“Yeni Türkiye” kabuk değiştirerek, cilalanarak yaratılamaz. Bunun için köklü ve yapısal değişiklere ihtiyaç var. Protokol, bu yapısal değişimin ana çerçevesini ortaya koymuştur. Ve bu çerçeve, Türkiye’nin yeni nesnel zeminini ortaya çıkartmaktadır. Türkiye’nin barış içinde birlikte yaşanabilir hale gelebileceğini göstermiştir.

Türkiye’nin sorunlarını yok sayarak onu bastırma yoluna gitmesi, Cumhuriyet'e pahalıya mal oldu: Önce siyaseti ve ardından da devleti yozlaştırdı. Bu kadarla da kalmadı, toplumda büyük sosyal ve ahlaki yarılmalara neden oldu.

Hükümet veya iktidarda söz sahibi olan her parti, Türkiye’nin temel sorunlarıyla yüzleşmediği, devletin antidemokratik yapısına dokunmadığı/dokunamadığı için devletin gücünü elinde tutma kavgasına girişti. Siyasi ahlak, çıkar ve dışlama/yok etme üzerine kuruldu. Bütün doğruların kendisinde, kendi partisinde toplandığı gibi uzlaşıyı, birlikteliği reddeden narsist siyaset ruhu oluştu. Bu süreçte komploculuk, darbe, rüşvet, yolsuzluk, mafyalaşma, devşirmecilik gibi ahlak dışı yöntemler, “devletin yüceliği” adına iktidarı ele geçirmenin ve onu elde tutmaya devam etmenin meşru araçları haline geldi. 

İç dengelerin etkisizleşmesi nedeniyle ulusalcılık adına mangalda kül bırakmayan parti ve çevreler bile hükümet olmak veya hükümette kalmak için uluslararası güçlerin desteğini alma yarışına girdiler. Türkiye, insan ve ekonomi kaynakları ve jeostratejik konumundan doğan özellikleriyle riske edilerek pervasız bir şekilde “merkez güçlerin” stratejilerinin bir eklentisi durumuna getirildi: Kore Savaşı, Cezayir sorunu, NATO, AB, IMF...

Tutarsızlıklarla dolu bu tarihsel süreç, Türkiye’yi NATO-AB “stratejik partnerliğinden” Rusya-Çin eksenine, oradan da merkez güç olma arayışına savurdu. 

Bugünse dünyanın en çok silah alan yedinci ülkesi (BBC- SIPRI, 15.03.2015) ve IŞİD gibi İslami terör örgütlerinin destekçisi olarak görünen, izole olmuş bir halde yaşıyor. 

İşte oluşan manzara şu: Halkın yüzde 53’ü TBMM’ye, yüzde 51.4’ü Cumhurbaşkanı’na, yüzde 43.6’sı ise kendisini yöneten hükümete güvenmiyor. (Milliyet, 13.01.2015)

Siyaset kurumunun yozlaştığı yerde devlet, devletin yozlaştığı ülkede de insanlar bu zincirin bir halkası durumuna geliyorlar. Bu diyalektik ilişkiden habersiz olanlar, insanların eften püften nedenlerle işledikleri cinayetleri, ani bir öfkenin linçe dönüşmesine, girdikleri mafya ilişkilerine, artan fuhuşa, kadın cinayetlerine, internet, film, dizi, futbol bağımlılığına şaşıp kalıyorlar. 

Siyaset ve devletin yozlaştığı ülkelerde bundan farklı bir toplum da şekillenmez zaten.

Fobi ve ruhsal çöküntü

Cumhuriyetin kurduğu siyasal yapı, bugün AKP şahsında kendi kendini sokmak üzere olan bir akrebe dönüşmüş durumda. Belirsizliğin beslediği umutsuzluk, devleti ve toplumu yozlaştırmanın yanı sıra ruhsal davranış bozukluğuna eşlik eden tutumlar da bütün kesimleri etkileyerek derinleşiyor. Egemen kimlik ve kültürle yetişmiş toplumun bir kesimi, kendini dayatan ve her geçen gün yaşamda daha fazla hissettiren yenilik ve değişim istemlerine, “bölücü/Türkiye düşmanı” gibi fobi boyutunda bakıyor. Bu nedenle renklere, işaretlere, giyim eşyalarına, benzerliklere linç ve yok etme tutumuyla yaklaşıyor.

