zamanda da ne yapacağını bilemediği için onu öldürür... Kapitalizm, insan gibi davranan makineler ve makine gibi davranan insanlar üreten bir sistemdir”...

Bunlar böyle, hatta daha da fazlasıyken; “Dünyanın gösterişli hâlleri, yapmacık çıkarcı insanları çekmiyor dikkatimi. Bana bir parça; yüreği güzel, samimi insan lazım,” diyen Maksim Gorki haksız mı?

Görmeden bakan, duymadan dinleyen, hissetmeden dokunan, düşünmeden konuşan insan(cık)lardan müteşekkil yapı sıradan şeyleri öne çıkartmıştır: Rekabeti, şiddeti, talanı, sömürüyü, savaşı…

Artık araçların önemi kalmamıştır, önemli olan sonuçtur yani ne pahasına olursa olsun “Dociles imitantis turpibus ac pravis omnes sumus/ Hepimiz alçak ve adi olana özenmeye dünden hazırız,”[25] haykırışı eşliğindeki kazanmak “hedef”i…

Söz konusu “hedef”ten ötürüdür ki, artık her şey mubahtır; ya da “Mutsuz insan, kendisini kıyaslayarak yaşayan”ken;[26] insan olmak/ kalmak önemsizleşmekte ve tektipleştirilme “hayatın kendisi”(?) olup çıkmaktadır!

İnsan olmak/ kalmak fiiline mündemiç özgürleşmek tam da böylesi bir tektipleştirilmeye/ sürüleştirilmeye “Hayır” demek/ diyebilmektir.

Çünkü insan(lık)ın özgürlüğü: İstediği her şeyi yapabilmesinde değil, istemediği hiçbir şeyi yapmak zorunda kalmamasındadır. İnsan(lık)ı kapitalizmin gösteri dünyasına malzeme olmaktan kurtaracak şey itiraz/ başkaldırıdır.

Hem de “İnsan, anlamsızlığına ve tüm baskılarına karşın yaşamı yenmek zorunda”yken;[27] “Paraya ihtiyacın, sürüye uyma içgüdün, aşka, şana şöhrete hevesin ya da merakın yoksa özgürsündür,” diye uyarır Fernando Pessoa…

Kapitalist yıkım ve yabancılaşmanın fabrikasyon yaşam dayatılmasıyla kategorize edilmek istenen insan(lık)ın kendisi olmak için isyandan başka seçeneği kalmamışken; en büyük düşmanlar, başlıca mücadele etmemiz, savaşmanız gerekenler içimizdedir; Eduardo Galeano’nun, “Baş düşman hangisi? Askeri diktatörlük mü? Bolivya burjuvazisi mi? Emperyalizm mi? Hayır, yoldaşlar. Size sadece şunu söylemek istiyorum: Bizim baş düşmanımız korkudur. Onu içimizde taşıyoruz,”[28] ifadesindeki üzere…

* * * * *

Karanlığın, korkunun, yabancılaştırdığı “tüketim toplumu”nda her şeyden çok tüketilen insan(lık)dır.

Örneğin “Bu toplum içinde kültür de bir tüketim maddesidir. Özgürmüş gibi geçinen bu tüketici etkinlik şenlik havasına bürünür. Bu şenlik havası onu toplumsal olarak gerçek ancak kurgusal, imgesele ait bir tür birlik verir. Yapıtlar, üsluplar doymak bilmeyen tüketime sunulurlar. Kent özel bir keyifle yenilip yutulur. Bu durum bir gereksinimin ve tatminsizliğin ifadesidir: Çevre kentlerde oturanlar, yabancılar, banliyöde oturanlar, turistler, özellikle açgözlü bir iştahla kentlerin merkezine saldırırlar. Böylece her nesne ve her yapıt kendi ikili yaşamını elde eder: Duyumsanabilir bir yaşam ve imgesel bir yaşam. Her tüketim nesnesi, tüketimin göstergesi hâline gelir. Tüketici, göstergelerle beslenir: Tekniğin, zenginliğin, mutluluğun, aşkın göstergeleri. Göstergeler anlamlar, duyumsanabilir olanın yerini alırlar. Dev boyutlarda bir ikame etme, yoğun bir aktarım söz konusudur, fakat bu döngülerin sersemleticiliği içinde yapılır bu eylem.”[29]

