TÜRKİYE SÜRGÜNLERİ




Hayri Argav (Avrupa Sürgünler Platformu Eş Sözcüsü)





Fizan şimdilerde uzaklığı, taaa uzağı, anlatırken kullanılıyor. Oysa Fizan Osmanlı’da bir sürgün yeridir. Hem de gidenlerin çok azının geri döndüğü bir sürgün yeri. Arapçası Fezzah’tır Fizan’ın. Ttrablusgarp’a bağlı, bugünkü Libya sınırları içinde kalıyor. Denizden 600 km. uzaklıkta, güneyi Sahra Çölü ile çevrili, su kaynakları olmayan bir yer. Osmalı padişahları daha çok ta siyasi muhaliflerini göndermişler buraya.

Osmanlının sürgün yerleri (Osmanlıca sürgün yerine „menfa“, sürgüne ise „menfi“ deniyor) sadece Fizan ile sınırlı değil. „Garp ocakları“ denilen Mısır, Ege adaları, bunlarla birlikte Bağdat, Ürdün, Adana, Çankırı, Manisa gibi bir çok bölge, surgün yerleri olarak kullanılmış.

Sürgünün de çeşitleri var Osmanlı’da. Sürgünle cezalandırılan birine „Muvakkat“ (süreli), veya „müebbet“ (ömür boyu) sürgün cezası verilebiliyor. Bir de „kalebent“ diye bir sürgün biçimi var ki, bu daha ağır ve daha zor koşullarda yaşanıyor. „Kalebent“ cezası almış olan sürgün, gittiği yerde günlerini, ya da belirlenen süreyi bir kale zindanında geçirmek zorunda.

Romalılarda sürgün, ölüm cezasına denk düşüyordu. İdamından vaz geçilen kişi, bir başka cezaya, sürgüne gönderiliyordu. Bu aynı yöntem, Osmanlı’da da var. Ölüm cezası alanların, cezaları ya kürek cezasına ya da sürgün cezasına dönüştürebiliniyordu. Sürgüne gönderilen kişi veya toplulukların mal ve mülklerine de el konuluyordu. Sürgünden kaçanlar, ağırlaştırlmış bir ceza ile daha kötü yerlere gönderiliyordu.

OSMANLI’DA SÜRGÜNÜN NEDENİ ÇOK

Osmanlı İmparatorluğu’nda sürgüne gönderilmenin çok farlı nedenleri vardı. Padişaha muhalefet edenler; hırsızlık, tecavüz, rüşvet vb. olaylara karışanlar; yöre halkının istemediği kişi ve veya yöneticiler; savaşta veya görevinde başarılı olamamışlar (bunlar daha çok yönetici pozisyonunda olanlar)...

Yanısıra bir de kitlesel sürgünler vardı. Bunlar da farklı nedenlere dayanabiliyordu. Asimile ve „güvenlik“ nedeniyle Türk olmayan toplulukların Türk bölgelerine sürülmeleri; (Bazan bunun tersi de olabiliyor. Türk ve müslümanlar yeni işgal edilmi bölgelere sürülebiliyorladı.)Yeni işgal edilen bölgeler veya sefer yapılacak yerlere, güzargahlara (ordunun ihtiyacını karşılama amaçlı) başka bölgelerde oturan Türk ve müslümanların köyler ve yöre halinde göçertilmeleri vb.

Osmanlı’da sügünlerin en çok yaşandığı dönem, „aydınlanma çağı“ da denilen 19. ikinci çeyreği ile başliyor ve yıkılana kadar devam ediyor. Namık Kemal, bu dönem sürgünlerinin en bilinen kişisidir. Avrupa’nın bir sürgün merkezi haline gelmesi de bu dönemde başlıyor.


„TEHCİR KANUNU“ VE CUMHURİYET DÖNEMİ

„Tehcir,“ arapça bir sözcük ve Türkçede „göç ettirmek“ anlamında kullanılıyor. Ermeni, Rum ve Asuri- Süryani halkının soykırımı bu yasayla başladı. Yüzbinlerce insan, sürgün yollarında katledildi. Sürgün istikameti Suriye idi. Ama sürgün, Suriye sınırlarını aşarak Lübnan, Avrupa ve Amerika’ya kadar uzandı.

Osmanlı döneminde fiilen gerçekleştirilen bu sürgün olayı, Cumhuriyet döneminde hukuksal olarak tamamlandı. Sürgün edilen Ermeni, Rum, Asuri- Süryani hakının malları yağmalandı. Osmanlı dönemin de yağmalanan mallar, Cumhuriyet döneminde yağmalayanlara tapulandırma vb yol ve yöntemlerle „yasallık“ kazandırıldı. Bu mantığın altında yatan mantık Ermeni, Rum ve Asuru – Süryani halklarının izlerini Anadolu ve Mezopotamya toprakarından silmekti. Osmanlıdan kalan mantık, aslında Cumhuriyet döneminde tamamlandı. Daha sonradır ki, Cumhuriyetin yarattığı „Türk ulusal burjuvazisi“ yağmalanan bu zenginlik üzerinde yaşam buldu.