Türkiye, “kırmızı çizgilerin” bol olduğu bir ülkedir. Devletin, partilerin, hatta bireylerin çokça kırmızı çizgisi var. Bu durum, uzlaşı kültürünün eksikliğini, devletin ve siyasetin, hatta toplumun çatışma kültürüne göre biçimlendiğini gösteriyor. 

Peki bu ortam nasıl oluştu? 

Belirttiğimiz gibi, Türkiye’de uzlaşı kültürü daha başından reddedildi. Farklı görüşlerin, ulusal kimliklerin ve inançların inkar edilmesiyle başladı bu süreç. Her şey tek lider ve onun ideolojisi sultası altında, onun benimsediği egemen kimlik ve ilkelere göre düzenlendi. Türkiye gerçeğine göre bir Türkiye değil, çerçevesini Atatürk’ün çizdiği bir Türkiye oluşturma yoluna gidildi: “Cumhuriyetin ilke ve inkılapları“ toplumun davranış ve yaşam özellikleri haline getirilirken “Türkiye’de yaşayan herkes Türk ve Müslümandır” tutumuyla da farklı inançlara ve ulusal kimliklere gerçekliklerini terk etmeleri dayatıldı. Bu mantık gereği diğer inançlar ve kimlikler devlet zoruyla değişime, asimilasyona zorlandı. 

Süregelen bu şoven tutum, yeni kuşakların toplumdaki farklılıkları, renkleri “düşman/yıkıcı” görmesini sağladı, onların diğer kimlik ve inançlarla ortak davranış ve değerler etrafında birleşmesini engelledi. Böylece demokratik toplumlarda görülen ortak davranış ve değerlerden yoksun, farklılıkları egemen kimlik ve kültür için tehlike gören, uzlaşıya değil çatışmaya açık bir toplum oluştu. Farklı ideolojik tutuma sahip olanlar (sosyalistler dışında) da dahil, bu çatışma kültürü, bütün siyasi partilerin programlarına taşındı ve bu yolla da toplumda canlı tutuldu. 

İnsanlar arasındaki günlük yaşamda eksik olan insan haklarına saygı ve empati gibi uzlaşı kültürü, bu politik tutum ve davranışlardan besleniyor. 5 bin yıldır bu topraklarda yaşayan inanç ve ulusal kimliklere “Ya sev ya terk et!” denebiliyor.

Uzlaşı kültürünün gelişmesinin engellenmesi, partilerin birbirileriyle ilişkilerinden, bireylerin kendi aralarındaki günlük ilişkilerine kadar inmiştir. 7 Haziran seçimleri sonrasında ortak bir hükümetin kurulamamasının altında yatan uzlaşı, empati eksikliğidir. Çünkü bazı kesimler, her şeyin kendisinde olmasını istiyor. Bu mantık kendini toplumda herkesin kendisi gibi düşünmesi ve davranması biçiminde gösteriyor. Oturduğu apartmanı, sokağı, mahalle/köyü ve sonuç olarak ülkeyi başka kültürlerle bölüşmek istemiyor. Değil Kürt, Ermeni, Alevi, Êzîdî; 18 Ocak 2015 tarihinde yiyecek kıtlığı nedeniyle Samsun’un bir mahallesine inmek zorunda kalmış bir domuzun linç edilmesinin altında bile bu kültür yatmaktadır. Müslümanların domuza bakış açısı bellidir: Karşıttır. 

AKP bir sonuçtur

Gerçek bir demokrasiden yoksun bütün ülkelerde, sistemin nereden uç vereceği hiç belli olmaz. Siyasetin üstüne güvenle basabileceği sağlam bir zemin olmadığı sürece gizli ve açık ajandalı akımların varlığı engellenemez.

