“Seni öpsem, gülse bir halk

Seni öpsem, yoksulluk

Utansa verdiği acılardan

Kırılsa her türlü korkunun kanadı.”[2]

Thomas Stearns Eliot’un, “Bir şeylerin yoluna girmesi için, her şeyin raydan çıkması gerekir bazen,” saptamasını anımsatan bir kördüğümün/ körlüğün orta yerindeyiz. Buna şüphe yok.

“Sonu”, başladığımız nokta ilan etmesi muhtemel bir kaos hâli bu.

Türkiye’de banka hesabında 1 milyon TL ve üzeri mevduat olan mudi sayısı ise bir yılda 202 bin kişilik artışla 511 bin 685’e yükseldi. 2021’de aynı dönemde bu sayı 309 bin 730 kişiydi. Saray verilerine göre ise 2019-2020 kesitinde “muhtaç” durumda olan aile sayısı yüzde 100’lük artışla 3.3 milyondan 6.6 milyona çıktı.

Milyonerler servetlerine servet katarken; 2020 Kasım döneminde hesabında 1 milyon TL ve üzeri mevduat olanların serveti 1 trilyon 985 milyar 987 milyon TL’den, 2021’in Kasım döneminde 3 trilyon 246 milyar 796 milyon liraya yükseldi.

Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) verilerine göre, yurt içinde ve yurt dışında yerleşik milyonerlerin toplam sayısı 2021 Kasım döneminde 2020’in aynı dönemine göre yüzde 65 arttı. Söz konusu milyonerlerin toplam mevduatı ise son bir yılda 1 trilyon 260 milyar 809 milyon TL yükseldi. Milyoner başına düşen ortalama mevduat tutarı, 6 milyon 345 bin lira seviyesinde gerçekleşti.

Türk-İş’in, “Dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 4 bin 13 TL” açıklamasını ifade ettiği tabloda yurt içinde yerleşik milyonerlerin sayısı 2021 Kasım’ında önceki 2020 yılının aynı dönemine kıyasla 181 bin 141 kişilik artışla 461 bin 917 kişiye fırladı. Aynı dönemde yurt içinde yerleşik milyonerlerin toplam mevduatları da 1 trilyon 862 milyar 350 milyon liradan 3 trilyon 32 milyar 413 milyon liraya çıktı. Yurt içinde yerleşik milyonerlerin mevduatlarının 960 milyar 306 milyon lirası yerel para cinsi, 1 trilyon 964 milyar 496 lirası döviz tevdiat hesabı, 107 milyar 610 milyon lirası da kıymetli maden depo hesaplarından oluştu. 2020’ye göre özellikle kıymetli maden depo hesaplarında ciddi artış söz konusu. 

Yurt dışında yerleşik mudi sayısı 2021 Kasım sonu itibarıyla 49 bin 768 kişiye yükseldi. Yurt dışında yerleşik mudilerin bankalardaki mevduatlarının 17 milyar 134 milyon lirası yerel para, 194 milyar 533 milyon lirası yabancı para cinsinden oluştu. 2020’de bu alandaki yabancı para cinsindeki mevduat miktarı 105 milyar 409 milyon liraydı. 

Cumhurbaşkanlığı’nın kamuoyuna açıkladığı 2022 yıllık programına göre, döviz kurunun hızla arttığı, pandeminin ortaya çıktığı 2019 ila 2020 arasında ülke genelinde devlet yardımlarına muhtaç hâle gelen aile sayısı ikiye katlanarak 3.3 milyondan 6.6 milyona çıktı.[3]

Hasılı “Açlık sınır tanımıyor”ken;[4] “Yerli milyonerler 2021’in ilk 5 ayında 40 bin kişi arttı”![5]

Veya “324 bin yerli milyoner var”ken;[6] “Gelir eşitsizliğinde Avrupa birincisiyiz”![7]

Ya da Karl Marx ile Friedrich Engels’in, “İnsanlık tarihinin ortak noktası, çalışanların hep yoksul olması, çalışmayanların zenginleşmesidir,”[8] saptamasındaki vb’leri…

Fyodor Dostoyevski’nin, “Çift süren mandalar gibi çalışıyoruz. Köpekler gibi açız, yoksuluz! Başkaları yan gelip yatıyor, çalışmıyor; ama onlar zengin biz fakiriz,”[9] ifadesiyle müsemma tablo, kelimenin tam anlamıyla felaket ve daha da ağırlaşacak!

* * * * *

‘The Time’ dergisinin, ‘2022’nin En Büyük 10 Küresel Riski’ listesinde 10. sıraya koyduğu Türkiye’de[10] sadece ekonomik değil; bir de korkunun egemenliğinde somutlanan soru(n)lar var!

