1. BÖLÜM

Cumhuriyetin kuruluşunun üzerinden 92 yıl geçti. Bu süreçte dünyada çok önemli siyasal değişimler oldu. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu yıllarda henüz yeni kurulmuş olan Milletler Cemiyeti’nin (10 Ocak 1919) 55 üyesi vardı. Türkiye on bir yıl sonra (1934) Milletler Cemiyeti’ne üye olarak kabul edildi. Bugün Birleşmiş Milletler’e üye devlet sayısı 206. Bu devletlerin yarısından biraz azı, Türkiye Cumhuriyeti’nden çok sonra kuruldu. Sadece Berlin Duvarı’nın yıkıldığı Ekim 1989’dan bu yana 30’a yakın devlet kuruldu.

92 yıllık geçmişiyle Türkiye Cumhuriyeti, eski bir devlet sayılır. Ama bugün içinde bulunduğu durum, geçen zamanın heba edildiğini gösteriyor. Bir kıyaslama yapmak gerekirse Türkiye’nin nerede durduğu daha iyi görülür. Eskilere değil, Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonraki duruma bir göz atalım: Adriyatik Denizi’nden Benelüks ülkelerine, Kafkasya’dan Orta Asya Ülkeleri’ne kadar olan bölgede son 15-25 yıl içinde kurulan devletlerin çoğu, siyasal yapıları başta olmak üzere, hızla gelişmekte olan ekonomileriyle daha istikrarlı bir yerde bulunuyorlar. Oysa Türkiye, iç-dış-ekonomi politikası, hatta eğitim, sağlık gibi sosyal politikalarıyla bile hala büyük bir belirsizlik içinde.

Bu durum, Türkiye insanının duygusal, sosyal ve psikolojik metabolizmasını derinden etkiliyor.

Yitik zamanlar

Hedefi gerçek olanın merdiveni sağlam olurmuş. Cumhuriyetin gelişim çizgisine baktığımızda böyle sağlam bir merdiveni olmadığını görüyoruz. Kumdan yapılmış merdiven gibi adeta, sık sık çöküyor. Her seferinde yeni bir merdiven kurulmuş. Ama hiçbir merdiven, istikrara götürmemiş onu. İç savaşlar, isyanlar, kıyımlar, katliamlar, darbe ve komplolarla dolu bir tarih Cumhuriyet tarihi.

Bir başka açıdan: Cumhuriyet tarihi, kendini tekrar eden bir tarihtir. Demokrasiden kaçarken sorunlar peşini bırakmamış ve oradan oraya savrulup durmuştur. 1923-1946, 1946-1960, 1960-1971, 1971-1980, 1980-2002... Her dönem, kendinden önceki dönemi güya aşmakla işe koyulmuş. Yenilik, refah ve demokrasi vaat edilmiş. Ama başlayan her yeni dönem, yeni kurulan her hükümet, aynı eksen üzerinde dönüp durmuştur. Oyalama ve aldatma işe yaramayınca da halk, baskılarla dize getirilmeye çalışılmıştır. Korku işe yaramayınca da yeni merdiven vaadi ortaya atılmıştır. Ama hiçbir merdiven Türkiye’yi demokrasiye çıkarmamış; ülke 92 yıl önce bulunduğu yerden fazla uzaklaşamamıştır. Çünkü Türkiye’nin sorunları bir parti veya bir hükümet sorunu değildir; ağır ve köklüdür. Soruna bu ciddiyetle yaklaşmayan hiçbir söylem ve metotlar işe yaramamıştır. “Yenilik” vaadiyle yaratılan umutlar, darbeler yoluyla oluşturulan korkular, bir süre sonra anlamını yitirmiştir.

İnkar edilmiş kimlikler, inançlar ve sömürüye mahkum edilmiş emekçi yığınlar, bütün bu koşullara karşı koyarak özgürlük ve demokrasi arayışlarını sürdürmüşlerdir.