İnsanların ana yurtlarından zorla göç ettirilmiş olmaları uluslar arası hukukta tanımlanan soykırım tanımının dört maddesinden birini oluşturmaktadır. Cumhuriyet Dönemi’nde sürgünler, gerek bireyler gerekse topluluklar halinde bir devlet politikası olarak hep devam etti. Öyle ki, II. Meşrutiyet’in ilanıyla iktidara ele geçiren İttihat ve Trakki’nin yaptığı ilk iş, Hürriyet ve İhtilaf Fıkrası yöneticilerini sürgüne gördermek olmuştur.

Bu politika, Cumhuriyetle birlikte birey olarak aydınlara, kitlesel olarakta hiristiyanlara, Kürtlere ve alevilere karşı uygulanageldi. Tarihte „İkinci Mübadele“ denilen müslüman olmayanların Yunanistan’a sürülmelerini, Dersim Katliamı sonrasında onbinlerce insanın sürgünü izledi. İkinci Dünya Savaşı yılları ve sonrasında ağır vergi yükünü ödeyemeyen binlerce Hiriytiyan, yahudi sügüne gönderildi. Şu somut veri her şeyi anlatmaya yetiyor: „Kayıtlara göre tam 2057 Yahudi, Rum ve Ermeni tüccar ve işadamı Erzurum Aşkale’ye sürülmüşler.“ (Ekonomi ve Panaroma Dergisi, sayı 2, 24 Nisan 1988, Aktaran Erdal Boyoğlu)

1990 yıllardan sonra Kürdistan’da 3 bin köy boşaltılarak, 3 milyon Kürt, iç ve dış göçe zorlandı. Bugün bir kasabaya dönüşmüş olan Mahmur, Türk devletinin baskıları sonucunda göç etmek zorunda kalmış Kuzeyli Kürtlerden oluşmaktadır.

AVRUPA SÜRGÜN KAMPLARINA DÖNÜŞTÜ

Ya hapis ya sürgün Türkiyeli aydınların değişmez yazgısı gibidir. Nazım Hikmet, Yılmaz Güney, Abidin Dino, Ahmet Kaya bunlardan birkaçı.

Avrupa 12 Mart ve özellikle 12 Eylül askeri darbeleri sonrasında adeta bir sürgün kampına dönüşmüştür. Sırf 12 Eyül Askeri Faşist Darbesi’nden sonraki birkaç yıl içinde 30 bin kişi (bu rakam sonraki yıllarda kat kat aşıldı), Avrupa’ya gelmek zorunda bırakıldı. Bugün binlerce aydın ve onbinlerce devrimci Avrupa’nın 17 ülkesine dağılmış halde, sürgün yaşamı sürmektedir. Bunlara kimlikleri ve inançları nedeniyle topraklarını terk etmek zorunda birakılmış, Kürt, Ermeni, Asuri Süryani, alevi ve ezidiler de eklendiğinde, sadece Avrupa’daki sürgünlerin sayısı 1 milyona yaklaşmaktadır.

Cumhuriyetle birlikte vatandaşlıktan çıkarılan ve mallarına el konulan Ermeniler gibi bu yakın dönemde de 14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarıldı. Vatandaşlıktan çıkarılanların mallarına ise devlet el koydu.

AK Pakti iktidarı ile de devletin sürgün politikası değişmedi. Son yıllarda Avrupa’ya gelen sürgün sayısı bir hayli arttı. Bu konuda devlet ince bir politika izliyor: Cezaevinde kalsalar bile hükümetin başını ağrıtacak aydın ve devrimciler bir yolla salıveriliyor ve ardından da ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istenerek veya vererek onları ülkeden çıkmaya zorluyor. BDP‘den Hatice Çoban, Sosyolog-yazar Pınar Selek ve gazeteci Necati Abay bunlardan sadece birkaçı.

SÜRGÜNÜN DRAMI

Türkiyeden bazıları sürgünlere “Avrupalı oldular” gözüyle bakıyor. Oysa gerçek şu ki, sürgünler Avrupa’ta zor koşullarda yaşıyorlar. Bir yanda ülkelerine ve halkarına karşı sorumlulukları, diğer yandan Avrupa’nın yaşam tarzı içinde ekonomik ve sosyal alanda ayakta durma savaşımları. Bu nedenle bir çok arkadaşımız ağır psikolojik sorunlarla karşı karşıya. Sisteme teslim olmamak, değerlerine zarar vermemek için ölümü seçen çokça sürgün oldu. Avrupa’da mezarlarında bile sürgü yatan yüzlerce insan var. Dünyanın her tarafına gidebilirken, doğup büyüdüğü topraklara gidememek bir sürgün için büyük bir acı. Bir kere sokaktaki sesler, kendisini besleyen sesler değil. Kendisi de o sesleri tanımıyor. Söz konusu sanatçı bir sürgünse, boğuluyor, üretemiyor. O seslere, kendisini besleyen o sokaklara, o toprağa ihtiyaç duyuyor.