Denilebilir ki tehdit ile imkânın iç içe geçtiği patlamalı bir güzergâhtayız; Karl Marx’ın, “Devlet, en eski biçimine, kılıncın ve rahip cübbesinin aşırı basit egemenliğine dönüştü,” biçiminde tarif ettiği kapitalist totaliterlik ile özgürlük talep(ler)i arasındaki yaman çelişki ile karşı karşıyayız…

Jorge Luis Borges’in, “Diktatörlük rejimleri; baskı, biat ve gaddarlık doğurur. Ama en kötüsü, aptallığı yaygınlaştırmasıdır,” tanımıyla müsemma yerkürenin (ve elbette coğrafyamızın) hâli, “demokrasi” (denilen şey)i hayalete (verili durumda da kâbusa) dönüştürüyor.

Tam da Hannah Arendt’in izahındaki üzere: “Totaliter örgütlerin üst yönetiminde herkes şefin yalan söylediğini bilir. Ama şef kaybederse hepsi kaybedeceğinden susarlar. İlke, şefin yanılmazlığı değil, yenilmezliğidir, buna olan inanç biterse, totalitarizmin hayal dünyası bir anda çökecek ve gerçek kazanacaktır. Herkes sürekli yalan söylediği zaman sonuçta buna inanmazsınız ama hiç kimse de hiçbir şeye inanmaz. Böyle bir toplum, hiçbir konuda fikir sahibi olamaz. Giderek düşünme, yargılama ve eylem yetisini kaybeder. Böyle bir topluma her istediklerini yaptırabilirler!

Diktatörlerin o kadar göz göre göre yalan söylemelerinin sebebi, tabanlarının ahlâkını bozmak ve suç ortağı hâline getirmektir. Biliyorlar ki ertesi gün o yalanın tam tersini söyleyecekler ve taban bunu ‘ne büyük bir taktik deha’ diyerek bir kez daha alkışlayacak.”[11]

Bunların ne demek olduğunu kapitalizmin coğrafyamızdaki “tek adam/ şahsım” iktidarının tehditleriyle gördük, yaşadık; Fernando Pessoa’nın, İnsanları yönetme sanatının temelinde iki ilke yatar: Onları baskı altında tutmak ve yalanlarla aldatmak!” uyarısındaki üzere…

Örneğin AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “Utanmadan sıkılmadan sokaklara döküleceklermiş. 15 Temmuz’da sokağa dökülenlere bu millet nasıl dersini verdiyse, siz de aynı dersi evellallah alırsınız. Bizler Cumhur İttifakı olarak hepinizi önümüze katarız ve gideceğiniz yere kadar kovalarız,” haykırışı ve CHP Başkanı Kılıçdaroğlu’nun, “Resmen iç savaş naraları atmaya başladın,” yanıtındaki gibi![12]

Evet, “Bizim kitabımızda sokağa çıkmak yok ama haksızlığa uğrayan herkesin hakkını arayacağız, demokratik yollardan arayacağız… Erdoğan erken seçime gitmek zorunda,”[13] diyen Kılıçdaroğlu ekliyor:

“Beyefendi bizim sokağa çıkmamızı istiyor. Özel çatışma alanı yaratmak istiyor, biz o tuzağa düşmüyoruz. Gerekeni sandıkta yapacağız.”[14]

Ardında da parti tabanına, “Taşkınlık yapmayacaksınız, sokağa çıkmayacaksınız,”[15] talimatı veriyor! Ya sokağa çıkılmamayı devreye sokan faktör, sandığa gidilmesinin önünü keserse?!

Bir şey daha: Soner Çağaptay, yumuşak bir geçiş süreci için muhalefetin Erdoğan’la, kendisi ve ailesinin işlediği tüm suçlardan affedilmesini içeren bir anlaşma yapması ve bu anlaşmaya ordunun garantörlük etmesinin “mevcut en iyi seçenek” olduğunu iddia ettiği[16] zırvalara hatırlatalım; sokakta yaşayanlar sokaktan korkmaz; sokaktan korkanlar salonlara hapsolanlardır!

Onnlara Eduardo Galeano bakın nasıl sesleniyor:

“Bize ‘sokağa defolun!’ dediler ve işte buradayız.

Televizyonu kapat ve sokağı aç.

Ona kriz diyorlar, ama asıl adı düzenbazlık.

Para az değil: hırsızlar çok kalabalık.

Piyasalar yönetiyor. Ben oyumu onlara vermedim.

Onlar bizim için bize sormadan karar veriyorlar.

Ekonomik köle kiralanır.

Haklarımı aramaktayım. Onları gören oldu mu?