Bu savaşım, bugün ise her bakımdan çok daha farklı bir boyuta yükselmiştir. Yüz yıl önce bastırılan sorunlar, içinde bulunduğumuz küresel koşulların da etkisiyle, çözülmesi için yeniden ve “acil!” koduyla Türkiye’nin önüne gelmiş bulunuyor. Devletin artık eskisi gibi davranmasının koşulları yok. Çünkü eski klasik mantık sürse de çoktan iflas etmiştir. Bunda ısrar ise Türkiye’ye büyük kaybettirir, bu açık. Görülen şu ki, ülkeyi çıkmaza sürükleyen eski klasik politikalarla hesaplaşmadan, Türkiye’nin bugünkü kaos ortamından çıkma şansı bulunmuyor.

Yitik zamanların kazananı yine zamandır. 92 yıllık sonra Türkiye hala aynı noktadaysa, bu yitik bir zamandır.

Ne oldu da Türkiye bu zamanı kaybetti? Geçmişte neler oldu? Bugünkü sorunları bilebilmemiz ve sağlıklı bir çıkış yolu bulabilmemiz için geçmişi bilmemiz önemli. Çünkü Türkiye’nin kurtuluşu, günlük kargaşa içinde değil, geçmişiyle hesaplaşmakta yatıyor.

İşte Türkiye’yi bugünkü açmazla karşı karşıya bırakan geçmiş:

Cumhuriyet’in sorunlu yapılanışı

Doğu-Batı kavgası, Roma İmparatorluğu’yla başladı ve halen sürüyor. Roma İmparatorluğu Antik Yunan Çağı’nın değerleri üzerine otururken Doğu, mistik arayışlar içindeydi. Osmanlı İmparatorluğu, Batı-Doğu çatışmasında Doğu’nun ön cephesiydi.

Türkiye Cumhuriyeti bu kavganın ortasında doğdu. Osmanlı’nın Batı diye bir sorunu yoktu. Osmanlı’yı Batılılaştırmak adına Tanzimat (1820) ile başlayan değişim süreci, Meşrutiyet, 1908 Jön Türk Hareketi ve Cumhuriyet’le sonlandı. Cumhuriyet, Tanzimat’tan beri süregelen yüz yıllık demokrasi savaşımının doruk noktası oldu: Osmanlı yıkıldı ve Cumhuriyetle demokrasiye bir kapı aralanmış oldu.

Ne ki, Cumhuriyet bu kapıyı araladı, ama ardına kadar açamadı. Süregelen yüz yıllık demokratik beklentileri karşılayamadı. Hem Jön Türkler hem Cumhuriyet, çerçeve ve yapı olarak Tanzimat’tan çok farklı hareketlerdi. Programları birbirine çok yakındı (Türklerin Tarihi, Doğan Avcıoğlu); içlerinde kısmi demokratik haklar bulunan burjuva hareketlerdi. Fakat gerçek anlamda burjuva demokratik devrim olma özelliğinden yoksundular. İki kalkışmada da yukarıdan müdahaleyle Türk ulusal burjuvazisini yaratma mantığı vardı: Jön Türkler, Rum, Ermeni ve Yahudi sermayesine el koymak suretiyle, Cumhuriyet ise halktan toplanan vergilerin devlet eliyle “ticaret erbabına” aktarılması yöntemiyle Türk ulusal burjuvazisini yaratmaya koyuldu. Ama görüldüğü gibi burjuva bir sınıf yaratmak, Türkiye’yi demokratikleşmeye yetmedi. Cumhuriyet birçok yanıyla 1908 hareketinden farklı olsa da gerçek bir burjuva demokratik devrim olmanın çok uzağında kaldı.

Neden Batılılaşamadı?

Batılılaşmayı önüne bir “görev” olarak koyduğunu söyleyen Cumhuriyet, gerçek anlamda Batılı olamadı. Her şeyden önce programı buna uygun değildi; kapsayıcı değil, dar bir programdı. Bu nedenle de dışı Batı, içi Doğu bir devlet olarak şekillendi. Çünkü Batılı olmak, görsel bir değişimden daha köklü bir şeydi.

