Nisan 2012'de İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu'nun yaptığı bir konuşma var. Orada diyor ki, "Yeni bir döneme giriyoruz, bundan önceki dönem vesayetin geriletilmesi, demokratik sistemin kanallarının genişletilmesi gibi herkesin paylaşacağı bir dönemdi. Ama bu dönemde eski müttefiklerimiz bizimle yürümeyebilir. Liberaller, demokratlar, solcular, yetmez ama evetçiler, bütün bunlar bizi terk edebilirler. Çünkü biz inşa dönemine giriyoruz, artık kendi sistemimizi, kendi dönemimizi inşa edeceğiz. O yüzden biz kendi öz çekirdeğimizle daha kavi olmalıyız." Bu mealde bir konuşması var. Bu İstanbul İl Başkanı'nın yapacağı bir konuşma değil, nakledeceği bir konuşma.

Taraf'tan Hayko Bağdat'a konuşan Ertuğrul Günay, İstanbul'da rüşvet çarkının nasıl döndüğünü anlattı...


* Ertuğrul Bey, büyük umutlarla dâhil olduğunuz partiniz sizi disipline sevk ediliyor ve siz istifa ediyorsunuz. Ne oldu? Nerede kırıldı bu iş?

AK Parti'ye biz kritik bir eşikte katıldık biliyorsunuz. 27 Nisan muhtırası verilmişti. Darbe söylentileri vardı gündemde ve o eşikte geçmişte bu tür kırılmalardan çok zarar görmüş insanlar olarak milli iradenin yanında durmak gerekir düşüncesiyle bize yapılan beraber siyaset yapma önerisini kabul ettik ve katıldık. Katılırken, "Bugüne kadar inandığım ve savunduğum her şeyi aynı kararlılıkla inanmaya ve savunmaya devam ederek AK Parti'ye katılıyorum" dedim. Demokrasi, saydamlık, katılımcılık, çoğulculuk, insan hakları ne savunuyorsam. Kapatma davası geldiğinde çok dik durduk.

* Aranızda hiç ihtilaf çıkmadı mı?

Geçen dönem Sayın Genel Başkan'ın söylemiyle ilgili özellikle sanatla, sanat çevreleriyle, tiyatrolarla ilgili bazı tartışmaların dışında aramızda çok büyük bir ihtilaf çıkmadı. Hatta güzel işler yaptığımızı söyleyebilirim. Nâzım Hikmet'in yurttaşlığının iade edilmesi, Ahmet Kaya ve Yılmaz Güney'in mezarlarının Türkiye'ye geri getirilmesi konusunda ailelerle görüşme yapmam, Şivan Perwer'in memleketine davet edilmesi, farklı inançlardan toplum kesimlerinin sınırlı ölçüde kalsa bile ibadethanelerini kendilerine iade etmek gibi. Bütün bunlar Başbakan'ın bilgisi çerçevesinde oldu. Fakat 2011 seçimlerden sonra özellikle bir kırılma yaşanmaya başlandı.

* Arada hani sizin Başbakan ile bir "heykel" tartışmanız da olmuştu. Bunu yüz yüze konuştunuz mu?

Konuştuk. 2011 seçimleri öncesi bir tarihteydi. Kars'ta henüz bitmemiş bir heykelle ilgili sevimsiz bir sözcük kullandı. Ben kendisine böyle bir sözcüğü Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı'nın kullanmasının doğru olmadığını söyledim. Uzunca bir tartışma yaşadık. Hâlâ takip ediyor o söz Başbakan'ı. Heykele ucube diyen bir başbakan...

* Başbakan'ın bakanlarla yaptığı tartışmalarda bazen çok sertleştiği söyleniyor. Sizin tartışmalarınızın tonu nasıldı?

Yüksek sesle tartışmalarımız oldu. İstanbul’u, imarı, sanatı korumak, sanatçıyı korumak, heykeli korumak, tiyatroyu korumak konularında tartıştık ama hiçbir zaman kabalaşmadık. 2011'den sonra tartışma benimle onun arasında olmaktan çıktı. Tartışma toplumla olmaya başladı.

