“Biliyor muyuz, hayır, bilmiyoruz da\ acılarımızdan bir yaz kurduk onarıyoruz\ belki bir hazırlık bu başka yazlara\ yakın yazlara, uzak yazlara...” diyor Edip Cansever. Etrafta yeşeren umutsuzluk, güvensizlik, bireycilik, depresyon furyalarına inat, yine sarılıyorum eski dizelere, sevgiyle...

***

Yaz gitti!

Karanlık, kızgın Temmuz haberleriyle uyandığımız geçmiş-geçmeyen yılların ardından gelen, kirli Ağustos haberleriyle uyandığımız yaz gitti!

Etrafta dönen, her iki sözden biri haline gelen “Urlaub-tatil” kelimelerinin vızıltısı da nihayet bitti!

Gözler kör, kulaklar sağır, diller lal... tekrar çarşılara doluştu insanlar. Kübalı ozan José Martí’nin şiirindeki gibi: “Öküze özenen tembel, uyuşuk insan\ Yozlaşır, öküzleşir, yitirir erdemini\ Yeniden koyulur tırmanmaya, evrim merdivenini”.

Kaldı ki bu evrim merdiveni eskisi gibi olmayacaktır. Çağ tımarhaneler ve hapishaneler çağıdır. Michel Foucault’un ‘Hapishanenin Doğuşu’ adlı kitabında dediği gibi: “Tımarhane ve hapishane, iktidarların sopası olmuştur tarihte... Ruh politik bir anatominin sonucu ve aracıdır, ruh bedenin hapishanesidir” artık.

***

Yaz gitti.

Yollara koyulduğumuz, aşık olduğumuz, denizlerde kulaç attığımız, çiçekleri hayranlıkla kokladığımız, hatta hatta hapishane havalandırmalarında haykıra haykıra toplu türküler söylediğimiz Ağustoslar; sadece oralarda tarihe karışmadı.

Buralardaki Ağustoslar da yavaş yavaş tarihe karışmaya başladı:

Ernst Taelmann’ın katledilişinin 75. yıldönümüydü bu yıl. Weimar Buchenwald’da, katledildiği yerde anma yapmak istedi yoldaşları. İzin verilmedi. İzin verilmeme gerekçesini şöyle açıkladı mahkeme: “Anmayı parti propagandasına alet etme”! Hem de zaten Taelmann’ın kendisinin, Rosalar’ın kurduğu partinin başkanı oluşundan dolayı katledilmişken! Buna rağmen Buchenwald’da temsili bir anma gerçekleştirildi ve Taelmann, doğduğu-yaşadığı şehir olan Hamburg’da da anıldı.

219a’ya karşı (sağlıkçıların kürtaj bilgilendirmesi yapmasını sınırlayan yasa): 10 kadın, bir kez daha Federal Alman Parlamentosu toplantısına dövizlerle katılarak, yasanın kaldırılmasını talep etti, 150 E.luk para cezası aldı. Bu kadınlar: “150 E.luk bu cezayı üç yıl önce üç kişi ödemiştik. Şimdi on kişi paylaşacağız” diyerek, kendilerine verilen cezayı çeşitli-mizahi şekillerde protesto ettiler. Almanya çapında 29 Eylül’de, bu yasanın kaldırılması için tekrar merkezi olarak protesto gösterileri yapılacak.

31 Ağustos Cumartesi günü, “1 Eylül Dünya Barış Günü-Savaş Karşıtı Gün” vesilesiyle standlar açıldı. Şanslıydık! Güneşe hasret bir ülkede, sabahın erken saatlerinde güneş yüzünü gösterdi bizlere. Ve kuşlar cıvıl cıvıl kuşattı tüm şehri. İnsanlar da kıtlıktan çıkmışçasına alışverişe koşuşturdu. Almanya’ya adım attığım ilk yıllarda 1 Eylül vesilesiyle sokaklarda buluştuğum, benim için ilkler arasında olan Alman çehreler bu yıl tamamen değişti! Yüzlerce insan “çevreci” kesildi. M. Foucault’un yazdıklarını benden çok daha iyi bilenler bunlar: “Her kişi her yerde kayıtlı hale gelince, herkes denetim altında olacak, gözetim altında tutulacaktır. Modern iktidar büyük bir gözaltıdır”. Bu gözaltılara karşı durarak değil, bunlardan kaçarak özgürleşmeyi deniyorlar! Artık sadece, araba kullanımına karşı bisiklet kullanımını destekleyen protestolara katılıyorlar!