Mesela “Otomobil bir maldır, kullanımı tatmin sağlayan ve işlevsel yararlılığı olan bir nesnedir. Bireylerle bu nesne arasında kurulan ilişkiler, hem kullanımı hem de hazzı aşar. Birçok kişi araba kullanırken ‘gerçekleşir.’ Başka yerde kullanılmamış niteliklerini orada sergilerler. Cesaret, erkeklik, kendine hâkimiyet, enerji, hatta cinsellik (bu da söylenebilir), arabayla bu ilişkinin parçasıdır. Bu ilişki ideoloji yüklüdür. Böylece, oldukça hüzünlü bir komedi başlar: Araba hikâyeleri, sohbeti, anekdotları, kaza öykülerini besler... Arabayla özdeşlik kuran sürücülerin saldırgan, kaba ve sert oldukları, bu niteliklerin arabanın kullanıldığı zamanın ötesine uzandığı kolayca görülür.”[30]

“Ya moda? Kaç kadın modaya uygun bir hayat sürüyor? Mankenlerden, kapak kızlarından, Olimposlular’dan oluşan karma bir kitle. Modayı oluşturan bu kişiler bir kez piyasaya sürüldükten sonra moda onların elinden kaçtığına ve bir başka moda bulmak zorunda olduklarına göre, artık moda olmamak korkusu içindedirler. Ya spor? Sporun spor olabilmesi için, birkaç şampiyon ve binlerce, milyonlarca, milyarlarca seyirci yeterlidir. Biçimselleştirilmiş mutfak kayboluyor; pek bilgili olmayan amatörler, yemeklerden çok törensellikten, sunumdan ve dekordan zevk almaya geliyorlar; kâr elde etmek isteyen lokantacılar da niteliğin yerine biçimi geçiriyorlar; o sırada bilgili amatörler, bir şöhret kazanmak isteyen birkaç şefin yönettiği basit ve mütevazı bir restorana, küçük bir lokantaya kaçıyorlar. Otomobil ise, kentleri ve köyleri işgal etse de, eninde sonunda bir doygunluk noktasına gelecek. Otomobil, dolaşım uzmanlarının korkusu olan bu sınıra doğru gidiyor: Nihai donma noktası, içinden çıkılamayacak bir durumun hareketsizliği”dir.[31]

Böylesi “Saçma bir hayat, görünüşe dayanır. Sadece şöyle ya da böyle görünmek ister. İlgi çekici görünmek, güzel görünmek, bilgili görünmek ve hatta bazen iyi kalpli, yardım sever ve cesur görünmek ister. Aptallar için ‘olmak’ önemli değildir; görünmek önemlidir.”[32]

“Gösteri Toplumu”nda “Zengin olmadıktan sonra, sevimli adam olmanın hiçbir faydası yoktur. Aşk ve romantizm, işsizlerin uğraşı değil, zenginlerin imtiyazıdır. Yoksullar pratik ve gerçekçi olmalıdır, insanın sürekli bir geliri olması, büyüleyici olmasından iyidir...”[33]

Bu da “Hiçbir yeteneği olmayan bir adam, ona inanan kitleler ve bu kitleleri dolandıran uyanıklar… Sonuç ise bilimden uzaklaşan, sürekli acı çeken ama sebep sonuç ilişkisini kurmak istemeyen bir toplum… Günübirlik yaşayan bir toplum”[34] gerçeğine denk düşer!

Yani “Tüketim toplumu öğelerinin alandaki düzeni, mutlu olma emri. İşte, mutluluğumuzun çerçevesi, dekoru, düzeneği budur. Sunulan mutluluğu alıp kendi mutluluğunuz yapma fırsatını yakalamayı bilmiyorsanız, demek ki... Israr etmek yersiz!”[35]

Özetle Eduardo Galeano’nun, “Şu uygar insanlar ne tuhaf! Hepsinin kollarında saatleri var, ama hiçbirinin zamanı yok,”[36] biçiminde tarif ettiği tipoloji “tüketebilmek için ter dökmeye razı insan”(cık)[37] olarak yıkımın/ yabancılaşmanın nesnesine dönüştürüldü…

Hem de şu tespitleri doğrulayarak!