* Kopuşunuzun miladı 2011 mi?

2011 genel seçimlerinden sonra seçim bölgem İzmir'den İstanbul'a döndüğümde Kazlıçeşme konutlarının yükseldiğini gördüm. Kazlıçeşme konutlarının yüksekliğinin İstanbul'un siluetini çok rahatsız edeceğini görerek belediyelere bizzat yazı yazdım. Çevre Bakanlığı'na yazı yazdım ve koruma kurullarından, inşaat Yedikule'nin hemen yakınında olduğu ve silueti etkilediği için durdurma kararı alınmasını sağladım. Bu kararı tebliğ ettik. Ondan sonra bu mesele Sayın Başbakan'la aramızda bir çekişme hâline geldi. Sayın Başbakan o yapıları korudu ve onun himayesinde yükseldi binalar. İstanbul'un imarı ile ilgili sorunlar karşısında Başbakan, Şehircilik Bakanı ve belediyeler hattını, savunma cephesini aşamayacağımı görünce konuyu basına taşımaya başladım.

* Ne yaptınız?

Çeşitli tarihlerde, "İstanbul'daki bu yanlış yapılaşmayı durduralım""İstanbul'da rant kaygısı ahtapot gibi toplumu sarmış" gibi başlıklarla çeşitli gazetelerde açıklamalarım yer aldı. Bir süre sonra Sayın Başbakan'la İstanbul'u çok konuşamaz hâle geldik. En son ben görevdeyken Aralık 2012'de Gezi Parkı'na bir kışla yapılmasını İstanbul Koruma Kurulu reddetmişti. Bu reddi tartıştık, ben ret kararının haklı olduğunu söyledim, o haksız olduğunu söyledi. Bu katıldığım son Bakanlar Kurulu idi ve yüksek sesli tartışma oldu. Benden sonra Yüksek Kurul'dan bu kararı geçirdiler. Gezi Parkı'nı önce bir AVM yapmak amacıyla, sonra bir adım geriye rezidans yapmak amacıyla, sonra otel yapmak ve en son da müze yapmak gerekçesiyle geriye çekildiler. Gezi Parkı'ndaki direnişin haklı olduğunu, ağaçların kesilmesinin yanlış olduğunu, bu projenin mutlaka gözden geçirilmesi gerektiğini, orada çıkan ihtilafın çok kolaylıkla çözülebileceğini, biraz empati göstermek, biraz diyalog kurmak yoluyla çözülebileceğini hep anlatmaya çalıştım ama bir anlamda duvara konuşmuş gibi oldum.

* Niye?

Çünkü Sayın Başbakan daha birinci gün, "Onlar istedikleri kadar bağırsınlar, biz o binayı yapacağız" demişti ve onun o katı söyleminin, o mağrur söyleminin, o kibirli söyleminin bedelini Türkiye 35 gün ödedi. Bu, bir komplo dendi; dış güçler dendi, bir Otfor dendi. Halbuki empati kurmama, kitleyi dinlememe, çevre duyarlılığından yoksun bir imarcılık anlayışı bizi bu noktaya getirdi.

* Başbakan'ın birtakım inşaatların savunuculuğunu yaptığını söylüyorsunuz.

Sayın Başbakan İstanbul Belediye Başkanlığı'nı hiçbir zaman bırakmadı. Özellikle Türkiye çapında da bütün bu büyük imar projelerini yakından takip ediyor. İstanbul'daki yüksek yapılaşmalar ancak onun onayıyla yapılabiliyor. Ne yazık ki onun onayı bakanlıkların yetkilerini önemli ölçüde kısıtlıyor. Şehircilik Bakanı'nın yaptığı açıklamada Sayın Başbakan'ın bütün bu büyük ve sıkıntılı projeleri yakından yönettiği ifadesi var.

RÜŞVET VE YOLSUZLUK NASIL YAPILIYOR?