Türkiye’deki siyaset, yasaklar veya vesayetle doğdu. Tek partili bir yönetim ve ardından da partilerin politikalarını sistemin belirlediği vesayetli çok partili dönem... 

Devlet, siyaseti hep tekelinde tuttu. Bağımsız çizgi izleyen veya sistem ile tam uyum içinde olmayan partilere, görüşlere yaşam hakkı vermedi. Unutmayalım ki, Türkiye’de kapatılan parti sayısı toplam 53’tür. (Wikipedia) Yine siyaset alanının darlığı ve oluşan baskı nedeniyle Türkiye, dünyada en fazla gizli siyasi örgütün kurulduğu ülkelerden biridir. Çünkü sistemin yasak ve ağır baskısı altında kalanlar, özgürlüğü illegalitede bulmuştur. Kitapların, filmlerin, oyunların, müziklerin, dillerin, inançların, giyimlerin yasaklandığı, yazarların, oyuncuların, yönetmenlerin, müzisyenlerin, bilim adamlarının tutuklandığı bir ülke gerçeğidir, Türkiye Cumhuriyeti. 

“AKP’nin gizli bir ajandasının” olması normal değil mi? Demokratik, açık siyasetin olmadığı bir ülkede bu bir sonuçtu. Sistemin ortaya çıkardığı bir sonuç. 

AKP’nin 13 yıldır iktidar olmasına karşın hala birinci parti olmasına şaşıranlar, dönüp onu yaratan koşullara bakmalıdır. Eğer Türkiye demokratikleşmiş bir ülke olsaydı, ne Kürt, Alevi, Ermeni ve diğer halkların sorunları olacaktı, ne de AKP gibi bir parti.

Türkiye’nin bu hale gelmesinin ve bugün istikrarsızlık, belirsizlik içinde bulunuyor olmasının nedeni, yukarıda anlattığımız tarihsel süreçte ortaya çıkan devlet yapısı ve sonrasında izlenen yöntem ve politikalardır.

Türkiye’nin içinde bulunduğu tablo

*  İç dengeler: Zor üzerine kurulan iç dengeler çökmüş bulunuyor. Yoksul halk kitleleri, kadınlar, ulusal kimlikler ve inançlar iç dengelerin yeniden kurulmasını ve demokratik güven altına alınmasını istiyor. Bu anlayışın karşısında duran düşünce ve güçlerle çatışıyor. 

* Ekonomi: Kendine özgü bir yönü yok: Güvensiz sanayileşme/sıcak para kıskacında büyüyen yoksullaşma... Batı’da beton yığınına dönüşmüş kentler, Kürdistan’da savaş amaçlı yapılmış yollar dışında üretime dayalı ciddi bir endüstri hemen hemen yok. Tarımın, köyün öldüğü, siyasi ve yanlış ekonomi politikaları nedeniyle kentlere sıkışmış bir Türkiye.

*  Dış politika: Türkiye, NATO ve AB eksenine girmek için Kore’de savaşa katıldı; şimdiyse bu kuruluşlarla bir savaşım içinde kendine yeni bir yön, yer arıyor. Dış politika tek bir eksene bağlanmış: Uluslararası çıkar ve ilişkilerin merkezine Kürt sorunu oturtulmuş. Bölgesel ve uluslararası politikada kendini yalıtmış bir Türkiye... Boş bir meydanda sağa sola yumruk sallayan bir boksör gibi.

*  Toplum: İnsanlar sistem hakkında giderek daha çok karamsarlaşmakta. Toplum, çok açık biçimde cepheleşiyor: Din, mezhep ve ulusal kimlik çatışmaları yaşanıyor. Hukuk, eğitim, sermaye, spor kulüpleri, tek bir kesimin, mezhep ve zümrenin görüşüne ve çıkarına göre dizayn ediliyor. İnsanlar yarınına güvenle bakamıyor. Toplumun değer yargıları hızla dejenere oluyor. Benmerkezcilik, duyarsızlık, umutsuzluk, işsizlik, belirsizlik, ruhsal çöküntüye, angsiyete bozukluğuna sürüklüyor. 