Jordan Maxwell: “Perdenin arkasındaki adamların istediği en son şey, bilinçlenmiş ve düşünme yetisine sahip bir toplum. Bu yüzden sürekli olarak düzmece bir yaşam, din, medya ve eğitim yoluyla bizlere sunuluyor. İlginizi dağıtmak ve sizi her şeyden habersiz bırakmak istiyorlar. Ve gerçekten de bu işi iyi yapıyorlar”…

Aldous Huxley: “Modern hayatta insan, kendi kaderini kabullenmeye şartlandırılır. Böylece patronlar ve politikacılar, kimsenin bir şeyi sorgulamadığı bir dünyada, istedikleri gibi hareket ederler”...

Panait Istrati: “Her servet haset yaratır, iştah uyandırır. İnsanın hiç bir şeyi olmamalı. O zaman dünyaya sahiptir demektir”...

Immanuel Kant: “Bencil insanın beğenisi olmaz”...

Bertolt Brecht: “Açgözlülük ve hırs beyni yer”...

Jean-Jacques Rousseau: “İnsanın arzuları ne kadar çoksa çaresizliği de o kadar büyüktür”...

Sokrates: “Maddi hayat bir derttir ve yalandır. Bu yüzden maddi hayatın yok edilmesi bir mutluluktur ve biz bunu dilemeliyiz…”

Lucius Seneca: “Büyük bir servet, büyük bir köleliktir”...

Aristoteles: “En büyük suçlar ve hatalar gerekli olanı değil de, daha fazlasını elde etmek için işlenir… Çok süslenenlere bakın; hepsi de gizlenmek istiyordur”…

Eduardo Galeano: “İnsanın giyim şeklinin hiç önemi yoktur. Bu insanın karakterini etkilemez”...[38]

Arthur Schopenhauer: “İnsanın içi ne kadar boşsa, dışa o kadar önem verir”...

Lucius Seneca: “Bir insanın değerini üzerindeki kıyafetle ölçenler; onu kıyafetlerinden daha fazla değerli görmezler”...

Nihayetinde Hiçbir şeye tutun(a)madan, hiçbir yerde köklen(e)meden rüzgârın savurduğu yönsüzlükle malûl tüketim toplumu insan(cık)ları, muhtemelen hayvanlarla gerçek insanlar arasındaki kayıp halkadır!

* * * * *

Howard Zinn’in, “Bizim problemimiz dünyanın her tarafında hükümetlerinin liderlerinin diktalarına itaat edip savaşa giden insanların sayısı ve bu itaatkârlık yüzünden ölen milyonlar,” vurgusuyla dediklerimi toparlarsam…

İnsan olmak/ ve kalmak konusundaki duruş(umuz)u hiç kimseye yargılatmama ve insani davranışın utanılacak duruma düşmemek olduğunu vurgulamaktan vazgeçmemeliyiz. Julius Fuçik’in, “Gerçeğe duyulan temel inanç insanın içindedir,”[39] sözlerinin altını ısrarla çizerek!

Bu güzergâhta kendisini yönetebilen, yargılayabilen, zihinsel kölelikten kurtarabilen insan(lık) dünyayı yönetecek gücü de kendisinde bulabilir…

Malum üzere önemli olan yargılama gücüyle seçtiği, taraf olduğu yolda; insan(lık)ın sahip olduklarının toplamından ötede henüz gerçekleştiremediklerinin toplamı olduğu gerçeğidir.

Sözünü ettiğim yolda “Doğruluk insanı özgür kılar”ken;[40] “Olmak istediğin gibi davran, sonunda davrandığın gibi olursun,” der Leonard Cohen…

Kolay mı?

İnsan(lık) emek verdiği şeyi sevip, sevdiği şey için emek verirken; iyi insan da, güzel söz söyleyen değil, söylediğini yapandır.