* İnşaatlardan haksız kazanç elde edildiği iddiaları var. Bu rant nasıl oluşuyor?

Siz bir bölgede emsali artırmaya başlayıp silueti, yeşil alanı, tarihî çevreyi gözetmeden imar planı yapmaya başlarsanız ve projelerde bir emsal alması gereken yere iki üç emsal vermeye başlarsanız inanılmaz bir haksız kazanç üretiliyor. Tabii o haksız kazanç üretilirken de birtakım mekanizmalara birtakım çıkarlar dağıtılıyor. Son zamanlarda bir söylem var. "Devletin kesesinden bir kuruş çıkmışsa bunun hesabını sorarız." Başka biçimde çıkıyor devletin kesesinden.

* Nasıl çıkıyor?

Yani siz adama haksız kazanç sağlıyorsunuz o da haksız kazancın içinden bir miktarını size veriyor. Doğrudan kasadan pay çalmıyor ama kamunun olması gereken bir zenginlik başkalarına paylaştırılıyor. Yolsuzluk savunması da çok sofistike bir dille yapılıyor. Rüşvette zaten kasadan para çalınmaz. Rüşvette bir menfaat sağlarsınız ya da bir hakkı elde etmesine yardımcı olursunuz veya önlersiniz, bunun karşılığında bedel verirsiniz. Bu da yasalara göre suçtur.

* Uzun süre bakandınız. Siz hiç böyle bir olaya şahit oldunuz mu?

Ben bir hukukçuyum, elimde belge bilgi olmadan şu şöyle yaptı, bu böyle yaptı demeyi kendime karşı da, başka insanlara karşı da saygısızlık sayarım. Ama özellikle İstanbul'da gerçekten çok yüksek ve çok yoğun yapılaşma olduğu çok açık gözüküyor. İstanbul bir Dubai, bir Manhattan değil ki. İstanbul bize bir emanet. İstanbul biz yokken de vardı, biz gittiğimizde de var olacak. Böyle bir şehirde bizim bu silueti bozmaya hakkımız yoktur. Dışarıdan bakınca haksız kazançlar olmuş gibi gözüküyor. Ama ben somut olarak bir kişiyi, bir kurumu elimde bilgi belge olmadan suçlayamam.

* Sayın Başbakan “kurtuluş savaşı” ilan etti. Bugün Türkiye'de uluslararası bir saldırının varlığına, siyasete bir operasyon yapıldığına inanıyor musunuz?

Gezi olayları sırasında da benzer söylemlerin kullanıldığını görmeseydim ciddiye alırdım belki. Yani nice senaryolar gördük, nice sözde üretilmiş belgeler okuduk. Gezi Parkı daha önce dış merkezlerde yazılmış bir senaryoymuş falan. Şimdi öyle olmadığını en iyi bilenlerden biriyim ben. Orada bir haklı kurul kararı vardı; o karar tersine çevrildi. Belediye hunharca girdi oraya ve insanlar buna direndi, İnsanları 1 Mayıs'ta yaptıkları gibi sürüp çıkaracaklarını tahmin ettiler ama Türkiye çapında birikmiş olan öfke birden sokağa taştı ve inanılmaz boyutlara geldi. Sayın Başbakan kendi yaptığı yanlışı topluma çok ağır bedelle ödetti ve bunu bize komplo diye, uluslararası senaryo diye anlattı. Aynı şeyi bugün de duyuyorum.

* Aynı olan nedir sizce?

Ne zaman hükümet bir sıkıntıyla karşı karşıya kalsa, ben acaba bir yanlış yaptım mı diye bakmıyor. Asıl sorun burada. Bir özeleştiri yapacaksınız, önce bir aynaya dönüp bakacaksınız. Bunu katiyen yapmadan her olayda başkasını suçlamak inandırıcılığını yitiriyor. Daha birkaç ay önce bölgenin lideri gibi, dünyanın lideri gibi takdim edilen bir siyaset adamı bugün bölgedeki bütün güç odaklarının düşmanı olarak takdim ediliyor. Hangisine inanacağız? Benim gördüğüm bunu çaresizlikten yapıyor.