Batı’yı öne çıkaran şey, Ortaçağ sürecinin tasfiyesi ile geriye dönüşü olanaklı olmayacak bir şekilde elde edilmiş haklar ve değerlerdi: Burjuva demokratik devrimleri çağında Batı‘da feodalizm tümden tasfiye edilmiş, onun yerine yeni bir dünya kurulmuştu. Devrimler farklı ulusal kimlik ve inançları tanımış, insan haklarını ve sosyal adaleti güven altına alarak onun üzerinden toplumda güçlü bir birey olma olgusunu gerçekleştirmişti. Farklı inançlar, ulusal kimlikler ve bireyler birbirleriyle bu yeni değerler üzerinden ilişki kurar olmuştu. Devlete bir kutsallık biçmemiş, onu Ortaçağ’ın kutsallığından çıkarmış ve bir kurum olarak halkın hizmetine sokmuştu. Kısacası burjuva demokratik devrimlerin gerçekleştiği ülkelerde topluma ve toplumsal ilişkilere yeni ve geriye dönüşü olmayan bir format atılmıştı.

Cumhuriyet, Osmanlı İmparatorluğu’na oranla ileri bir sistemdi ama Batı’da olduğu gibi Türkiye’ye gerçek anlamda bir format atamadı. Batı’ya özendi ama halkları, kültürleri, muhalif düşünceleri, birey haklarını yok saydı, inkar etti. Tek kimlik, bayrak, dil, din altında “devlete sadık”, “önce devlet” diyen askerileşmiş bireylerden oluşan bir toplum yaratmayı hedefledi.

Bir ideoloji olmadan bunlar başarılamazdı ve bu ideoloji de Kemalizm oldu. Haliyle Batı’dakilerinden farklı bir devlet şekillendi.

Kemalizm, demokrasiden etkilenmiş ama gerçek bir demokrasiyi göze alamayan “kırma” bir ideolojiydi. Türkiye’ye “format atmak” bir yana, onu bu ideolojinin öngördüğü kalıplar içine sokmaya yöneldi: Zayıf ve tutarsız bir demokrasi görünüşüyle Batı; asimilasyona dayanan Türkçü egemen ulus ve Sünni inanç kimliğinin kabulü, baskısı ve sosyal adaletsizlik politikalarıyla da gerçek bir Doğu rejimi olarak doğdu.

İstikrarsız bir devlet doğmuştu: Rejim, devlete ideolojik bir çerçeveden yaklaşıyordu. Bakış açısı bu olunca, korunması için devlete (daha sonra fobiye dönüşecek olan) üç zırh giydirildi: Kutsallık (baba), ilelebetlik (sonsuzluk) ve güçlülük. Bütün bunlar, Kemalizm olmadan olmazdı.

Toplum tek bir seçenekle karşı karşıya bırakıldı. Kemalizm’e alternatif olanlar, onun çizdiği çerçeve dışında hak arayışına giren veya girecek olanlar, “Cumhuriyetin düşmanları” olacaktı. Böylece geniş bir kesim “iç düşman” statüsüne sokuldu.

İdeolojik temel üzerine oturan bütün devletler gibi Türkiye Cumhuriyeti de lider ideolojisi şahsında bir kadro -idealist insanlar- yapılanması olarak şekillendi.

Bir ülkede devletin ideolojik bir temel üzerinde ve bir lider ekseninde şekillenmesi, o ülkede farklı görüş ve ideolojilerin yasaklanması ile eş düşüyor. Bu çatışmalı bir haldir. Baskılanan veya yasaklanan diğer görüş ve ideolojiler, kendilerine yaşam alanı açmak için savaşım verecektir.

Türkiye’de de böyle oldu: Farklı siyasi inanç ve ideolojik görüşlerin Kemalizm’e karşı iktidar olma savaşımı başladı.

Parti, devlet ve Türkiye gerçeği

Kuruluşundan bu yana Türkiye’de dört Anayasa, beş farklı siyasal dönem ve altmış iki hükümet değişti, üç askeri darbe yapıldı. Dört yıllığına seçilen hükümetlerin ortalama ömrü bir buçuk yıl bile değil. Buradan yoğun bir siyasal iktidar savaşımının yaşandığını çıkarabiliriz. Asıl olarak ise bu tablo, Türkiye’nin siyasal istikrarsızlık içinde yüzdüğünü gösteriyor. Kaoslarla dolu ve çalkantılı bir siyasal dönem...