Eğer hayal kurmamıza izin vermezlerse, biz de onların uyumasına izin vermeyeceğiz”![17]

* * * * *

Söz konusu hâlin ağırlığına rağmen; “OECD 2021 raporu çok can acıtıyor. Durumun iyi olmadığını biliyordum ancak bu kadar düştüğümüzü tahmin etmiyordum…

Türkiye’nin asla düzelemeyecek olmasının sebebi…

Temel yeteneklerden (basic skills) mahrum insanlar: Türkiye nüfusunun yüzde 39’unu oluşturuyor…

Well-rounded denilen temeli sağlam, eğitimli ve yüksek yetenekli nüfusun Türkiye’deki oranı ise sadece yüzde 3.

Kısacası, hem yeteneksiz hem de ahlâksız bir toplumdan ilerlemesini beklemek hayalcilik olur,” türünden tespileee katılmam mümkün değil!

Benzerini; “Nasıl oluyor da, bir eşek kadar bile kafası işlemeyen vicdansız, ahlâksız, budala zenginin biri, sadece birkaç torba altını var diye, akıllı dürüst bir sürü insanı buyruğu altında köle gibi kullanabiliyor?”[18] sorusuyla Thomas More da ifade etse de…

Mesele sessiz yığınların kapitalist yabancılaş(tırıl)mışlığında…

Kültür endüstrisinin anlamdan yoksunlaştırdığı kalabalıklar ya da “kitle” amorf, değişken bir kategoridir.[19]

Kapitalizm her şeyi emip, yutarak anlamsızlaştırmaktayken; gerçekliğini yitirmiş sessiz yığınların tepki ver(e)memesinde, korkularına teslimiyetinde şaşırtıcı bir şey yok. Şu var olan hâliyle kitlelerin kendileri için hiçbir şeyi temsil etmediğini de unutmadan!

Hayır düş kırıklığına mahal yok. Çünkü her şey biz ona nasıl bakarsak bize öyle görünür.

Malum: Devrimci felsefeye yaslanan bir tercih ancak sınıf mücadelesinde işgal ettiği konum aracılığıyla var olurken; kilit mesele hep insan(lık)ın en zorlu düşmanının, kendi zayıflığı oluşudur.

Bunu aşabilmek için Karl Marx ile Friedrich Engels’in, “Ayrı ayrı bireyler ancak bir başka sınıfa karşı ortak savaş yürüttükleri ölçüde bir sınıf oluştururlar; öbür türlü aralarındaki rekabetle birbirlerine düşman konumda yer alırlar,”[20] uyarısına kulak vererek; çürüten yoksulluğun devrimci örgütlenmesini yaratmak gerek.

Malumun ilamıdır, bilinir: Paris Komünü’nde, Ekim Devrimi’nde ayaklananlar pek öyle “sağlam, eğitimli ve yüksek yetenekli” kitleler değildi!

* * * * *

Yoksulluk realitesini abartmayın; lakin asla küçümsemeyin…

Yerküreye ve coğrafyamıza dikkatle baktığında, acı, çaresizlik ve acımasızlığın öne çıktığı görülecektir. Yoksulluk, eşitsizlik ve umutsuzluk emekçilerin hayatını karartıyor.

“Hastalıklar, ölümler, çocuk ölümleri... Daha birçok acı. Yoksulluk, açlık, dünyanın güzelliğinin, mutlu yaşamın dışına atılmış insanlık. Ve biz bu insanlığı tanımaktan yoksunuz.”[21]

Yönelinen yer; hangi saik ile olursa olsun; “Eat the Rich/ Zenginleri Yiyin!” noktasına müteallik olacağa benzer.

Sürdürülemez özellikleriyle yaşa(tıla)nan sefalet doğanın yasalarından değil, kapitalist sömürüden kaynaklanıyor; yoksul kalmanın en kesin yolu emekçi olmak. Yani “Yoksulluk sorun falan değildir. Hayattır yoksulluk. Zengin olmanın bir yolu varsa, yoksul olmanın binlerce yolu vardır.”[22]

“Yoksul olan, iyi olan her şeyden yoksun”ken;[23] bu hâl sistemin suçudur, açgözlü ve kurnaz kimselerin diğerlerini sömürüp yükseldikleri kapitalist eşitsizliğin kabahatidir.

O hâlde “Yoksulluk ve yoksunluk insanları susturur, onlara boyun eğdirir, başkaldırının soylu ruhunu boğar,”[24] gerçeğini unutmadan; yığınların yoksulluğunu politikleştirmek güncel görev(imiz) olup çıkıyor!