* Niye çaresiz olsun? Oy kaybetmiyor ki?

Oy kaybedip kaybetmediğini göreceğiz. Nisan 2012'de İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu'nun yaptığı bir konuşma var. Orada diyor ki, "Yeni bir döneme giriyoruz, bundan önceki dönem vesayetin geriletilmesi, demokratik sistemin kanallarının genişletilmesi gibi herkesin paylaşacağı bir dönemdi. Ama bu dönemde eski müttefiklerimiz bizimle yürümeyebilir. Liberaller, demokratlar, solcular, yetmez ama evetçiler, bütün bunlar bizi terk edebilirler. Çünkü biz inşa dönemine giriyoruz, artık kendi sistemimizi, kendi dönemimizi inşa edeceğiz. O yüzden biz kendi öz çekirdeğimizle daha kavi olmalıyız." Bu mealde bir konuşması var. Bu İstanbul İl Başkanı'nın yapacağı bir konuşma değil, nakledeceği bir konuşma.

* Neyi inşa edecekler?

Herhalde daha otoriter daha her şeye tahakküm edebilen bir biat sistemi, yukarıdan aşağıya hiyerarşik bir toplum düzenini. Bu demokrasi değil tabii. 17 Aralık'tan bu yana hukuk devleti ilkeleri açık bir şekilde zedelendi. Mahkeme kararına rağmen polis çalışmadı, adli kolluğun başı savcı olmasına rağmen Emniyet onu dinlemedi. Başta yapılanlar mevzuata aykırı dendi daha sonra mevzuat değiştirilerek yapılanların mevzuata uygun olduğu bir ölçüde itiraf edilmiş oldu. Bugün de o yönetmeliği Danıştay 10. Dairesi durdurdu. Gezi Parkı'ndaki o diyalog kurmayan buyurgan tavır, demokrasiden vazgeçip otoriter bir yönetime doğru sürüklenmişti. Şimdi çok vahim biçimde burada da hukuk devletinden uzaklaşılıyor ve daha keyfî yönetime doğru sürükleniyoruz. Bugünkü mevzuatın bile kendileri için ayak bağı olduğunu düşünmeye başladılar. Düşünebiliyor musunuz?

* Neyi?

Yürütme erkinden birinin yakınıyla ilgili bir soruşturma yapıyorsunuz, bundan Yürütme erkinin tepesindeki adamı haberdar etmiyorsunuz diye size kızıyorlar. Eğer gerçekten Yargı bir araştırma yapıyorsa, tabii ki Yürütme'ye bilgi verilmez. Ben hukuk eğitimi almış biriyim. Yapılanlar hukuk devletine, Anayasa'ya, yürürlükteki mevcut mevzuatın bütün temel ilkelerine aykırı davranışlardır.

* Ne olacağını düşünüyorsunuz bu gidişatın?

Bakın üst üste uyarılar gelmeye başladı. HSYK uyarı yaptı. Sayın Başbakan'ın yakın çevresindeki birkaç kalemşor derhal reddetmeye çalışıyor ama HSYK, oluşum için bizim 2010'da Anadolu sokaklarına döküldüğümüz ve anayasa değişikliği ile oluşturduğumuz bir yeni yapı. Bugünkü iktidarın büyük ölçüde desteklediği bir girişimin sonucunda oluşmuş bulunan bir yapı. Danıştay'ın ilgili dairesi bugün yürütmeyi durdurma kararı verdi. Ülkenin bütün aklı başında hukuk birimleri, kurumları, bireyleri, örgütleri hepsi yapılanların hukuk devleti ilkesine aykırı olduğunu söylüyor. Bu olanlar Gezi'den daha ileri boyutlarda.

* Tam olarak hangi boyutta?