*  İç politika: Bütün bunların karşısında tıkanmış ve çözümsüzlük içinde. Hukuk, anayasa, parlamento çalışmıyor. Buralarda büyük yozlaşma yaşanıyor. Parti programları bugünü anlamaktan uzak. Bütün bunlara çözüm, yeni, tekçi bir iktidarın kurulmasında aranıyor. Yeni bir azınlık sultası tehlikesi... Ne ki koşullar 1920’ler değil. “Türkiye iç savaşı” kapsamlı bir durum ile karşı karşıya.

*  Sokak: İşsizlik, yoksulluk, belirsizlik, iç ve yakın çevresel koşullar, sağlıklı bir birey olma olgusunu tehdit ediyor. Toplumsal ahlak çöküntüsü, sokağı ve aileyi her geçen gün daha fazla etkisi altına alıyor: Fuhuş, mafya, vahşi cinayetler, kadın cinayeti, rüşvet normal hal almış bulunuyor. Cezaevleri, doluluk oranları bakımından dünyada ilk sıralarda yer alıyor. 

* Savaş: Siyasi nedenlerle 126 bin insan öldürülmüş bu ülkede. Ve şimdi her gün aralarında çocuk ve kadınların, asker ve gerillanın bulunduğu onlarca insan daha ölüyor. Namuslu, dürüst ve insan haklarını tanıyan insanların yedikleri boğazından geçmiyor. Acı ve gözyaşı evlerimize kadar giriyor. İnşası ile değil barınaklığıyla öne çıkan küçük kentler, köylerdeki evler, koca koca tank ve top atışlarıyla yakılıyor, yıkılıyor. Batı‘da evler, Doğu’da evler ve sokaklar kan gölü...

Bir adım sonra: Suriyeleşmiş Türkiye

1920’de farklı kimlik ve inançları inkar, emekçilerin demokratik haklarını yok sayma üzerine kurulan Cumhuriyet, içteki demokratik mücadeleye ve dünyadaki bütün demokratik değişimlere karşı 92 yıl direnmiş ve sonuçta Türkiye’yi artık bir adım bile ileri gidemeyecek hale getirmiştir. Çıkış yolunu hala 92 yıllık tabloyu sürdürmekte bulanlar, Türkiye’nin bir adım sonrasının sorumlusudur. Bir adım sonrası, Suriyeleşmiş bir Türkiye’dir.

Demokratikleşme

Bir ülkenin demokratikleşmesinin korkutucu bir tarafı yoktur. İnsanların, dinlerin, kültürlerin eşit haklara dayalı, barış içinde bir arada yaşaması neden kötü olsun? Asıl korkulması gereken bunların baskı altına alınmasıdır. Türkiye 92 yıldır böyle bir ülkedir. İşte geldiği yer: Kaos ve iç savaş! 

Oyalayıcı politikalar

Demokratikleşme istemi, Türkiye’de ortaya yeni çıkmadı; Tanzimat’tan bu yana süren bir savaşım var. Cumhuriyet daha ilk kurulduğu yıllarda bu istemle karşılaştı: Mustafa Suphiler, Şeyh Sait, Menemen olayları, ilk itirazlardı. Bu itirazlar, bugüne değin süregeldi. Türkiye baskı ve oyalama yöntemleriyle bunları aşabileceğini hesapladı hep. 