Hem de Joseph Murphy’nin, “Bu dünyaya yoksulluk içinde yaşamaya, açlık çekmeye gelmediniz”;[25] Fyodor Mihalyoviç Dostoyevski’nin, “Yoksulluk ayıp değil, bir gerçek… Yoksulluktan utanmak aptallıktır. Aptallıktan utanın,”[26] uyarıları eşliğinde…

* * * * *

Yerküre ve coğrafyamızın sürdürülemez kapitalist yörüngede debelendiği dönemin içindeyiz…

Suzanne Collins’in, “Açlık, hiç bir zaman resmi ölüm nedeni olarak belgelenmez,” notunu düştüğü; tarihin sıkıştığı kırılgan bir kesit bu!

Emeğin azgın sömürüsü, sınıfsal baskı, toplumsal ayrımcılık ve ırkçı söylemin egemen şiddetin aslî unsuruna dönüştürülüp, ivme kazan(dırıl)dığı güzergâhta ötekileştirme ile ayrıştırma resmî politika hâline gelmiş durumda.

Egemen korkunun kollarındaki meta fetişizmi, var olan her şeyi, bedenleri ve ruhları, insanı ve onun emeğini yıkıcılığa emanet ediyor. Bu şimdilik içten patlamalı bir kaos. Bunun sonrasında, sıkışan patlayacak!

Patlama kaçınılmaz; kafa yorulması gereken bunun örgütlenmesi ve yönelişi…

Burada bir parantez açılması gerek: Kapitalist “Egemenlik ilişkileri, meta ilişkileri, rekabet ve başarı ilkesiyle kapitalist toplumun sakatlanmış insanı; azınlığın özel kâr çıkarları uğruna bireyselliğini ve özerkliğini terk etmek zorunda kalan insan; yabancı güçlerin eline terk edilmiş ve korkudan zaman zaman fenalaşan insan. İşte bu tamamen yabancılaşmış insan, sefaletini çocuklarında yeniden üretecektir.”[27]

Çünkü “Azgelişmişlik her şeyden önce bağımlı halkların kendi kafalarıyla düşünmelerini, kendi yürekleriyle hissetmelerini, kendi ayaklarıyla yürümelerini engellemek üzere kurulmuş bir iktidarsızlık yapısıdır.”[28]

O hâlde yoksulluğa karşı emekçilerin mücadelesi iktidar bilinciyle politikleştirilmeliyken; cenneti yeryüzüne indirme bilinciyle ve aklı özgürleştiren laiklikle silahlanmalıdır.

Çünkü “İnsan ne kadar zor koşullar altında yaşıyorsa ya da halk ne kadar ezilmiş, bitkin, yoksulluk içindeyse, o kadar büyük bir inatla cennette ödüllendirilmeyi bekler; hele bir de bu arada yüz bin papaz, din adamı vs. birtakım spekülasyonlarla onların bu hayallerini kışkırtacak çalışmalar yürütürlerse...”[29]

“İnsanlar, öteki dünyadaki kurtuluşa inanarak, bu dünyadakinin yerini tutacak bir yedek kurtuluşa inanarak bu dünyanın kötülüklerine daha kolay katlanmaya hazırlanmaktadır.”[30]

Bunlarla birlikte “Cehennem para babalarının icadıydı; amacı, yoksulların dikkatini mevcut sefaletlerinden saptırmaktı. İlk olarak, bundan bile daha beter bir durumda olabilecekleri tehdidini sürekli yineleyerek. İkinci olarak, itaatkâr ve sadık olanlara, başka bir hayatta, Tanrı’nın krallığında, bu dünyada servetin satın alabileceği bütün her şeyin, hatta daha fazlasının onların olacağını vaat ederek.”[31]

Yalanları, korkuları “Ama”sız, “Fakat”sız karşımıza almaktan başka bir yol yoktur.

Siz hâlâ verili tabloda “Çoğunluğu karşımıza alamayız” ya da “Almamalıyız” mı diyorsunuz?

Yanılıyorsunuz! Lev Nikolayeviç Tolstoy, “Çoğunluğun ona inanması, bir yanlışın, yanlış olduğu gerçeğini değiştirmez,” derken ekler Niccolo Machiavelli: “Eğer bir millet iktidarda bulunan kişilerin şerefsizliğini, alçaklığını, hırsızlığını, yalnızca kendi siyasi görüşünden olduğu için görmezden geliyorsa, o millet erdemini yitirmiştir.”[32]

“Ya bendensin ya da düşmansın” hamaseti mubahken; çözüm, veriliye teslim olmakta değil, aşmakta; Prof. Dr. Korkut Boratav’ın, “AKP, krizle geldi, krizle gidiyor,”[33] tespiti -gerçekle alâkâsı olmayan- bir dilek ve temenni olmanın ötesine geçmiyorken…

Bu mümkün! Çünkü 2021, ekonomik, siyasi, kültürel hatta ekolojik olarak çözülmeye başlamış bir dünya “düzeni” devralmıştı. 2022, bu çözülme eğiliminin, belki Covid-19 hariç derinleşerek devam edeceği bir yıl olmaya aday. 

