Yüz yıllık bir geçmişi olan Türk devleti, başından beri yapılandırıldığı anti-demokratik, faşist, ırkçı- gerici özelliğini, arada geçen bu uzun yıllar boyunca korumuştur. Bu durum, yani Türk devletinin “demokratikleşme sorunu” her dönem ve her kesimde tartışılan bir sorun olmuştur. Böyle olmasından şaşırtıcı bir yan yoktur elbette. Demokrasi isteyen ve bu ceberrut sistemin altında ezilen ve sömürülen emekçiler, Kürtler, Aleviler, kadınlar ve gençler, mevcut baskıcı ve sömürücü sistemi kabul etmemiş ve kendi haklarını talep etmekten, bu uğurda mücadele etmekten vazgeçmemişlerdir. Bütün bu uzun ve zorlu mücadelelere rağmen Türk devleti “demokratikleştirilememiştir”.

Arada geçen yıllarda iki dünya savaşı yaşanmış, bu savaşların birincisinde Türk devletinin içinde doğduğu imparatorluk dağılmış, insanlığın bütün tarihini etkileyen devrimler gerçekleşmiş, çok sayıda yeni devlet kurulmuş, teknolojik ve bilimsel olarak hayal bile edilemeyecek değişimler yaşanmış, bütün bunlara rağmen Türk devletinin temel siyasal yapısı değişmemiştir.

Türk devletinin değişmeyen bu karakteri, devletin ilk oluşum evresinde ortaya çıkmış olan bir özellikten kaynaklanmaktadır. Osmanlının son dönemini ve Türk devletinin yapısını belirleyen “İttihat ve Terakki Fırkası”nın kuruluş sürecine bakıldığında, Türk devletinin neden demokratikleşemediğinin şifreleri görülebilmektedir. Bilindiği gibi İTF, ilk başlarda kısmen de olsa, farklı politik özellikler taşıyan, değişik bileşenlerden oluşan, çoğulcu bir karaktere sahipti. Ancak İTF, kısa süre içinde Türkçü/İslamcıların eline geçmiş ve Türk devletinin ön hazırlıkları, bu ırkçı- gerici zihniyetin eliyle ve bu toprakları bir kan denizine çevirerek gerçekleştirilmiştir.

İTF’den sonra gelen Kemalistler, aynı ırkçı-gerici ve pragmatik politik çizgiyi, kan ve şiddetle sürdürerek Türk devletinin kuruluşunu gerçekleştirmişlerdir. Kemalistler, bu iki yüzlü politik çizgiye uygun olarak, ilk dönemlerde, hem padişahla iyi geçinmeye dikkat etmişler, hem de toplumda yerleşik olan İslamcı/Osmanlıcı sosyo-kültürel ve siyasal yapılanmayla uyumlu olmaya özen göstermişlerdir. Bu yaklaşımın gereği olarak ilk dönemde, toplumsal farklılıklarla, Kürtlerle, Lazlarla ve Alevilerle ittifak içinde davranmaya, farklı toplumsal/siyasal kesimlerle, açıktan ters düşmemeye fazlasıyla özen göstermişlerdir. Bununla birlikte Kemalistler, iktidarları boyunca, önce Hıristiyan halkları, sonra Kürtleri daha sonra da diğer farklı toplumsal/siyasal grupları, hızlıca tasfiye ederek, bildik kanlı politikalarını hayata geçirmeye çalışmışlardır.

DP (Demokrat Parti), Milli Şef İnönü’nün CHP’sinin katı Kemalist politikalarına karşı kitlelerin tepkisini istismar ederek iktidar olmuştur. İktidar olduktan hemen sonra, aynı baskıcı politikaları, daha katmerli olarak ve ısrarla sürdürmüşlerdir.

Daha sonra gelen hükümetler, bazen, gelişen toplumsal mücadelenin yarattığı basınçtan etkilenerek, zorbalıklarda ve hukuksuz uygulama ve düzenlemelerde, küçük bazı değişiklikler yapmak zorunda kalmışlardır. Ancak çok sınırlı demokratik gelişmelere bile tahammül edemeyen Türk devleti, böyle durumlarda, vakit kaybetmeden, darbelerle süreci yeniden düzenlemiş, kontrolü eline alarak devletin iktidarını sağlamlaştırmıştır. 1960-1970-1980 darbeleri ve daha sonra yapılan çeşitli “darbecikler” devletin, ihtiyaç duyduğu, söz konusu kuralsız zorbalığının devamını sağlamak içindi.

Aslında bütün bu örnekler çok net bir biçimde Türk devletinin politikalarının yapısal özelliklerini ortaya koymaktadır. Yazının başında sözünü ettiğimiz yapısal sorun, bu politikalarda ve bu tarihsel arka planda kaynaklanmaktadır. Tarihin en kanlı soykırımlarını yaparak bir “ulus yaratmaya”, halkların topraklarının işgali üzerinde kendisine “sözde” vatan oluşturmaya çalışan bir devletin varlığını sürdürmesi, sadece ve sadece “çıplak ve kuralsız zor”la mümkündür. Türk devletinin mevcut yapısıyla varlığını sürdürmesi bu “zor”a ve “inkara” dayalı politikayı sürdürmeyi gerektirmektedir, bu “çıplak ve kuralsız zor” olmadan bu coğrafyadan da, dünyadan da, böyle bir Türk devletini var etmek ve ayakta tutmak kolay olmayacaktır. Türk devleti, yüz yıldan beri bu nedenle zorbalık, ırkçılık, gericilik yapmakta, bu nedenle demokratikleşememektedir. Erdoğan’ın ve AKP’nin başından bugüne izlediği politikalar, Türk devlet siyasetinin tarihten gelen bu değişmez yapısal karakterinin sonucu ve gereğidir.