İnsan hakları ve azınlıklar konusunda Türkiye’nin altına imza atmadığı uluslararası hiçbir sözleşme yok: 1952 yılında İnsan Hakları Sözleşmesi, 1976 yılında Uluslararası Sivil ve Politik Haklar, Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi, Bölgesel ve Azınlıktaki Dilleri Koruma Anlaşması, Avrupa Birliği Yerel Yönetimler Sözleşmesi... Türkiye, bu anlaşmaların bazılarını şartlı imzaladı, imzaladığı bölümlere ise uymadı. Paris Şartı, AGİK Sözleşmesi, Kopenhag Kriterleri... Bunların hepsi insan hakları ve azınlık haklarının yeniden, yeniden ve yeniden güvence altına alındığı anlaşma ve sözleşmelerdir. Ve Türkiye bütün bunların içindedir. Ama ne ki, Türkiye, Cumhuriyet’in 1920’deki programını terk etmediği için, imzaladığı anlaşma ve sözleşmelere uymamıştır. Emekçiler, gençler, kadınlar, aydınlar, ulusal kimlikler ve inançlar bu anlaşmalardan doğan haklarını takip ettiklerinde ise büyük bir baskı ve zulümle karşılaşmıştır. 

Eşik

Türkiye bugün bir eşikte bulunuyor. Eşiğin bir tarafında çatışma ve kaos, diğer tarafında barış ve demokrasi var. Türkiye’nin eşiğin hangi tarafına düşeceği sadece politikacılara bırakılamayacak denli önemli bir sorundur: Türk’ü, Kürt’ü, Laz’ıyla bütün kimliklerin, Sünni, Alevi, Êzîdî’siyle bütün inançların, emekçilerin, gençliğin ve kadınlarıyla bütün sosyal kimlikerin birlikte verebilecekleri bir karardır. Türkiye’nin kaos ortamından çıkması ve bir daha geçmişe dönmemesi, güçlü bir duruşu ve kararlı bir savunuyu gerektiriyor. Kimden geldiğine bakmadan Türkiye’yi huzura ve refaha çıkartacak bütün adımlar desteklenmelidir. Bu bakımdan Dolmabahçe Protokolü, büyük bir şanstır.

Neden Dolmabahçe Protokolü?

Kürt Halk Önderi Sayın Öcalan tarafından hazırlanan ve 28 Şubat 2015 tarihinde Dolmabahçe Sarayı’nda İmralı Heyeti ile devlet ve hükümet heyeti arasında imzalanan protokol, Türkiye’ye yeni bir ruh, yeni bir biçim vermektedir. Bilgisayar teknolojisi diliyle söylemek gerekirse, Türkiye’ye yeni bir format atmaktadır. Türkiye’yi demokratikleştirmekte ve özgürleştirmektedir. İç çatışmalar sarmalından çıkmanın başka yolu yok. Bunu anlatmaya çalıştığımız 92 yıllık süreç yeterince gösteriyor. 

“Yeni Türkiye” kabuk değiştirerek, cilalanarak yaratılamaz. Bunun için köklü ve yapısal değişiklere ihtiyaç var. Protokol, bu yapısal değişimin ana çerçevesini ortaya koymuştur. Ve bu çerçeve, Türkiye’nin yeni nesnel zeminini ortaya çıkartmaktadır. Türkiye’nin barış içinde birlikte yaşanabilir hale gelebileceğini göstermiştir. Format dediğimiz budur. 1990’dan sonra kurulan birçok devlet bu formatı atabildi. Atamayanlar ise ya çatışma ve kargaşaya sürüklendi ya da parçalandı. Daha somut bir örnek vermek gerekirse İsviçre, bu formatın atıldığı en eski ülkedir; 270 yıldır huzur ve barış yaşıyor.

Ne ki Türkiye’de formattan rahatsız olan kesimler Dolmabahçe Protokolü’nü boğmaya çalışmaktadır. Bu, savaşta ısrar demektir. Nitekim sonuç ortada: Oluk oluk kan akıyor.

Bu koşullarda en büyük barış mesajı Dolmabahçe Protokolü’nün sahiplenilmesidir. Bundan daha büyük somut bir barış mesajı yoktur. Silahların susması ve barışın oturması için siyasal bir zemine, uzlaşı zeminine ihtiyaç var. Yoksa durup dururken silahlar susmaz. İçinden geçmekte olduğumuz bu günlerde bu siyasal zemini oluşturan tek şey Dolmabahçe Protokolü’dür. Barış sürecinin önünün açılması için Protokol’ün daha güçlü sahiplenilip tartışılması bir zorunluluktur. Saflaşma da burada, bu protokole yaklaşımda olacaktır. 