Prof. David Potter’in, tarihte önemli değişikliklere yol açan kopuşların ortaya çıkış koşullarını araştırdığı ‘Distruption, Why Things Change’ (2021) başlıklı çalışmasını, “Belirtiler, zamanın yine bir kopuş için olgunlaştığını gösteriyor” diyerek noktalaması boşuna değil.[34] 

* * * * *

Yeter ki Antonio Gramsci’nin ifadesiyle, “Zırh içindeki ölü” olarak tanımlaması mümkün olan sürdürülemez kapitalizmin koltuk değneği işlevini gören korku aşılabilsin…

Aklı esir alan korku mutlak yıkım getiren küçük ölümdür; en bulaşıcı hastalıktır.

İnsanı zayıf düşürüp, zayıflık korkuları arttıran korku, insan(lık)ı kör edip; kınadıklarımıza dönüştürür.

Korku beyni felce uğratır.

Denetim odaklı korku kültürü olmaksızın, iktidar kalplere/ beyinlere korku ekmezse kitleleri kontrol edemez.

İnsanlar artık özgür özneler olarak değil, nesnel yasallıkları işleme koyanlar ya da yabancı otoritelerin icra organları olarak belirirler. Toplumsal sistem (pazar sistemi, yönetim sistemi, vs.) kendi yasalarına göre işler ve insan, yaşamak istiyorsa, kendi kişisel düşüncelerinden tamamen bağımsız olarak, bu yasaların emrine girmek zorundadır

Toplumsal varoluş, insanın bilincini belirlerken; çevre, yalnızca insanları yöneten yabacı bir güç olarak değil, aynı zamanda, onların yargıcı olarak da egemendir.

Korku(lar), resmî ideolojinin biçimlendirdiği zihin hâlinden başka bir şey değilken; aslında kapitalizm koşullarında korkulan her şey zaten insan(lık)ın başındadır.

İş bu nedenle “Korku insanın gözünü kör eder.”[35] “Korku, ölümün yarısıdır.”[36]

“Korku cezadan çok daha fazla ürkütücüdür, çünkü ceza kestirilebilir bir şeydir, ancak korku belirsizdir ve o gerginlik sonsuz bir dehşet duygusu yaratır.”[37]

“Korku her zaman iyi bir akıl hocası değildir.”[38] “Korku kendi bilincine varmaya görsün, bunalım olur.”[39] Ancak “Ne kadar mantıksız olursa olsun, korku korkudur.”[40]

“Korku insanı hep boyun eğmeye zorluyor”ken;[41] “Asıl bulaşıcı olan korkudur; ömrümüzün sonuna kadar bize eşlik edecek birini bulamamaktan duyduğumuz o geçmek bilmez korku. Bu korkunun yüzünden akıl almaz şeyler yaparız, yanlış kişilere evet, deriz ve tek doğru kişinin o olduğuna, karşımıza tanrı tarafından çıkarıldığına kendimizi inandırırız.”[42]

El özet, tüm vazgeçilemezliğiyle “Korku, kapitalizmin malıdır.”

Çünkü “Kapitalist toplum, hasta bir toplumdur. Kapitalist toplumun ‘sağlıklı’ insanı, hasta oluşu dikkati çekmeyen biridir. Ne var ki, o, aslında sonuna kadar hasta, bozuk ve sakat bir insandır. Hastalığı topyekûn ve her yerdedir.”

“Egemenlik ilişkileri sürdürülecekse, kuralları çiğneyenlerin cezalandırılması, tarihi bakımdan zorunludur. Çünkü insan, gönüllü olarak boyun eğmez; haklarından ve ihtiyaçlarının karşılanmasından gönüllü olarak vazgeçmez. Onu, var olan egemenlik ilişkilerine uymaya götüren tek gerekçe, dıştan gelen zorun baskısıdır; bu, eskiden böyle olmuştur, şimdi de böyledir. Zor da, korkuyu doğurmaktadır.”[43]