İyi ki güneşin yüzünü gösterdiği bu son günlerde, güneş tam gün güldü bize! Yoksa standlara uğramaları dahi mümkün olmayacaktı. Hem teorik, hem de pratik olarak hayli yetkin yılları devirmiş olmalarına rağmen, taraf olmayı bırakmışlardı! Yine de çok güzel sohbetler gerçekleştirilebildi, kucaklaşarak ayrılınabildi. Stand başlarında, Almanlarla yanyana robotlar gibi durma yılları geride kaldı. Henüz boyu bir metreyi dahi bulmayan küçücük insancıklar, çocuklar caddede yürürken; onlara gösterdiğimiz sevgi-davranış nihayet benzeşebildi! Bu standlar açılmasaydı, bunlar dahi yapılamayacaktı.

***

Yaz gitti...

Yarım asır önce; “kamuoyu” dediğimiz kavramın nasıl atomize edileceğini, kazanç-tüketim döngüsünün toplumu nasıl sarıp sarmalayacağını yazmış birçok yazar. Hem de, tam da bu diyarlarda; Marx’ın, Engels’in, Rosa’nın anavatanında! İletişim-tüketim hızının bu raddeye ulaşmadığı zamanlarda yazmışlar; “görülmenin-göstermenin” insanı cezbedişinin, “kamuoyu” denen kavramı tuzla buz edeceğini vs. ve bu tuzla buz oluşun sürekli öteki dünyaya havale edileceğini!

Sadece “müslümanlar”, “türbanlılar” değil; kilise üyeliklerinden çıkıp alternatif Hıristiyan Camiası kurma çabasındakiler de sokaklardaydı sürekli bu Ağustos’ta. Onlar da “toplumsal çıkar-ortaklık” denen şeyin atomize edildiğini çok iyi biliyorlar; pat öteki dünyaya havale ediyorlar her şeyi. 1 Eylül için dahi ürettikleri yeni söylemler var! Ancak din kokan her akım gibi; girdikleri yönelim iyi olsa da, şiddetli bir fırtınada nereye yönelecekleri henüz belli değil...

E daha dün bu diyarlarda bildiri dağıtma “sosyal rolü”yle gezenlere, standlar açıldığında mikrofonları kapanlara ne demeli peki! Yüzleri dahi kızarmadan dedeler karşısında “huuu” deyip dua okuyarak sosyal rolünü “alevilik” olarak belirleyenlere ne demeli! İnanana, inandığı ibadetleri gerçekleştirenlere hiç saygısızlık yapmam. Ancak bu “sosyal rol kapma” patinajlarında koşmaktan gözü dönenlere de yuuuuh çekmeden geçemiyorum.

Çok üzülerek yazıyorum; yazık, yaz gitti... çok büyük bir olasılıkla bu hallerin-görüntülerin bu boyutuna dahi hasret kalacağımız bir yaz gitti... Farkındasızlığın bizi sular altında bıraktığı, boğulacağımızın bile farkına varamadığımız bir yaz gitti... yazık...

***

Evet yaz gitti...

Yine bu tuzla buz oluş içerisinde ruhunu ancak tüketimle beslemesi öğretilen insanlık, şimdiden sonbahar depresyonlarına-tutsaklığına evrildi bile.

Şansımızı kendimiz yaratsak da; tarafsızlık patinajının bu tarihsel çalkantısında, bizim tarafta olduğumuz için çok şanslıyız! Ruhumuzu, her şeye rağmen tarafımızdakilerin sevgileriyle beslemeyi sürdürebildiğimiz, Foucault’un dediği gibi, bedenimizin hapishanesi değil, aksine özgürlüğü haline getirebildiğimiz için çok şanslıyız...