Geride bıraktığı ülkede her şey kendisi dışında gelişiyor. Ailesinin, arkadaşının ölümlerini uzaktan izlemekle yetiniyor, çocukların büyümelerini de öyle. Gözleri, ruhunu rahatlatmak için, anılarını çağrıştıran topraklar, mekanlar arıyor durmadan. Sürgünde ölen arkadaşını en fazla havaalanına kadar uğurlayabiliyor bir sürgün. Uzakta kalmış bir ülkenin yalnız ve ezik bir insanı olarak görüyor kendini... Bu nedenledir ki söylediği şarkılar, anlattığı öyküler değişmiyor. Doğan Özgüden’nin “Vatansız Gazeteci” adlı kitabının kapağındaki fotoğraf, bu durumu çok iyi resmetmiş. Sürgün böyledir işte!

TÜRKİYE SÜRGÜN GERÇEĞİ İLE YÜZLEŞMEK ZORUNDA


Bütün bu yaşanmışlara karşın, sürgün gerçeği Türkiye’nin fazla bilinmeyen yanlarından birini oluşturuyor. Osmanlı döneminde bile bu konu üzerine yazılan kitap ve makaleler günümüzdekinden daha fazla. Sürgün edilenler, bulundukları yerlerde yaşadıkları acı ve sıkıntılarıyla baş başa kalmışlar. Bu sorun odaklı örgütlenmiş herhangi bir yapı veya dernek yok. Sadece yakın dönemde kurulan insan hakları derneklerinin genel müfredatı içinde yer almış. Yani kısacası siyasi iktidarların yaptıkları yanlarına “kar” kalmış, kalıyor.
Bugün bu sessizlik duvarını aşmak istiyoruz.

AVRUPA SÜRGÜNLER PLATFORMU

Avrupa Sürgünler Platformu, 15 Aralık 2012 tarihinde bu koşullarda ve bu amaçla kuruldu. Platform, Birleşmiş Milletler Mülteciler Komitesi, Avrupa Mülteci ve Sürgünler Konseyi gibi uluslar arası kuruluşların yaptığı sürgün tanımını benimsemiş ve proğramında sürgünü şöyle tanımlamıştır:

“Sürgünlük, sosyal, politik, inançsal farklılıklar veya savaşlar ve benzeri nedenlerle ya da doğal afetlerle gerekçelendirilerek insanların doğdukları toprakları ya da yaşam alanlarını terk etmek zorunda bırakma ya da bıraktırma halidir. Kendi iradesi dışında bir dayatma olarak bu hal içinde yaşamak zorunda bırakılan kişi ise, sürgün olarak tanımlanır.”

Kendisini bu tanım içinde bulan herkes bizimle çalışabilir. Veya ASP kendisiyle ilişkisi olsun olmasın bu tanıma uyan herkesin hakları için savaşım vermektedir.

Tabiki Türkiye’nin sadece dış sürgünler sorunu yok. Aynı acıları yaşamış iç sürgünler sorunu da var. İç sürgünlerin hakları için de savaşım vermek gerekiyor. ASP olarak iç sürgünlerin örgütlenmeleri ve sorunlarının savaşımının vermeleri halinde ortak çalışma perstektifi, yöntemler geliştirebiliriz.

ASP, onur ve kişiliklerinden taviz vermeden bütün sürgünlerin Türkiye ve Kürditan’a özgürce dönmeleri için savaşım yürütmektedir. Bunun için bir af değil, onların onırlarını kırmadan, her türlü haklarının iadesini sağlayacak yasal düzenleme istemektedir. Bunu gerçekleştirmek için Türkiye ve Kürdistan’daki demokratik kurum-kuruluşlar ve siyasi partilerle ortak projeler çerçevesinde biraraya gelebilecektir. Önümüzdeki dönemde ciddi adımlar atacağız.

İKİ TANE SÜRGÜN KONFERANSI

Belirttiğimiz gibi, sürgünler sorunu, Türkiye’de bir sorun olarak görülmüyor. Dahası böyle bir sorun yokmuş gibi davranılıyor. ASP yapacağı akademik çalışmalar, toplantı ve konferanslarla sorunu tartışılır hale getirmek istiyor. Bunun için biri Brüksel vaya Strasburg, diğeri de İstanbul’da olmak üzere iki konferans yapma kararı alınmış bulunmaktadır.

Türkiye’nin geçmişiyle yüzleşmesi, geleceğin barış ve güven içinde geçmesi için bir zorunluluktur. Sürgünler intikam peşinde değiller. Acının dilini değil, barışın dilini kullanıyorlar. Demokratik ve özgür bir gelecek için savaşım vermektedirler. İnsanlar bir daha kendi topraklarından koparılmasın. Bunun peşindedirler.