Cumhuriyet, herkesi tatmin eden bir rejim değildi. Bugün yaşamakta olduğumuz sorunların ipuçları, TBMM’nin kurulduğu daha ilk günlerde açığa çıkmıştı. O dönem Cumhuriyeti korumak adına oluşturulan İstiklal Mahkemeleri’nin hukuk adına işlediği katliamlarla bu işin aşıldığı sanılmıştı. Oysa öyle olmadı? Kazan kaynamaya devam etti ve 1946’da patladı.

Kazan patladı ama kurulan partiler, Cumhuriyet’in atmak istemediği formatta onunla mutabık kaldıkları için devleti yönetmede Cumhuriyet’i kuranlarla aynı yolu izlediler. Hükümetler, iktidarlar değişti ama devlete bakış açısında şu üç şey değişmedi;

* Devleti lider statüsüne göre yönetmeyi sürdürdüler. Devletin güçlülüğünü görevlerin dağılımı (yargı-yürütme-yasama) ile oluşmuş demokratik bir mekanizmanın işletilmesinde değil, yetkileri tek elde toplayan “lider” yöntemine sadakatte gördüler.

* Devlete verilen yukarıdaki üç özelliğe dokunmayıp onu daha da pekiştirdiler. Bir öncekiler gibi kutsallık, ilelebetlik ve güçlülük adına kendilerine muhalif olan –bir dönem iktidarda olanlar da dahil- herkesi bu mekanizma ile ezdiler veya dışladılar.

* Cumhuriyet’in çizmiş olduğu dar demokratik çerçeveyi korudular; Türkiye’nin gerçek sorunlarını yok saydılar. Karşılarına çıktığında ise onu kah verilen asılsız sözlerle kah baskı ve şiddetle gündemden çıkarma yolunu seçtiler.

Yani Türkiye’de devletin sahipleri değişti, fakat yapısı totaliter olmayı hep sürdürdü.

Cumhuriyet, Anadolu’yu kendi gerçekliğiyle değil, kendi kafasında çizdiği çerçeveye göre resmetmek istiyordu ve sonraki yıllarda da bu tutum darlaşarak sürdürüldü. Gerçekler büyüdükçe iktidarların kafalarındaki çerçeveler küçüldü: 1925, 1929, 1938 ve 1984 yıllarında dört büyük Kürt kalkışması olmuş bir ülkede hala “Kürt sorunu yoktur” diyebildiler. Hiç kimse, “Bu sorun nedir?” demeye bile eğilmedi.

Yani güneşi balçıkla sıvamaya çalışmaya devam ettiler.

Anayasalarla demokrasicilik oyunu

Demokratik ülkelerde yapılan anayasalara “toplumsal bir sözleşme” olarak bakılır. Ancak anayasa, özgür, demokratik bir ortamda yapıldığında “sözleşme” niteliğinde olur. Türkiye’de çok anayasa yapıldı. Ne ki, Türkiye’deki anayasalar hiçbir zaman bir “toplumsal bir sözleşme” boyutunda olmadı. Çünkü Cumhuriyet tarihinde yapılan dört anayasanın hiçbiri sivil değil. Ve hepsi de olağanüstü koşullarda yapıldı. Anayasalar, devletin yukarıda hazırladığı ve demokratik olmayan ortamlarda halka bir nevi zorla kabul ettirdiği metinler oldu. Cumhuriyetin kabul ettiği iki anayasadan (1921, 1924) halkın haberi bile olmadı! Hadi ilkine “Cumhuriyet kurucu iktidardı“ gerekçesini gösterelim. Ama gerçek tam olarak böyle değildi: Yukarıdaki yaklaşımla ilgiydi.

