“Balık tuttuk yiyen ölür / Elimize değen ölür / Bu gemi bir kara tabut / Lumbarından giren ölür / ... / Boynuma sarılma, gülüm / Benden sana geçer ölüm / Badem gözlüm beni unut / Çürük yumurtadan çürük / Benden yapacağın çocuk / ... / Bu gemi bir kara tabut / Bu deniz bir ölü deniz / İnsanlar ey, nerdesiniz? / Nerdesiniz?” –Nazım Hikmet, Japon Balıkçısı-

Sabahın yedisi!

Sokaklar gün ortasındaki gibi ıssız değil. Otobüsten otobüse aktarma yapanlar, işyerlerine koşuşturanlar.

“Neyi-neleri yaşama hakkına sahibiz?” sorusu, sisler altında! Artık sadece, kelime anlamıyla sınırlandıkça sınırlanan, hapsedildikçe hapsedilen, kupkuru bir “Yaşama Hakkı” bile fazla görüldü bu evrende “yaşayanlara”.

***

Koşuşturanlar!

Kimisi yeni çıktı karantinadan. Kimisi yakınlarını kaybetti. Kimisi henüz, hasbelkader de olsa bu hastalığa paçayı kaptırmamayı becerdi.

Bir anneyle karşılaşıyorum: “Kızım, ‘biz gençliğimizi böyle mi geçireceğiz’ diye isyanda” diye anlatıyor bir çırpıda.

Bir ahbapla karşılaşıyorum: “Tüh! İki hafta önce, yaz için Türkiye planımızı yapıvermiştik, hepsi yine güme gitti” diye dertlenmekte.

Bir üniversiteli genç kızla karşılaşıyorum: “Kütüphaneye gidiyorum haftada 2-3 kere. Yoksa üniversitenin yolunu bile öğrenemeyeceğim” diyor, ağlamaklı bir sesle. “Sevgili edinmeyi bile aklından geçiremiyorsun artık değil mi?” diyorum. “Eveeeet” diyor hiç çekinmeden, ayağını yere vurarak ve isyanla. Gözlerim doluyor. Lise yıllarımızda Sadık Gürbüz’ün seslendirdiği şiir çınlayıp duruyor kulaklarımda; “Boynuma sarılma gülüm, benden sana geçer ölüm...”. Babası iyi türkü söyler. “Babana söyle, bu melodiyi kulağına şarjetsin” diyorum. Tamam diyor büyük bir sevinçle! Sevinebildiğine seviniyorum...

***

Giriyorum Belediye Binası’na. OHAL kokuyor her yer. Herkesi içeriye almıyorlar. Ya randevunuz olmalı, ya da bir kurumda işiniz olduğunu ispatlamalısınız. Belediye Binası’nın üç cephesi ise otobüs duraklarının merkezi, birbirlerine çarpa çarpa otobüs yakalama zorunluluğuyla akan insan seli.

Sabahın sekizi! 2 kişinin daha Libya açıklarında boğulduğunu, yaklaşık 100 kişinin de kurtarıldığını yazmıştı ‘diğerleri’. İşte tam da bu sabah; Avrupa Birliği’nin, Libya açıklarında bir koruma duvarı oluşturmak üzere tasarlayıp uyguladığı, IRINI Operasyonu Anlaşması’na Almanya yeniden onay verdi! Ve yaklaşık 300 kişilik bir askeri mürettebatı orada bulundurmaya devam edecek.

2020’nin Mart ayından beri yürütülen IRINI Operasyonu sırasında; en az 1.153 insan Akdeniz’in ortasında boğuluverdi! “Bu anlaşma öldürücüdür” diye bağırmaya devam ediyor ‘birileri’!

Sabahın sekizi! Belediye Binası’nın içerisindeki Yabancılar Polisi Bürosu’nun önünde yine ‘diğerleri’. Ah! Ne iyi! Her dilde afişlenmiş Korona Önlemleri! Her dilde afişlenmiş; kadına yönelik ev içi şiddetin arttığı! Her dilde afişlenmiş; gıda ihtiyacı olanların nereye başvuracakları! Her dilde afişlenmiş; yalnız yaşayanların nereye başvuracakarı!

Ancak yetmiyor dilleri çoğaltmak; çözümsüzlük çıkmaz sokak!

***

Sabahın onbiri! İçimden, artık içerisine giremediğimiz, özlediğimiz dost binaları ziyaret etmek geliverdi. Şehirin koca eski sineması. Ah! Giriş kapılarına kocaman afişler asılı: “Bu sinemayı yıkıp, yerine ticari bir bina yapacaklar. Çevirimiçi protestolarımıza katılın. Sinemamızı yaşatın!”

Şöyle bakıp geçiyor insanlar, “kendimizi kurtarabildikte, bir de sinema kaldı” dercesine. Yine sadece bir avuç insan hep tetikte!

“Ey insanlar nerdesiniz? Nerdesiniz? Nerde?” diye haykırıyor yüreğim, Nazım’ın şiirinde.

Yinede, buralarda da; “Vazgeçmiyoruz” diyenler var. Seslerine, protestolarına kulaklar kapatılsa da haykırmaktan “vazgeçmeyeceğiz” diyenler var!

***

Eve dönüyorum. Ceplerimdeki kâğıt mendilleri çöpe atmak üzere kâğıt konteynerinin kapağını açıyorum. Kapağı açar açmaz koliler taşıyor dışarıya. Sıkıntısını sipariş vererek, para harcayarak giderenler az değildi. Katbekat arttı!!

Şu gezegen ve üzerindeki canlılar, hiç bu kadar büyük bir belirsizliğe mahkum olmamıştı! Bu belirsizliğe rağmen, kapitalizmin yasaları tıkır tıkır işletilmeye çalışılmakta. Nice can pahasına hem de! Belirsizlikler üzerinde; daha belirgin-muntazam bir çark inşasına çoktan başlandı bile!

Ve sık sık, ve daha yığınla manzara karşısında; “Yaşamak direnmektir. Evet. Peki, yaşamakta direnmeyi nasıl başarmalıyız!” soruları kafamda koşuştururken, yine Attila İlhan’ın dizeleri eşlik etmekten vazgeçmiyor hayata;

“Bu çabuk değişen deliler borsasında tanrının simsiyah yeryüzüne tükürdüğü karşılıksız adamlar her gece yarısı deprem gürültüleriyle ansızın yıkılırken inadın nagant gibi koltuğunun altında yaşamakta direnmek ne demek düşündün mü?”

Ve hem yaşama hakkımızı hem de yaşamakta direnmeyi, ‘Vazgeçmeyenler”le, onların mısralarıyla-ezgileriyle ve vazgeçmeyerek başaracağız yine!