Geçen gün Ereğli'de camları kırık bir evde bebeğini uyutmaya çalışırken bebeği donan annenin bir ilgisi var bu yaşadığımız olaylarla. O annenin bedduası var bu olayda. O annenin yürek yanıklığı var bu olayda. Ya da geçen gün İzmir'de ölen çocukların ya da Roboski' de hâlâ failini bilmediğimiz olayda canlarını yitirenlerin, Türkiye'nin birçok yerindeki mağdurların, mazlumların bu olayla direkt ilgisi var. Onun için burada başka bir durumla karşı karşıyayız. Bunu kimse kolay atlatamaz. Şimdi daha vahim bir eşikteyiz. Hukuk devletine döneceğiz.

* Siyasete devam edecek misiniz?

Ben 27 sene parlamento dışında çalıştım. Türkiye'de benim kadar parlamento dışında kalıp da parlamenter sanılan hatta bakan sanılan ikinci bir isim yoktur.. Ben parlamento dışı muhalefettim bir anlamda. Benim için parlamento dışı muhalefet daha da kolay. Çok derdim değil yani.

* Şu an Başbakan'la yüz yüze gelseniz ne söylemek istersiniz?


 Çok üzüldüm derdim. Kendine de milletin umutlarına da çok yazık ediyorsun.

Yolsuzluğu anlatamazsınız...


* Devlet içinde iktidara karşı bir çete var mı?

Devlet içinde hırsızlıkları, yolsuzlukları ortaya çıkarmaya çalışan bir çete var yani? İnsanlar bunu böyle karikatürize ediyor. İnsanların aklıyla alay etmemek lazım. Demokrasiye karşı yaptığınız eylemleri çeşitli demagojilerle belki bir kitleye kabul ettirebilirsiniz. Yolsuzlukla ilgili gözüken birtakım olaylar ortadayken siz ülkenin başbakanı olarak ayakkabı kutusunda saklanmış bulunan paraları yok oraya yardımdı, buraya yardımdı, bağıştı falan diye anlatamazsınız. "Filancanın evine bavul gitti ama içinde ne gittiğini bilmiyorsunuz, belki kitap gitmiştir" diye birtakım maddi bulguları gözden kaçırmaya çalışır ve bir savunma, bir yok etme, bir delil karartma gayreti içerisinde görülürseniz o zaman insan aklıyla alay etmiş olursunuz. İnsanlar “Bni de ahmak yerine koyma” derler. "Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın. Bir gün sen de yaptıklarına pişman olursun" diye Ziya Paşa'nın bir beyiti var. 2009 yerel seçiminden sonraydı. Bir seçim gözlemi sırasında dedim ki "Sayın Başbakanım seçmenimiz çok yoksul ama çevremiz çok zenginleşmeye başladı. Korkarım ki bu, bizi bu seçmenin asıl taleplerinden uzaklaştırır." Bunu söylediğim zaman Bakanlar Kurulu buz gibi oldu.

DÜNYANIN BAKIŞI

* Dünya bu olanları nasıl karşılıyor sizce?

AB temsilcisinin açıklamasını okudum. "AB Bakanı, AB karşıtı bir tavır sürdürüyordu" dedi görevi bırakan bakan için. Ve "Gezi Parkı sürecindeki tutumu da Avrupa'nın çoğulcu demokrasi anlayışı açısından kabul edilmezdi" dedi. Yani takip ediyor dünya bizi. Alman gazetelerinde yazılanları ben tekrar edemem burada. İngiliz gazeteleri, Amerikan gazeteleri, bütün dünya şu anda Türkiye'yi hayretle, dehşetle, irkilerek seyrediyor. Biz birdenbire bir 3. dünya ülkesi yani her zaman yönetiminde yolsuzluklar olan ülkeler seviyesine düştük. Bunun ekonomik bedeli, toplumsal bedeli, siyasi bedeli çok olur. Toplumda ciddi bir ahlaki erozyon doğar ve hükümetin meşruiyeti sorgulanırsa istediğiniz kadar seçim kazanın, kaybedin önemi kalmaz. Kendi otoritesini kurmaya çalışan, bir lider kültü etrafında siyaseti dondurmaya çalışan bir parti olarak algılanıyorlar.