“İnsan, gönüllü olarak boyun eğmez; haklarından ve ihtiyaçlarının karşılanmasından gönüllü olarak vazgeçmez. Onu, var olan egemenlik ilişkilerine uymaya götüren tek gerekçe, dıştan gelen zorun baskısıdır; bu, eskiden böyle olmuştur, şimdi de böyledir. Zor da, korkuyu doğurmaktadır. Bu durumda, egemenlik ilişkileriyle korku arasındaki bağlantı gayet basitleşmektedir: Egemenlik ilişkileri, ancak dıştan uygulanan zor yoluyla yürütülebilmektedir; zor da korku üretir.”[44]

“Egemenlik ilişkilerinin yalnızca dıştan gelen zorla ayakta tutulabildiği doğrudur. Ne var ki, zorun türü ve boyutları sabit kalmayıp, egemenlik sisteminin yerine oturduğu, olgunlaştığı ve inceldiği ölçüde değişmektedir. Bu tarihi sürecin başında, uygulanan zor, sert ve acımasız olmak durumundaydı. (Baskıya karşı direnen işçiler, işten çıkarılmış, hapse atılmış, dövülmüş ve öldürülmüştür.) Bu yolla, baskı altındaki insanlarda belirgin bir reel korku yaratılmıştır. Bunlar, açlığa, işkenceye ve ölüme karşı duydukları korkudan dolayı, kapitalist egemenlik ilişkileriyle uyum sağlamışlardır.”[45]

“İnsanlar birbirlerinden korkmaktadır ve bu sırada biri diğerine, üstün bir güce sahip, yabancı ve düşman bir dünyanın temsilcisi gibi görünür; anonim bir yargı gücünün kişileşmiş yasası, bu yargı gücünü uygulayan kimse olarak gelir.”[46]

“Boyun eğmek, egemen olanların isteklerine karşı çıkmamak ve yerine getirmek, kendi kararlarından, kendi isteklerinin karşılanmasından, kendi kaderini belirlemekten vazgeçmek demektir… Boyun eğmek, şiddetli korkuların yumuşatılmasına yarayan bir çaredir de aynı zamanda; çünkü, boyun eğen kimsenin, en azından reel bir cezalandırmadan korkmasına artık gerek yoktur.”[47]

“Korkuya karşı en genel savunma mekanizması, uyum sağlamaktır; daha açık söylemek gerekirse, toplumun güçlerine boyun eğmektir. Bu yolla korku, mükemmel bir egemenlik aracı olur.”[48]

“Bu teslim edilmişlik duygusu, yabancılaşmış hayatın temel anlayışı olmuştur. Teslim edilmiş olmak, yabancı güçlerin elinde oyuncak olmak, korku demektir. Yabancılaşmış insan, korkuyu bile, doğal ve kendisine yabancı bir güç olarak yaşar.”[49]

El özet, kapitalizm korkuttuğu ve korkulduğu için hâlâ ayaktayken; “Ne zaman ki insan, meta fetişizmini iyice kavrar, toplumsal güçlerde kendi faaliyetini ve kendi gücünü yeniden bulur ve ne zaman ki, ‘yabancılaşmış bilinci’ni, ‘yabancılaşmanın bilinci’ne dönüştürmeyi başarır, işte o zaman kurtulabilir ve kendini toplumsal özne olarak yeniden tanıyabilir.”[50]

* * * * *

Yeri gelmişken Horatius’un, “Korkularına boyun eğen özgürlüğüne sırt çevirir”; Michel de Montaigne’in, “Kişi ileride eziyet çekeceği için korkuyorsa, şu anda korkusundan eziyet çekmeye başlamış demektir,” saptamalarının altını çizip; Robert Louis Stevenson’dan aktarayım: “Korkularınızı kendinize saklayın, ama cesaretinizi başkalarıyla paylaşın.”

Asla unutulmasın: “Başımıza ne geliyorsa, korktuğumuz için geliyor. Bizi yönetenler korkumuzdan yararlanıyorlar, bu daha da çok korkutuyor bizi.”[51]

Bu hâli tersyüz etmek yani korkutanları korkutmak gerekiyor.

Acı veya zorluk çeken insan(lık) tutumunu değiştirip, korkularından vazgeçerek mücadeleye başlarsa, her kötülüğün üstesinden gelebilir.

Bu yolda kendimizi cesur hissetmek için insani irademizi kullanıp cüret etmeye mecburuz.

Başka çare(miz) yokken; “Işığı yaymanın iki yolu vardır; ya ışık olursun ya da onu yansıtan ayna,” sözleriyle uyarır hepimizi Edith Wharton…

“Ölmek bir şey değil, yaşamamak korkunç”[52] hakikâtine sırt dönmeyen insan(lık) neye inanıyor ve başkaldırıyorsa onu başarabilir.

Çünkü bu güzergâhta başkaldırı ve hayal gücüdür insan(lık)ı insan kılan…

Malum insan(lık), düşleri öldüğü gün ölürken; dünyayı değiştirecek örgütlü bilinç başkaldırıyla doğar.