Bu açıdan dünyayı değiştirmek isteyen ve kendisi vazgeçene kadar hiç kimsenin mağlup edemeyeceği insan(lık), işe öncelikle kendinden başlamalıdır. Malum “İnsan kendisini boğan düğümler arasında ölmek istemiyorsa, onu bir vuruşta kesip atması, kendi değerlerini kendi yaratması gerekecektir.”[41]

Tarihin kanıtladığı üzere insan gerçekliğiyle etkilendiği şey için ayağa kalkar; bu bir rüya olsa bile! Bu yolda başarısız insan(lık) yoktur, pes eden insan(lık) vardır.

Yani yerkürede yaratmayı istediğimiz değişimin bir parçası olunması gerekirken; “Hayatta önemli olan tek şey, bir insanın ‘Ben gerçekten yaşadım,’ diyebilmesidir. Onun dışında hiçbir şeyin önemi yok,” der Jean Paul Sartre da…

Hayal kırıklıklarına, zorluklara aldırmadan düşlerimize sarılıp; onları küçümseye kalkışanlardan uzak durmalıyız…

İnsan(lık)a anlam katan şey bilinçli direnci, kendine güvenidir; çığırından çıkmış zamanda her şey böylelikle yoluna girebilir; bunun için yığınları hareket geçirenlerden olmak gerekiyor…

Gabriel García Márquez’in, “İnsanlar yaşlandıkları için düşlerinin peşinden gitmekten vaz geçmezler. Düşlerinin peşinden gitmekten vazgeçtikleri için yaşlanırlar,” ifadesindeki üzere insanlar bir şeyi düşleyebiliyorlarsa, buna ulaşacakları zaman da gelecektir mutlaka.

Yeter ki, “Kazanamayacaksan berabere bitir. Berabere bitiremiyorsan karışıklık çıkar,”[42] ısrarından bir an dahi vazgeçmeden!

Son söz de Nikos Kazancakis’in olsun: “Her insanın kendi deliliği vardır; bana da öyle geliyor ki, en büyük delilik, bir deliliğe sahip olmamaktır”![43]

31 Ekim 2021 22:46:11, Ankara.

N O T L A R

[*] Görüş, Aralık 2021…

[1] Anatole France.

[2] Hugh Lauri, Silah Tüccarı, Çev: Övgü İçten, İthaki Yay., 2. Baskı, 2010, s.306.

[3] Michel Foucault, Doğruyu Söylemek, çev: Kerem Eksen, Ayrıntı Yay., 2005.

[4] Andre Gide, Ayrı Yol, çev: Tahsin Yücel, Varlık Yay., 1960

[5] Gaby Hinsliff, “Yeni Normal: Narsisizm”, Cumhuriyet, 13 Eylül 2020, s.2.

[6] Anton S. Makarenko, Yaşam Yolu 2, çev: Şemsa Yeğin, Payel Yay., 1997.

[7] Nikos Kazancakis, Zorba, çev: Ahmet Angın, Can Yay., 1982.

[8] Johann Wolfgang von Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.: 534, 2’inci baskı, 1986, s.53.

[9] Eduardo Galeano, Ve Günler Yürümeye Başladı, çev: Süleyman Doğru-Savaş Çekiç, Sel Yay., 2017, s.213.

[10] Henri Lefebvre, Gündelik Hayatın Eleştirisi 1, çev: Işık Ergüden, Sel Yay., 2012, s.20.

[11] Henri Lefebvre, Sosyalist Dünya Görüşü Marksizm, çev: Doğan Görsev, Yordam Kitap, 2007, s.132.

[12] Eric J. Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl: 1914-1991 Aşırılıklar Çağı, çev: Yavuz Aloğan, Everest Yay., 2006.

[13] Henri Lefebvre, Gündelik Hayatın Eleştirisi 1, çev: Işık Ergüden, Sel Yay., 2012, s. 41-21.

[14] George Monbiot, “Toplumu Parçalara Ayıran, Neo-Liberalizmin Yarattığı Yalnızlık”, 22 Ekim 2016… https://sendika.org/2016/10/toplumu-parcalara-ayiran-neoliberalizmin-yarattigi-yalnizlik-george-monbiot-383167/

[15] José Saramago, Körlük, çev: Işık Ergüden, Kırmızı Kedi Yay., 2017.