Türk devletinin bu “klasik zorba” politikasını çeşitli partiler aracılığıyla devam ettirdiği koşullarda AKP, siyasal hayata dahil oldu. Bu dönemde Türk siyaseti, hem ekonomik krizin kitlelerden yarattığı memnuniyetsizliklerden dolayı, hem de Kürt siyasal hareketinin demokratik mücadelesinin yarattığı basıncın sonucu olarak tıkanmış bulunmaktaydı. AKP, kitlelerin bu memnuniyetsizliğini, Kürtlerin özgürlük taleplerini, çeşitli toplumsal kesimlerin demokrasi isteklerini istismar ederek iktidar oldu.

AKP, geliştirdiği ve sistem partilerinde duyulmasına alışık olunmayan liberal- demokratik söylemleriyle toplumun birçok kesimlerinin hem ilgisini çekti, hem de desteğini aldı ve toplumun değişik katmanlarında alınan bu destek, bir süre devam etti. AKP’nin liberal demokrat özelliğinin “sahte” ve “sözde” olduğu, Kürt sorununa dair gündeme gelen “çözüm süreci” ile birlikte deşifre oldu. Böylece Kürt sorunu bir kez daha, Türk siyasetinin yüzündeki makyajı dökmüş ve faşizmin kanlı yüzünü açığa çıkartmıştır. Bu gelişmenin sonucunda, AKP, “sahte” liberal demokratlıktan vazgeçerek, Türk devletinin klasik zorba/faşist politik proğramına ve reflekslerine “dört elle”sarılmaya başladı.

AKP’nin “sözde” çözüm sürecini başlatması ve arkasında vazgeçerek yeniden savaş konseptine dönmesi, toplumun liberal kesimleri tarafında büyük bir şaşkınlık yaratmıştır. Bu söz konusu kesimler ve bunlara kulak kabartanlar, önceleri, bu durumun geçici olduğunu, hatta Kürtlerin hatalarından kaynaklandığını ileri sürmüşler, böyle anlamaya, böyle anlatmaya çalışmışlardır. Böylece hem AKP’nin “sözde” demokratlığına helal getirmemiş oluyorlardı, hem de toplumda yeni bir “çözüm süreci” olacakmış gibi bir beklenti yaratıyorlardı. Aslında “umut” yaratmak adına geliştirilen bu beklenti, tam tersine etki yapıyor, toplumun mücadele azmini zayıflatıyordu.

AKP’nin demokratlığın “sözde” halinde bile vazgeçerek MHP ile işbirliği yapması üzerine, söz konusu bu kesimler, bu defa, başka bir tez ileri sürmeye başladılar. Buna göre çözüm” politikalarını AKP’nin sürdüremeyeceği, ancak devletin bu yönde yeni bir politik konsept başlatabileceği savunulmaya başlandı.

Geçen süre içinde böyle bir gelişme de olmayınca, AKP/Erdoğan’ın, Ergenekon’la ittifak yaptığı tezi üzerinde görüşler geliştirilmeye başlandı. Sonra bakıldı ki Erdoğan’ın halklara ve demokrasiye düşmanlığının ölçüsü bununla da izah edilemez hale geldi, o zaman da “Erdoğan’ın, Ergenekon tarafında esir alındığı, iradesinin gasp edildiği” gibi Erdoğan’ı ziyadesiyle masum gösteren görüşler gündemi kaplamaya başladı.

Erdoğan’ın çözüm sürecinden vazgeçerek savaşa yönelmesinin nedeni, Erdoğan’ın kişisel tercihi değil, yukarıdan beri belirtmeye çalıştığımız gibi, Türk devletinin varoluş politikalarının zorunlu gereğidir. Türk devleti, zor ve inkâr olmadan kendi varlığını sürdüremez. Türk devletinin ve Erdoğan’ın varlığı, bu yapısal gerçeği, katliamları, işgali ve savaşı zorunlu kılmaktadır.

Bu durumda Türk devletinin demokratikleşmesi demek, bugün sahip olduğu mevcut yapısının bütün boyutlarıyla ve esas olarak değişmesi demektir. Yani Türk devletinin demokrasi sorunu, yapısal/köklü bir değişim/dönüşüm sorunudur ve bu nedenle, Kürt sorunu kolay çözülememekte, Türk devleti kolay demokratikleşememektedir.

Ancak bugünün koşulları, demokratikleşmeyi sağlamak açısında, tarihimizde ilk defa sahip olduğumuz büyük imkân ve fırsatlar barındırmaktadır. Bu gerçekten yola çıkarak, AKP’nin demokratik çözüm geliştireceğine dair gerçekleşmeyeceği belli olan dualara âmin demek yerine, söz konusu imkanları büyütmek ve fırsatları değerlendirmek demokrasinin yolunu açacaktır.