Böyle olunca da anayasaların hiçbiri Türkiye’nin gerçek fotoğrafını yansıtmadı. Devletin ideolojik ve politik çerçeveden bakarak belirlediği şeyler, bu metinlerde Türkiye gerçekliği olarak yer aldı. Metinlerde yer alan kısmi ve göstermelik demokratik haklar ise daha çok kağıt üzerinde kaldı. Bu nedenledir ki Türkiye’de anayasalar hızlı eskidi. Yapılan her yeni anayasa, halkın istem ve beklentilerini karşılamak yerine, bir öncekinin boşluklarını doldurarak demokratik hak ve istemleri daha çok baskılandırdı. 1924 Anayasası, 1921’in; 1961, 1924’ün; 1982 de 1961’in boşluklarını doldurdu. (61 Anayasası’ndaki kısmi demokratik hakların varlığı, burada göz ardı edilmiyor. Ama Kürt sorunu, azınlık hakları ve inançlar gibi geniş demokratik haklara yaklaşımında diğerlerinden hiçbir farkı yoktu.) Bütün anayasaların üzerine oturtulduğu zemin, devletin sıkı korunması, halkın özgürlük istemlerinin inkarı ve asimilasyonculuk oldu. Anadolu-Mezopotamya topraklarında yaşayan 7-8 farklı inanç ve 27 farklı ulusal kimlik, Türk-Sünni Müslüman kimlikle örtüldü. Emekçilerin hakları ise temeli 17 Şubat - 4 Mart 1923 tarihinde toplanan İzmir İktisat Kongresi’nde atılan Türk ulusal burjuvazisi ve toprak ağalarının inisiyatifine bırakıldı.

Cumhuriyet tarihi ve örtülü iç savaş

Sağlıklı demokratik kurumların oluşması ve işlemesi, ancak demokratik siyasetin varlığı ile olanaklıdır. Demokratik siyaset, toplumun her kesimine kendini sistem içinde özgürce örgütleme ve ifade etme hakkı verdiğinden, siyaseti çatışmalı olmaktan çıkartır. Cumhuriyet tarihi süresince siyasetin sınırlarını belirleyen devlet oldu. “Bu ülkeye komünizm gelecekse, onu da biz getiririz” mantığı... Ya da “Türkiye’de yaşayan herkes Türktür”... Bu örnekler, demokratik siyasetin önünün kapatıldığını gösteriyor. Geriye tek yol bırakılıyor: Gizli örgütlenme ve başkaldırı.

Adına “parlamenter demokrasi” denilen Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Türkiye’de siyasi nedenlerle ölen veya öldürülen insan sayısı 130 bin civarındadır. (Bu yazı kapsamında yaptığım yüzeysel araştırmada eriştiğim sayı, 126.138’dir. Konu hakkında yapılmış kapsamlı bir araştırmaya rastlayamadım. Ama gerçek sayının bunun çok üstünde olduğunu tahmin ediyorum. Örneğin Cumhuriyet döneminde toplam 25 Kürt isyanı [Mehmet Ali Birand, 3 Ocak 2008, Posta] yaşanmıştır. Bu isyanlarda ne kadar insanın öldürüldüğü tam olarak bilinmemektedir. Yine İstiklal Mahkemeleri’nde idam edilenlerle ilgili bazı kaynaklar 5 binin üstü rakamlar vermektedirler. Okurların bu bilgilendirme notunu dikkate alınmalarını rica ediyorum.) Yüzbinlerle ifade edilen sürgün olayları yaşanmıştır. Kürtler, Aleviler ve devrimci-demokratlar bu katliam ve sürgün politikalarının ana gövdesini oluşturmuştur ki bunun nedeni, Türkiye’de siyasetin darlığı, antidemokratik yasaların varlığıdır.

Bu politika/mantık bugün devam ediyor. Aleviler-Kürtler, diğer inançsal ve ulusal topluluklar, haklarını güven ortamında sürdüremiyor. Çünkü yasa ve anayasada kabul görmüş resmi bir yerleri bile yok.

Cumartesi günü II. bölüm:


* Yozlaşmış siyaset

* AKP bir sonuçtur

* Güncel Türkiye tablosu

* Dolmabahçe Protokolü nedir, neden gereklidir?