“Unutmayın, dünyada en korkunç şey, ümidini kaybetmektir. Bu söylediğim gibilerin az ve henüz kendilerini tam göstermemiş olması, günün birinde iyinin, doğrunun ve kıymetlinin hâkim olacağından ümidi kesmeyi icap ettirmez...”[53]

* * * * *

Elbette umutla silahlanmış örgütlü bilinç korkuyu yok ederken; insan(lık)ın hayalleri, korkularınızdan büyük olduğu zaman korkunun egemenliği nihayete er(diril)ecektir; Dante Alighieri’nin, “Ve böylece yeryüzüne çıkıp yeniden yıldızları gördük,” ifadesindeki üzere!

O hâlde; “Hem yeteneksiz, hem de ahlâksız bir toplumdan ilerlemesini beklemek hayalcilik olur” demek yerine; onları yeteneksiz kılıp, ahlâksızlaştıran sisteme karşı çıkıp; Lev Tolstoy’un, “Kötüyü değil, kötülüğü yok etmeli. İyi insanlar ancak böyle çoğalır,” saptamasının gereğini hayata geçirmektir olması gereken.

Nihayet Paulo Coelho’nun, “Eğer bir gün yolunuzu kaybederseniz, bir çocuğun gözlerinin içine bakın”…

José Saramago’nun, “Kör adam o gece düşünde kör olduğunu gördü.” [54]

Komutan Yardımcısı Marcos’un, “Kapitalizm bize tatminden uzak bir hayat dayatır ve bu durumun karşısında sadece bir seçeneğimiz vardır, yaşamlarımızı başka türlü yaratmak.”

Ilya Ehrenburg’un, “Bir tek şey önemliymiş eskiden: Ölümü göze almak. Oysa bugün yaşamak gerekiyor, yenmek gerekiyor... Ne pahasına olursa olsun. Ve bu daha zor... Fakat gerekli.”[55]

Mao Zedong’un, “Marksizm birçok ilkeyi içerir, ancak son tahlilde hepsi tek bir cümle ile dile getirilebilir: isyan etmek doğrudur,” saptamalarını kulaklarımıza küpe ederek yine (ve yeniden) yollara düşüp, sokaklara çıkmalıyız.

Bu gerekli ve mümkündür!

6 Ocak 2022 21:01:23, İstanbul.

N O T L A R

[1]  8 Aralık 2021’de Antep KKP ve SYKP il örgütlerinin ortak düzenlediği söyleşide yapılan konuşma…  7 Ocak 2022’de YouTube kanalı Yeni Dalga TV’deki konuşma… “İŞİN ASLI: Ekonominin Demokrasiyle İmtihan”… https://www.youtube.com/watch?v=fnKduLpK43Y… Kaldıraç, No:247, Şubat 2022…

[2] Şükrü Erbaş, Bütün Şiirleri 1, Kırmızı Kedi Yay., 2012, s.125.

[3] “Türkiye’deki Milyoner Sayısı Son 1 Yılda Yüzde 65 Arttı”, 1 Ocak 2022… https://www.dokuz8haber.net/turkiyedeki-milyoner-sayisi-son-1-yilda-yuzde-65-artti

[4] “Açlık Sınır Tanımıyor”, Cumhuriyet, 29 Temmuz 2021, s.9.

[5] “Yerli Milyonerler 2021’in İlk 5 Ayında 40 Bin Kişi Arttı”, Cumhuriyet, 2 Temmuz 2021, s.11.

[6] “324 Bin Yerli Milyoner Var”, Cumhuriyet, 7 Ağustos 2021, s.9.

[7] “DİSK-AR: Gelir Eşitsizliğinde Avrupa Birincisiyiz”, Birgün, 18 Haziran 2021, s.11

[8] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.

[9] Fyodor Dostoyevski, Budala, çev: Ayhan Aktar, Güven Yat., 2008.

[10] “Time Dergisi Türkiye’yi En Büyük 10 Küresel Risk Listesine Koydu”, 5 Ocak 2022… https://www.avrupademokrat.com/time-dergisi-turkiyeyi-en-buyuk-10-kuresel-risk-listesine-koydu/

[11] Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları 3/ Totalitarizm, çev: İsmail Serin, İletişim Yay., 2014.

[12] https://www.bbc.com/turkce/live/haberler-turkiye-59863598

[13] “Kılıçdaroğlu: Erdoğan Erken Seçime Gitmek Zorunda”, 5 Ocak 2022… https://www.dokuz8haber.net/kilicdaroglu-erdogan-erken-secime-gitmek-zorunda

[14] Sarp Sağkal, “Muhalefet Sokak Oyununda Yok”, Cumhuriyet, 6 Ocak 2022, s.1-4.