Dolmabahçe Protokolü, Tanzimat’tan bu yana süregelen demokrasi savaşımının en yüksek belki de en son zirvesidir. Bugüne gelmek 200 yıllı bulmuştur. Tarihin bu utancından kurtulmaya hiç bu kadar yakın olmadı Türkiye.


İşte Dolmabahçe Protokolü

1. Demokratik siyaset tanımı ve içeriği

2. Demokratik çözümün ulusal ve yerel boyutlarının tanımlanması

3. Özgür vatandaşlığın yasal ve demokratik güvenceleri

4. Demokratik siyasetin devlet ve toplumla ilişkisi ve bunun kurumsallaşmasına dönük başlıklar

5. Çözüm sürecinin sosyo-ekonomik boyutları

6. Çözüm sürecinde demokrasi-güvenlik ilişkisinin kamu düzenini ve özgürlükleri koruyacak şekilde ele alınması

7. Kadın, kültür ve ekolojik sorunların yasal çözümleri ve güvenceleri

8. Kimlik kavramı, tanımı ve tanınmasına dönük çoğulcu demokratik anlayışın geliştirilmesi

9. Demokratik cumhuriyet, ortak vatan ve milletin demokratik ölçütlerle tanımlanması, çoğulcu demokratik sistem içerisinde yasal ve anayasal güvencelere kavuşturulması

10. Bütün bu demokratik hamle ve dönüşümleri içselleştirmeyi hedefleyen yeni bir anayasa


Son söz

Bu Protokol, sadece Türkiye-Kürdistan’da 35 yıldır süregelen savaş sürecinin değil, savaşı ortaya çıkaran Türkiye’nin tarihsel gerçekliğinin dünyadaki deneylerin ışığında irdelenmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu bakımdan büyük ve tarihi bir öneme sahiptir. 16 yıldır bir adada tutsak olan Öcalan, bu protokolle Türkiye ve Türkiye halklarının önüne kendileriyle yüzleşmeleri fırsatını koymuştur. Öcalan’ın büyük bir emek ve kararlılıkla 15 yıl önce ortaya attığı ve çok kimsenin anlamadığı veya anlamak istemediği Demokratik Cumhuriyet görüşü, bugün Dolmabahçe Protokolü’nde yaşam bulmuştur. 

Türkiye halkları ya bu protokolü sahiplenecek ya da sürüklendiğimiz mecrada bizi bekleyen felaketlerin kurbanı olmaya razı olacağız.

***

Dünya hızla değişiyor; teknoloji, birey ve ihtiyaçlarının yenilenmesi, bunda önemli rol oynuyor. Değil 92 yıl öncekiler, dünün yöntem ve yasaları bile hızla eskiyor. Ülkeler, uluslar, bireyler, kısacası dünya buna göre dizayn oluyor. Bu durum, iç dengeleri zor üzerine kurulmuş, toplumsal yapılanışı zaten sorunlu olan Cumhuriyeti, bugün köklü bir değişime zorluyor. Ama maalesef Türkiye bunu okuyamıyor. Çünkü devletin yapılanışı buna izin vermiyor. Bu da onu bir şiddet sarmalının içine sürüklüyor. 

Balkanlar, 1990’lı yıllarda dizayn edildi. 10 Ocak 2010’dan beridir de Ortadoğu, bu sürece girmiş bulunuyor. Sonuçları biliyoruz. Bu iki bölge arasında Türkiye, bir geçiş adası gibi duruyor. Oysa unutmamak gerekiyor ki Türkiye, küçük yanıyla Balkanlarda, asıl gövdesiyle Ortadoğu’da bir ülke. Yani iki yandan da sarsılmaya açık.