[16] Eduardo Galeano, Gölgede ve Güneşte Futbol, çev: Ertuğrul Önalp-Mehmet Necati Kutlu, Can Yay., 2017.

[17] Henri Lefebvre, Modern Dünyada Gündelik Hayat, çev: Işın Gürbüz, Metis Yay., 1998, s.144.

[18] Eduardo Galeano, Biz Hayır Diyoruz, çev: Bülent Kale, Metis Yay., 2008, s.75.

[19] Jean Baudrillard, Siyah Anlar, çev: Ayşegül Sönmezay, Ayrıntı Yay., 1999.

[20] “10 Yıldır Bitkisel Hayatta Olan Hasta Doğum Yaptı”, 10 Ocak 2019… http://t24.com.tr/haber/10-yildir-bitkisel-hayatta-olan-hastanin-dogum-yapmasina-iliskin-personelden-dna-ornekleri-aliniyor,795449

[21] “UNICEF: Dünyada 115 Milyon Erkek Çocuk Yaşta Evlendi”, Cumhuriyet, 9 Haziran 2019, s.16.

[22] Eduardo Galeano, Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri, çev: Süleyman Doğru, Sel Yay., 2012.

[23] Henri Lefebvre, Gündelik Hayatın Eleştirisi 1, çev: Işık Ergüden, Sel Yay., 2012, s.125.

[24] René Guénon, Modern Dünyanın Bunalımı, çev: Mahmut Kanık, Hece Yay., 2014.

[25] Kolektif-Latince Güzel Sözler Antolojisi, der. ve çev: Çiğdem Dürüşken, Alfa Yay., 2015.

[26] Eduardo Galeano, Tepetaklak-Tersine Dünya Okulu, çev Bülent Kale, Sel Yay., 2018, s.255.

[27] Albert Camus, Sisifos Söylemi, çev: Tahsin Yücel, Adam Yay., 1983.

[28] Eduardo Galeano, Kadınlar, çev: Süleyman Doğru, Sel Yay., s.79.

[29] Henri Lefebvre, Modern Dünyada Gündelik Hayat, çev: Işın Gürbüz, Metis Yay. 2011.

[30] Henri Lefebvre, Gündelik Hayatın Eleştirisi 2, çev: Işık Ergüden, Sel Yay., 2013.

[31] Henri Lefebvre, Modern Dünyada Gündelik Hayat, çev: Işın Gürbüz, Metis Yay. 2011.

[32] Ignazio Silone, Ekmek ve Şarap, çev: Burhan Arpad, Evrensel Basım Yay., 2002.

[33] Oscar Wilde, Mutlu Prens, çev: Roza Hamken-Fatih Özgüven, İş Bankası Yay., 2019.

[34] Anooshirvan Miandji, Aromatik Adam, ed: Biray Üstüner, Bilgi Yay., 2020, s.177.

[35] Henri Lefebvre, Şehir Hakkı, çev: Işık Ergüden, Sel Yay., 2016.

[36] Eduardo Galeano, Hikâye Avcısı, çev: Süleyman Doğru, Sel Yay., 2017, s.112.

[37] Colin Cremin, iKomünizm, çev: Aydın Çavdar, Ayrıntı Yay., 2011.

[38] Eduardo Galeano, Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri, çev: Süleyman Doğru, Sel Yay., 2012, s.185.

[39] Julius Fuçik, Darağacından Notlar, çev: Celal Üster, Yordam Kitap, 2015, s.95.

[40] Søren Kierkegaard, Kaygı Kavramı, çev: Türker Armaner, İş Bankası Kültür Yay., 2003, s.149.

[41] Albert Camus, Başkaldıran İnsan, çev: Tahsin Yücel, Can Yay., 2015, s.92.

[42] Eduardo Galeano, Ve Günler Yürümeye Başladı, çev: Süleyman Doğru-Savaş Çekiç, Sel Yay., 2017, s.35.

[43] Nikos Kazancakis, Zorba, çev: Ahmet Angın, Can Yay., 2000.