[15] 5 Ocak 2022… https://www.indyturk.com/node/456196/siyaset

[16] Haberdar (@Haberdar) Tweeti… https://twitter.com/Haberdar/status/1478768252461346821?s=20

[17] Eduardo Galeano, Ve Günler Yürümeye Başladı, çev: Süleyman Doğru-Savaş Çekiç, Sel Yay., 2017, s.157.

[18] Thomas More, Utopia, çev: Sabahattin Eyüpoğlu-Mina Urgan-Vedat Günyol, İş Bankası Yay., 2006.

[19] Jean Baudrillard, Sessiz Yığınların Gölgesinde, çev: Oğuz Adanır, Doğu Batı Yay., 1991.

[20] Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi [Feuerbach], çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.

[21] Yaşar Kemal, Binbir Çiçekli Bahçe, Yapı Kredi Yay., 2009, s.100.

[22] John Berger G., John Berger, çev:: Tomris Uyar, Metis Yay., 2007, s.84.

[23] Miguel de Cervantes Saaverda, Don Quijote, çev: İsmail Yerguz, Alfa Yay., 2001, s.334.

[24] Thomas More, Utopia, çev: Sabahattin Eyüpoğlu-Mina Urgan-Vedat Günyol, İş Bankası Yay., 2006, s.50.

[25] Joseph Murphy, Bilinçaltının Gücü, çev: Aysun Babacan, Ötesi Yay., 2000.

[26] Fyodor Mihalyoviç Dostoyevski, Suç ve Ceza, çev: Toros Öztürk, NTV Yay., 2009, s.13.

[27] Dieter Duhm, Kapitalizmde Korku, çev: Sargut Şölçün, Kalem Yay., 1987, s.166.

[28] Eduardo Galeano, Biz Hayır Diyoruz, çev: Bülent Kale, Metis Yay., 2008, s.118.

[29] Fyodor Mihalyoviç Dostoyevski, Ecinniler, çev: Mazlum Beyhan, İş Bankası Yay., 2018, s.238.

[30] Dieter Duhm, Kapitalizmde Korku, çev: Sargut Şölçün, Kalem Yay., 1987, s.153.

[31] John Berger G., John Berger, çev:: Tomris Uyar, Metis Yay., 2007, s.84.

[32] Niccolo Machiavelli, Prens, çev: Murat Satıcı, İlya Yay., 2002.

[33] Mustafa Çakır, “Boratav: AKP, Krizle Geldi, Krizle Gidiyor”, Cumhuriyet, 25 Kasım 2021, s.9.

[34] Ergin Yıldızoğlu, “2022’ye Girerken”, Cumhuriyet, 27 Aralık 2021, s.11.

[35] José Saramago, Körlük, çev: Aykut Derman, Can Yay., 2010, s.136.

[36] Ferit Edgü, Yazmak Eylemi, Alfa Yay., 2019, s.105.

[37] Stefan Zweig, Korku, çev: İlknur İgan, İş Bankası Kültür Yay., 2015, s.70.

[38] José Saramago, Körlük, çev: Aykut Derman, Can Yay., 2010, s.197.

[39] Albert Camus, Sisifos Söyleni, çev: Tahsin Yücel, Adam Yay., 1983, s.41.

[40] Charles Dickens, Büyük Umutlar, çev: Gülcan Coşkun, Bilge Kültür Sanat Yay., 2003, s.20.

[41] Honore de Balzac, Vadideki Zambak, çev: Murat Küçüker, Karanfil Yay., 2016, s.3.

[42] Paulo Coelho, Aldatmak, çev: Emrah İmre, Can Yay., 2014.

[43] Dieter Duhm, Kapitalizmde Korku, çev: Sargut Şölçün, Kalem Yay., 1987, s.26.

[44] yage, s.81.

[45] yage, s.54.

[46] yage, s.116.

[47] yage, s.134.

[48] yage, s.64.

[49] yage, s.102.

[50] yage, s.101.

[51] Maksim Gorki, Ana, çev: Osman Çakmakçı, Bordo Siyah Yay., 2005.

[52] Victor Hugo, Sefiller, çev: Aylin Yıldız, Venedik Yay., 2016.

[53] Sabahattin Ali, İçimizdeki Şeytan, Varlık Yay., 1966.

[54] José Saramago, Körlük, çev: Aykut Derman, Can Yay., 2010, s.197.

[55] Ilya Ehrenburg, Paris Düşerken, 1. Cilt, çev: Attila Tokatlı, May Yay., 1967.